RSS Feed for This Post

Halklar kardeş midir?

Hasan Rua Demiroğlu 

Halkların kardeşliğine inanmıyorum.

 Çünkü bir birey olarak bakıldığında son derece renkli, çok sesli, zeki, duygusal, objektif ve hoşgörülü olabilen insanlar toplum haline geldiklerinde önyargılı, renksiz, toplumu yöneten kurumun ona taktığı tasmaya sıkıca bağlanan, tarihinden bağımsız düşünemeyen insanlar biçimine dönüşüyorlar. Kişiliğine ait bütün renklerin yerini toplumculuğun, kolektivizmin mat, sıkıcı, boğuk renkleri alıyor. Bu durumdaki ‘toplumlar’ arasında ‘kardeşlik’ gibi insani bir bağın oluşabileceğine ihtimal vermiyorum.

 Her ne kadar Sovyetler Birliği’nde bunun bir de müzesi kurulmuş olsa da ‘halkların kardeşliği’ gerçel, işlevsel bir söylem değildir. “Halkların kardeşliği” sosyalist bir söylem ve “enternasyonalizm” felsefesine dayanıyor. Bir dönem her ülkenin, her milletin Komünist partilerinin üye olduğu bir enternasyonal vardı ve bu partiler iktidar olduğu ülkelerde enternasyonalin diğer üyelerine çeşitli faydalar ve destekler sağlarlardı. Örneğin bir Komünist partiden ihraç edilen adamı, iktidarda Komünist partinin bulunduğu ya da bir şekilde sözü geçtiği ülke sınırları içine almayabiliyordu.

 Böylesine bir ‘birlik’ yaratıyor olmasına rağmen “halkların kardeşliği” neden işlevsel değildir?

 Çünkü..

 HALK OLMA BİLİNCİ

 İnsan için doğuştan elde ettiği statüler gayet önemlidir. Doğuştan edindiği din, dil, ırk ve hatta değişebilir olmasına rağmen ekonomik statü insan için ölümüne kadar götürdüğü ve savunduğu değerler yaratır. Birey kendini doğuştan edindiği din, ırk veya sosyo-ekonomik statü ile tanımlar. Bu statünün kendisine bir tür özellik verdiğini düşünür. Bu onun için en birincil tanım halini alır ve yine en birincil tanımı bu olan insanlar ile çeşitli “alt topluluklarda”, yani derneklerde, sendikalarda, vakıflarda toplanır. Dünyayı, hayatı ve insanı hayatın başında edindiği bu statü ile yorumlar. Bilimi ve felsefeyi var olan bu kültürel ortamı doğrulamak ya da daha da geliştirmek için kullanır. Daha da kötüsü bilimin ve felsefenin sunduğu gerçek olan ama statünün değerleri ile çelişen bilgileri yok sayar ya da onlara düşman olur. Çünkü bu statüler bir süre sonra doğruyu ve yanlışı ortaya çıkaran turnusol kâğıdı işlevi görmeye başlarlar. Statüye uygun olanlar doğrudur, uymayanlar yanlıştır.

 Halk olmak ve millet olmak bilinci de buna benzer sonuçlar yaratır. Kurumlar buna göre kurulur. Aynı zamanda bir kültürel kimlik halini alan bu statü, zamanla ideolojik bir kimlik halini alır. Kültürel kimlik halindeki durumu ise pratikte ideolojik kimliğin yaptığı etkilerle aynı etkileri yapar. Halk olmak, bir “biz” ve bir “onlar” yaratır. ideolojik ve kültürel kimliklerin hayata etkilerinin aynı olduğu düşünülürse bu “biz” ve “onlar” bilinci toplumlar arasındaki ilişkinin bir çıkar dengesi üzerine kurulacağını gösterir. Bu noktadan sonra geriye dönüş yok.

 Halkların kardeşliği prensibinde halklar bu biçimde var olmayı sürdüreceğine göre gerçek anlamda bir kardeşlik inşa etmek mümkün değildir. Kurulan kardeşlik gayet güçsüz ve zayıf olacaktır. Bu yüzden uluslararası ilişkiler, yani “diplomasi” her zaman çıkarların uyuşması ve çatışması üzerinedir. Bundan bir adım öne gidebilmesi mümkün değildir.

 Anarşist yazar Gustav Launder şöyle der: ” Devlet, bir sürünün, aynı şekilde örgütlenmiş başka bir sürüye karşı saldırıya ya da savunmaya geçmesinin adıdır.” Halkların kardeşliği prensibiyle birlik olan devletlerin de temel mantığı “sürü” biçimindedir. Uluslar, kendi çıkarlarını korumak ve güvenliğini sağlamak fikriyle devletler kurmuşlardır. Daha doğrusu burjuvaziler kendi pazarlarını oluşturmak için bunun kurulmasını savunmuşlardır. Sonrasında bu “tekelci kapitalist” düzenin sunduğu faydaları bir başkasıyla paylaşmak istemeyen aynı güçler küresel sermaye ve gerçek anlamıyla serbest pazar fikirlerine karşı olmuş, “yabancı sermaye sizi sömürür oysa milli sermaye bir gururdur” anlayışıyla milliyetçiliği savunmuşlardır. Öbür devletlerin her an bizleri yok etmek için pusuda beklediği, bizim özel bir ulus olduğumuz gibi fikirler eğitimde, medyada sürekli dillendirilen fikirler olagelmiştir. Bunun sonucunda “milliyet” bir din ölçüsünde kuvvetli hale gelmiştir. Her ulusun ulusçuları dünyaya hakimiyet fikirlerini beslediği ve onların Tanrı tarafından dünyaya adaleti tahsis etmek için gönderildiği inancını taşıdığını düşünürsek, ülkelerin istihbarat teşkilatlarının başka ülkelerde ne aradığını ve orduların aslında neye yaradığını daha da iyi anlamış oluruz.

 Bu genetik özelliklerin sürmesi kardeşlik niyetini işlevsiz kılmaktadır. Kişilerin kendini, kendine has özelliklerinden başka toplumun özellikleri ve ortak kimliğiyle tanımlama eğilimi beraberinde toplumun önyargılarını, fikirlerini, muhafazakârlığını ve diğer toplumlarla çakışan çıkarlarını getirir.

 Halk bilinci korunduğu sürece, bireyin kendine özgü kimliği toplumsal kimlik içerisinde erir gider. Bu da bireyin hayatı boyunca yaptığı seçimlerle oluşturduğu kimliğin kaybolması anlamına gelir. Gerçek anlamda kardeşliğin bireysel bir durum olduğu düşünülürse halk olma bilinci aynen sürdürülerek kardeşliğin tahsisi mümkün olmayacaktır.

 Peki, halkların kardeşliği fikri beraberinde bu genetik özellikleri kaldırırsa bir kardeşlik düşünülebilir mi?

  Bu da olanaksız. Bir yandan da anlamsız. Irkçılığın yüzeysel söylemlere ve genellemelere dayandığını biliyoruz. Yahudileri sevmeyen bir Alman, Kürtleri sevmeyen bir Türk, Türkleri sevmeyen bir Ermeni herhangi bir tarihi ya da ikili ilişkilerde yaşadığı herhangi bir olayı genelleyerek yüzeysel bir söylem geliştirir. Alman, Yahudileri pis kokan bir Yahudi gördüğü için sevmez, Türk, Kürt’ü büyükşehirde gaspçılık yapan bir Kürt gördüğü için sevmez, Ermeni Türk’ü soykırım yaptıkları için sevmez vesaire. Bu durum insanın insan ile olan ilişkisini birebir etkiler. Teorik olarak savunanlar her zaman ciddi destek görmeseler de çoğunlukla bu tip durumlar günlük hayatta kendini ideolojik olmayan bir biçimde gösterir. Milliyetçi partilere oy vermemesine rağmen  “Erzurum’dan gerisini haritadan silelim” diyen kişilerin sayısı gerçekten hiç az değildir.

 Bunun bir de tersini düşünün. Yani, bir Almanın “Yahudileri seviyorum”, bir Türk’ün “Kürtleri seviyorum”, bir Ermeni’nin “Türkleri seviyorum” dediğini düşünün. İlk bakışta oldukça güzel ve zararsız gözüküyor. Oldukça insani ve doğru gözüküyor. Ancak burada bir hata var.

 Bunlar da bir tür genelleme değil mi? Bunlarda yaşanılan herhangi bir olaydan karşısındakini iyi ya da kötü anlamda sorumlu tutmak yerine genelleyerek yüzeysel bir söylem yaratmak değil mi? Tek fark, ilkinde “kötü”, ikincisinde ise “iyi” bir söylem yaratmış olması. Ancak sonuçta ikisi de karşısındakini “onlar” olarak görmüyor mu? Bu şekilde iyi bir söylem yaratan genellemenin kötü bir söylemde yaratabileceği düşünülemez mi? Ayrıca en önemlisi, karşısındaki topluluğu ayrı, kendisini ayrı görüp böyle bir söylem geliştirmek. Karşısındaki topluluk içindeki farklı sesleri, farklı renkleri değil iyi ya da kötü bir tonu duymak ve görmek. Bu iyi ya da kötü genellemeler arasında fark edilmeden kaybolan renk tonları.. Sağlıklı bir durum mudur bu?

 Öyleyse çözüm ne?

 Aslında çözüm sadece süreci kabullenmek. Geçtiğimiz yüzyıl iletişimin ve piyasanın; bütün sınırları erittiği, entelektüel birikimleri dünyanın her tarafından takip edilebilir hale getirdiği ve bu nedenle milletler arasında çok ciddi “benzeşmeler” yarattığı bir yüzyıldı. Geçtiğimiz yüzyıldan önceki yüzyıllardaki faktörlerin etkisiyle bir sosyolojik gerçeklik olan ve daha sonra ideolojik gerçeklik biçimini alan millet realitesi yeni yüzyılda zaten kendiliğinden kayboluyor. İnsanlar, kültürler, renkler, sesler benzeşiyor ve iletişim devrimi sayesinde birbirlerini daha iyi tanıyabiliyorlar. Bir maymunun düşman askeri sanılıp hapse atıldığı, insanların %85’inin hayatını doğduğu yöreden başka bir yöreye gitmeden geçirdiği, farklı toplumlardan insanların birbirlerinin yüzlerini yalnızca karşı karşıya siperlerden birbirlerine kurşun yağdırırken görebildiği dönemlerden iletişim devriminin sınırları kaldırdığı ve gelecek yıllarda kendi ülkesinin dışında bir dönem bulunmuş insan oranının tüm insanların %80-90’ı olacağı dönemlere geçiş elbette ki farklı bir dünya, farklı bir mantık yaratacaktır. Milletler yerini kendilerini yalnızca kendi kişilikleri ile tanımlayan ve bu kişilikleri düşüncelerine, beğendiklerine göre biçimlen bireylerden oluşan “gezegen ulusuna” bırakıyor..

 Burada yapılması gereken tek şey sürece kendimizi bırakmak ve doğuştan taşıdığımızı düşündüğümüz yöresel kimliğimizin artık sadece ideolojik bir söylem olarak sürdüğünü ve sanrısal bir realite olduğunu kabul etmektir..

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:Hakan Ormancı Tarih: Kas 16, 2008 | Reply

    Belirtilen görüşlerin hiç birine katılmıyorum.Konu çok büyük oranda devlet gözüyle ele alınmış.Bireysel örnekler de çok yüzeysel olmuş.
    Halkların kardeşliği temelini insan sevgisinden aldığı ve enternasyonalizmden geldiği için bunu savunan kimse “Kürtleri seviyorum” demez.İnsanların ırklarını ayırt edici bir kelime kullanmaz.Ya da çok zorda kalırsa mecburiyetten “Kürt” kelimesini kullanır.
    Yazıyı yazan arkadaşın gerekli geniş bir perspektiften yazamadığını ve konuyu çok sığ olarak anlattığını düşünüyorum.

  3. Yazan:bedr Tarih: Kas 16, 2008 | Reply

    halklar değil, insanlar kardeş olmalıdır bence. sadece insan vardır. halklar kardeş olsun diyenler kendi aralarında kardeş olabiliyorlar mı acaba??? hadi diyelim bir yanda halk olarak kürtler var, peki kürtler kendi aralarında kardeş mi????????????? DEĞİLLER!!!!! kürtlere alın size toprak istediğinizi yapın dense hepsi birbirine girerler!!! zaten belki de ileride öyle olacak kuzey ırakta!!! kuzey ırak ı takip edin göreceksiniz, olacak olanlar gün gibi ortada. abicikleri çekildiğinde seyredin orayı. bu sebeple belli sorunlara rağmen kardeş olabilecek 2 yada daha fazla halkı kimse artık daha fazla germesin. bizler türkiyenin büyük bölümünde kim hangi halktandır vs gibi şeyleri kafamıza takmadan yaşıyoruz. ama birileri ille de geriyor. bunun sonu nereye varacak sizce? hiç düşünüyormusunuz. ırk, kadın, erkek şu bu yoktur, insan vardır insan.

  4. Yazan:Utku Şentürk Tarih: Kas 17, 2008 | Reply

    bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken
    hep onu sevmeyenleri severek
    hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak
    karışarak toplumcu gerçekçi yalnızlıklara
    yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını bir izmirli güzele dayatmak varken
    hep kardeş olacak değiliz ya yasasin halklarin sevgililiği
    YILMAZ ERDOĞAN

  5. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 18, 2008 | Reply

    “Halkların kardeşliği”söylemi bizde 60lı yılların sonlarında dillendirilmeye başlandı.Tüm sol hareket ve fraksiyonlarca sahiplendi ve dönemin ruhuna uygun,geniş halk kitlelerince de benimsenip kabul gördü.Hâlâ da emekçi ve ezilen halk kesimleri tarafından ırkçılık karşıtı ve tüm dünya insanlarının eşitliğini talep eden bir söylem gücüne sahip.Fakat yazar konuyu çok sığ bir şekilde ele alarak adeta bu söylemden rahatsız olduğunu dile getirmiştir.Yazısının sonunda “bunun çözümü ne olmalıdır”şeklinde bunu bir “sorun”olarak ele almaktadır.Oysa sorun söylemde değil.Eğer bir sorun varsa,bu halkların kardeş olabilmesinden değil,halkların kardeş olabilmesinin önündeki engellerde aranmalıdır.

    Yazar şayet,eşitlik,adalet,özgürlük,demokrasi gibi kavramların içinin boşaltıldığı gibi,bunun da ideolojik bir söylem aracına dönüşebileceğini iddia etseydi bu kısmen anlaşılabilirdi.Buna keza dünya halkları arasında böyle bir bağın mevcut koşullarda bir ütopyadan ibaret olduğu da iddia edilebilirdi.Ne var ki bunun yerine sarsılmaz bir kesinlikle halkların kardeş olamayacağı ve zaten kardeş olmalarının da gerekmediği öne sürülmüş.

    Bence son derece yüzeysel ve insan odaklı düşünmek yerine devletçi bir bakış olmuş.

  6. Yazan:Hasan Tarih: Kas 19, 2008 | Reply

    Merhabalar;

    Eleştiriler için çok teşekkürler. Sanırım yazımda atladığınız bir nokta var, ya da benim yeterince anlatamadığım bir nokta..

    “Halk olma bilincinin” bir takım değerler yarattığı ve bu değerlerin önce kültürel kimlik, zamanla ise idealojik kimlik halini aldığını belirtmiştim. Halklar arasında kardeşlik tipi bir bağın oluşabilmesinin önündeki engel de bunlardır. Çünkü halk olmak, bireyin bir anlamda kimliğini “ortak kimlik havuzuna” bırakması demektir. Yanlış burada başlıyor. Halk olmak, beraberinde özgürlüğü kısıtlayan, kolektivist düşündüren, yöreselliğe tutsak eden bir takım ön kabuller gerektiriyor. İşte bu ön kabuller, “halk olmayı” liberal-demokratik açıdan yanlış bir durum haline getiriyor.

    Yani yanlış, halkların kardeşliğinden daha önce, halk adında bir kurumun olmasında başlıyor. Belirtmek istediğim şey buydu. Yanlış kurulan ve var olduğu zannedilen bu realite sonrasında oluşabilecek tüm iyi şeylerin de önünü kesebiliyor.

  7. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 21, 2008 | Reply

    Hasan Bey,

    Atlamış olabileceğiniz bir noktadan ziyade işlediğiniz konu oldukça karmaşık.Hatta tam bir bilmece!Neden mi diyeceksiniz.Cevabi yorumunuzda da değindiğiniz gibi”kimlik”kapsamına giren her türlü aidiyet biçimi kendi içinde bir “kurum”a dönüşüyor zaten.Görüldüğü gibi tüm dünyada ve ülkemizde bu “kurumlararası”savaşların hakim olduğu bir kaosu yaşıyoruz.Dolayısıyla birbirini farklılıklarıyla kabul eden kardeş kurumlar olsun istiyoruz.Tabii bu ne kadar mümkün o ayrı bir tartışma konusu.

    Yorumları cevaplama inceliği gösterdiğiniz için ben de size teşekkür ediyorum.

  8. Yazan:suzannur Tarih: Kas 21, 2008 | Reply

    Kardeş? Çok ironik, dünyadaki ilk kanın iki kardeş arasında döküldüğünu hatırlarsak (Habil-Kabil)kardeş olmanın ötesinde farklı aidiyetleri geliştirmek gerektiğini düşünüyorum. Herkesle kardeş olamazsınız, olmamalısınız da. Kavramların içini böylesine kolay boşaltmamalı insan.
    Fransız tarihçi Albert Sorel’in çok beğendiğim bir sözü vardır: Fransız toprağı, 1000 yılda Fransız halkını yarattı, der. 1000 yıllık bir geçmiş, tarihi, kültürel ve sosyal kodlarla beslenen bir halk. Aidiyeti etnisiteden önce aynı toprağın insanı olmaya ama bu toprağı sadece nesne olarak değil, onda bir hayat kurma üzerine inşa etme(somutu soyutla, hayatı konvansiyonel kabullerle birleştirme). (Bu noktada Tanpınar, Y.Kemal aynı şeyi savunmuşlar ve hatta Y.Kemal Sorel’in derslerine katılmış.)
    Her ne kadar tarihimiz açmazlarla dolu olsa da, bu toprağı vatan olarak benimseyen her farklı oluşumun, aynı toprak anlayışında bir/aynı noktaya geleceği düşüncesi bana daha yakın geliyor. Milliyetçilikten hiç hazzetmesem de, milliyetçiliğin açılımının etnisite ya da çoğunluk baskısı olmadığı gibi farklı bir anlayışın, aynı toprağın insanı olmak noktasında bir birliktelik getireceği, çoğulculuk ve demokratik hakların lütuf değil, hak olarak verilmesiyle de bu fikrin insanları bir araya getireceğini düşünüyorum.(Başkasının hakkını savunmanın kendi hakkını savunmak anlamına geldiğini bilen bilinçli bireylerin oluşturdukları kültürel-sosyal yapı)
    Globalleşme ve orta sınıfın büyümesi aynı tip insanın yaratımını sağlayarak birliktelik sağlar mı? Sanmıyorum. Kültürel kodların yani bir nevi genetik kültürel yapının kuşaktan kuşağa aktarımının olmadığı bir global orta sınıfın da birlikte yaşamayı becereceğini sanmıyorum.Aynı sınıf basit bir ekonomik krizde birbirine düşman olabilir çünkü.

    Halk adında bir kurum varsayılabilir mi? 1000 yılı doldurduk mu Sayın yazar? 🙂
    Aslında işin şakası bir yana, kurum kelimesi yukarıdan aşağıya bir ilişkiyi içerdiği için(bu anlamda, tamamen bireyi dışlayan bir yapıyı çağrıştırıyor ve emir-komuta zincirinde bir hiyerarşik düzeni öngörüyor) yeni bir kelimeyle bu konuyu tanımlamanızı isteyebilir miyim?

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin