Al aşkını ver beni (Sadık Yalsızuçanlar)
By eg on Kas 20, 2008 in Felsefe, İnsan, Kitap Sohbeti
“Aşk insanın hallerinden bir haldir ve bu dünyaya gelişindeki o saf, yalın haline doğru bir sıçrama imkanıdır. İnsanın yaşamında üç şey habersiz gelir : Doğum, ölüm ve aşk. Nasıl doğumla yeni bir aleme geliyorsak, ölümle de yepyeni bir alemin kapısını aralıyoruz. İşte bu iki sessiz belirsizliğin arasında , insanı kayıtlı ve sınırlı olduğu yatay düzlemden aşkın olana doğru yükselten bir imkandır aşk. Aşk, tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Acısı süreklidir , paylaşılamaz ve sürekli çoğaltır kendini. Aşk sırlardan bir sırdır, belki ‘Sırların Sırrı’ndan bir haberdir. ‘Al Aşkını ver Beni’ diyen ,Sevgili karşısında , aşk uğruna kendi kişisel algısını sildiği için pişmandır ve ‘ben’ini geri istemektedir. Oysa aşktan önceki ben’in yerinde artık yeller esmektedir. Aşkla birlikte o ben gitmiş yerine yepyeni bir benlik gelmiştir. ”
Ayağı olmayan başlar eksik olsun
Can ve başıyla aşka dalmayan gönüller yok olsun
Derler ki bu araya bir tüy bile sığmaz
Tüy oldum ben
Bu yüzden hiçbir yere sığmam
Mevlana , Rubailer
Elime geçmiş bir kitap; aşk üzerine yapılmış sohbetlerden Sadık Yalsızuçanlar’ın derlediği ve elbette kendi şiirsel sezgisini aralara serpiştirdiği bir kitap “Al Aşkını Ver Beni” . Ayşe Şasa’dan Enis Batur’a, Laurent Mignon’dan Bülent Oran’a , Lale Müldür’e ve en sonunda Sadık Yalsızuçanlar’a kadar 13 düşünür,şair,yazar ,psikiyatrist,hattat ile ettiği sohbetleri var Sadık Yalsızuçanlar’ın. “Rüya Sineması”ndan beri tanır ve özellikle öykü ve denemeleri ile gazete yazılarını takip ederim Sadık Yalsızuçanlar’ın. Onun – Necatigil’in şairleri sınıflarken en üst aşamaya koyduğu burç olan – hikmet burcundan olduğunu düşünürüm . Benim için son 5-10 yılda birkaç önemli keşiften birisidir Sadık Yalsızuçanlar. Kitap, aşk üzerine – ilahî olsun mecazî olsun – öyle güzel tadlar ve ilhamlar veriyor ki, okurken başka bir alemin kapısını açıveriyorsunuz.
Sadık Yalsızçanlar’ın aralara serpiştirdiği , kendi seçtiği şiirlerden bir tanesi Lale Müldür’e ait :
“Ormanda bir kuş hızla dönüyordu
Aşık olduğumuz zaman yürek denilen ormanda
Ya da orman boşluğunda
Bir kuş anormal hızla döner
Ve kaçmamızgerektiğini söyler bize
Çünkü herşey çok fazladır
Kendi etrafında nefes kesici biçimde dönen kuş
Kendini ve etrafındakileri yaralar
Tehlikedir onun adı
Bunun için aşkı hiç kimse
İnsanın kendi arkadaşları bile istemez
Kumrular sakindir bir tek
Ben kumru değilim
Sen de
Bu yüzden birbirimize yaklaşamayız”
” Beni talep eden, beni arayan beni bulur. Beni bulan beni sevmeye başlar. Beni seven bana aşık olur. Bana aşık olan beni bilir, beni bilen beni sever. Her kim ki beni severse , bana aşık olursa ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onu öldürürüm . Ben kimi öldürürsem de diyetini ödemem benim üzerime farzdır. Ben kimin diyetini ödeyeceksem onu diyeti de bizzat benim” diye bir hadisten bahsediyor bir mutasavvıf. Aşkın bir tür bilgi getirdiğini ve ölümle ( yani Sevgilide fani oluşla ) sona erdiğini söylüyor.
Okudukça aşkın semalarında Mevlana’dan Leyla ile Mecnun’a, Hüsnü Aşk’tan Genç Werther’in acılarına aşkın her boyutunda bir yolculuk yapıyor insan.
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyveler sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Sezai Karakoç
Röportajlardan birisinde bir psikiyatristin , Freud’cu pozitivist bir psikiyatrist olmadığı halde, aşkın bazı hallerini patolojik olarak tanımlayarak ve “sağlıklı aşktan” bahsederek, çok iddialı oldukları insan ruhundan ne kadar da uzak olduklarına şahit oluyorsunuz.
Ayşe Şasa’nın kişisel tecrübelerinden, tasavvufun ve özellikle İbni Arabi’nin kurtarıcılığına şahit oluyorsunuz ve “kainatın temeli aşktır ” sözünün manasına yaklaşma yolunda biraz da olsa adım atıyorsunuz.
Gecenin ilerlemiş bir çağında
Yatağımda onu aradım
Onu, canımın sevgilisini aradım
Kalkıp şehirde dolaşayım dedim
Sokaklarda ve meydanlarda
Ruhumun sevgilisini aradım
Fakat bulamadım
Şehrin bekçilerine rastladım
Onu gördünüz mü,canımın sevdiğini diye sordum
Onları geçince, onlardan öte gidince
Buldum ruhumun sevgilisini
Buldum onu ve tuttum
Canımın sevdiğini tuttum ve bir daha asla bırakmadım
Annemin evine, beni doğuran aziz kadının odasına götürünceye kadar.
Neşideler Neşidesi Bab 3
Enis Batur ile şiir, şair ve aşk ilişkisini, Rilke’den T.S Elliot’tan Claudel’den Sezai Karakoç’a , Nazım’a bir yolculuk yaparak , şiirden ve şairden tad alarak kavrıyorsunuz.
“Biz bize haddimizi bildirmesini layık gördüğümüz kadını severiz” diyen bir düşünürün bu sözü manalandırmasına şahit olurken kadın ve erkeğin ilişkisinin şekilleri ve nasıllığı üzerine bir beyin ve ruh cimnastiği yapıyorsunuz.
“Kadınlar ruhlarındaki bağımsızlığı, sosyal hayata,yıkılması gereken tabulara karşı büyük bir bağlılık olarak gösterirler. Dolayısıyla kadınlar, kendilerinde var olan özgürlüğü , hayatları içersinde kademe kademe yok etmenin peşindedirler. Ve sosyal bir olgu olarak kadınlığı böyle kurgularlar. Erkeklerse, ruhlarındaki bağımlılık duygusunu gidermek üzere, kendilerinde içkin olmaya o özgürlüğün peşinde koşarlar. Dolayısıyla erkekler kadınlara hep hayretle bakar. Ruhlarında bu denli güçlü bir özgürlük potansiyeli varken, sosyal ilişkileriyle onu yok etmeye kalkışmaları şaşırtıcıdır erkek açısından. Çünkü o, bu potansiyele kavuşmak için bütün bir ömrünü harcamayı göze alabilmektedir. ”
Güzel aşkım, tatlı aşkım, kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur
Louis Aragon
Aşk insanın hallerinden bir haldir ve bu dünyaya gelişindeki o saf, yalın haline doğru bir sıçrama imkanıdır. İnsanın yaşamında üç şey habersiz gelir : Doğum, ölüm ve aşk. Nasıl doğumla yeni bir aleme geliyorsak, ölümle de yepyeni bir alemin kapısını aralıyoruz. İşte bu iki sessiz belirsizliğin arasında , insanı kayıtlı ve sınırlı olduğu yatay düzlemden aşkın olana doğru yükselten bir imkandır aşk. Aşk, tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Acısı süreklidir , paylaşılamaz ve sürekli çoğaltır kendini. Aşk sırlardan bir sırdır, belki ‘Sırların Sırrı’ndan bir haberdir. ‘Al Aşkını ver Beni’ diyen ,Sevgili karşısında , aşk uğruna kendi kişisel algısını sildiği için pişmandır ve ‘ben’ini geri istemektedir. Oysa aşktan önceki ben’in yerinde artık yeller esmektedir. Aşkla birlikte o ben gitmiş yerine yepyeni bir benlik gelmiştir.
Sevgiliye yakın olduğumuz kadar canımıza bile
yakın değiliz
Ben onu asla anmıyorum
Çünkü anmak
Yanımızda olmayanları
Hatırlamak demektir.
Mevlana
“Anmak bir çeşit kavuşmaktır”
Halil Cibran
” İnsan hem paylaşmak ister, hem de mahrem gizlerini paylaştığı insanın tanıklığından korkar, onu çürütmeyi, yok etmeyi düşünür. İnsan ünsiyete muhtaç bir yaratık olduğu kadar yalnızdır, yalnızlığa mecburdur” diyen Sadık Yalsızuçanlar’ın öykülerinde de aşk ve yalnızlık temaları hakimdir çoğunlukla.
” İnsanın tüm hayatı boyunca yapmaya çalıştığı şey, gerçekliğin görünümlerini belirlemek ve milyonlarca kez yapılmış bir şeyi, nesnelere gizli birer ad verme işini tekrarlamak olmuştur. Aydınlanmanın insanı tümüyle trajiktir çünkü gerçek de mitik olan da dönüştü. Kendi doğasına yabancılaştı. Bu süreçte insanın her şeye karşı inanılmaz bir uzaklığa düşmesi kaçınılmazdır. Bu uzaklıkta insan ne denli yalnız olduğunu fark ediyor … Erkek kadına , kadınsa erkeğe sığınak sanılır. Oysa yalnızlıktan birine kaçmak, hani en kötü beraberlik de olsa yalnızlığı değişmeye çalışmak, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak demektir. ”
” Sevişme coşkusu ölüm sarhoşluğu gibidir. Velinin sekr halide böyledir. Tutkuların doruğuna ulaştığımızda , şiddetli bir hayal kırıklığı yaşar ve boşluğu tanırız. Nihil, yani boşluk , varlığın anlamlanmasında tek imkandır.
Bu yüzden bütün heyecanlar, en yüksek kabarma anında sonsuzca derin bir boşluğa taşınır. ”
” Varolmanın özünde bir düşkırıklığı yatar. Her nesnede bir anlam bulursunuz. Her çehre bir duygu durumunu resmeder. Her olay bir kader sırrını önümüze getirir. Her kımıldanış bir soru üretir. Her acı daha büyük bir acıyı davet eder. Her aşk bir sevgilinin faniliğini anlatır. Her perde bir yenisine aralanır. Her yitik bir sahip oluş yanılgısı içerir. Her ceza bir suça dönüşür ve her suç bizi bir cezalandırmaya iter. Her bakış bir cennet kokusu estirir. Her aşk bir ölümdür, geçici olmaktan, geçip gitmekten kurtulmak üzere bir tuzağa yakalanmaktır. Her gölge sağa sola sallanarak zikreder ve boyun eğilemeye şayeste olana boyun eğer. Her sevgide bir gömü saklıdır, içinde ne yakut ne zümrüt bulunmayan, sadece ıstırap saklı bir hazinedir. Her yürek bir aşk çilesi merdiveninden yükselir arşa. Düşkırıklığı aklın aşka galip gelmeyeceğini fark ettiğimizdeki kesin uğrağımızdır. ”
Erkan Oğur’un, Neşet Ertaş’ın, Abdurrahman Kızılay’ın, Kazancı Bedih’in , Edith Piaf’ın, Charlie Parker’ın, Nana Mouskouri’nin, Kani Karaca’nın, Mercan Dede’nin aynı potada eritilmesine yönelik soruya verdiği cevapta Sadık Yalsızuçanlar “onların ezgileriyle kalp titreşiyor ve modern hayat denilen o mitolojik çöp yığınından çekip alıyorlar bizi. Gönül vererek yok olmayı öğretiyorlar. ” diyorken, aslında bizi bir gönül iklimine, bir aşk havasına davet ediyor gibidir.
“Olağan alanlarda yitirdiğimizi olağanüstü alanlarda bulabiliriz ancak. Politik düzeyde yaşadığımız bir soruna aynı düzlemde kalarak bir çıkış yolu bulabileceğimiz kanaatinde değilim. Ben, kendi payıma hiçbir ideolojiye, hiçbir devlet teorisine ve politik projeye inanmıyorum. Bu ülke ve devlet diye başlayan hiçbir eleştiriyi ve öneriyi ciddiye almıyorum. Burada bir patoloji var. İnsanın kendi imkanlarını keşfetmeden , kendi içine doğru derinleşmeden , kendi varoluşuna , durduğu yere bir anlam vermeden hiçbir sosyolojik soruna çözüm üretebileceğini sanmıyorum. Biz moderniteyi en doğru ve derin nitelikleriyle Kafka’nın metinlerinde öğreniyoruz. Kendi içine kapandıkça insana dış dünya açılır. Kendi gizlerine doğru sızdıkça dünyayı, varlığı daha doğru, daha derin görür insan.” diyen Sadık Yalsızuçanlar’ın yine hikmet burcundan olan Tarkovsky’ye ne kadar yakınlaştığını görüyorsunuz okudukça ve farklı tarihlerden, farklı dünya görüşlerinden ve farklı dinlerden, milletlerden iki insanı yakınlaştıranın içe bakıştaki samimiyet ve aşka yazgılı olmak olduğunu fark ediyorsunuz.
Zaten ” İnsanın dünyayla çelişkilerini hiçbir şey bize Tarkovsky gibi anlatamaz. Kieslovski’nin Dekaloglarında anlattığı insanın hallerini hiçbir politik tasavvurda bulamayız. Hiçbir gerçek Kurusawa’nın Düşler’i kadar gerçek değildir. ” diyerek sanatın insan hayatındaki yerini çok güzel özetliyor Yalsızuçanlar.
Aşk, bir vecd hâli gibidir. Vecd halinde bir sûfiye nasıl hakikat perde perde açılırsa, aşk da hakikat perdelerinin tek tek açıldığı bir vecd hâlidir. İnsanın ontolojik yükselmesinin en önemli itici gücü, “öteki” ile kurulacak sahici bir ilişkinin de en büyük yaratıcısıdır aşk. Bu yüzden işte, aşık olan insan, sadece maşukunu değil, insanlığın tümünü sever. Artık nefs-i emmarede değildir çünkü aşık. Adeta nefs basamaklarını maşukunun kanatlarında bir bir aşıp yükselme hâlindedir. Yükseldikçe söz ile anlatılabilecekler azalır, geriye hâl kalır. Aşk, bir bilgenin dediği gibi harikulade bir çiçektir; ancak, o çiçeği korkunç bir uçurumun hemen kıyısından dermek ise gerçekten yürek ister. Cesaret karşılığı alacağınız hediye büyük! Ancak, bir daha dünyanın asla eski hâle gelmeyeceğini, “ben”in asla eski ben olmayacağını da bilmek gerek. “Al aşkını ver beni” dediğinizde, artık geriye geri alacağınız bir beniniz kalmayacağını bilmek gerek. Böyle bir büyük dönüştürücü.
“Aşık oldur kim canın feda kılar cananına
Meyl-i canan etmesin her kim kiymaz canına
Canını canana vermektidr kemali aşkın
Vermeyen can itiraf etmek gerek noksanına” demişti Fuzûli Leyla ile Mecnun Divanı’nda. Dünyanın en büyük şarkı formu bestelerini yapan Hacı Arif Bey de bunu bestelemişti. Bir aşıktan diğer aşıka her zaman gönül bağı olduğunun kanıtı! Arada kültür farklılıkları da olsa, yüzyıllar da aradan geçse, aynı şeyi bir kez olsun hissedebilmiş insanların birbirlerini anlayabileceğini gösteren bir kanıt. Bu yüzden Leyla ile Jülliet, Romeo ile Kays akraba. Bu dünyada insanoğlunun yaşayabileceği en büyük deneyimi yaşadıkları için, insan olmanın ne olduğunu yaşayarak anladıkları için akrabalar.
“Dil bir gemi, aşk ise deryadır, dil aşkı anlatamaz, olsa olsa onun üzerinde sınırlı bir alanda dolanır” diyen Mevlana aşkın derinliğine işaret eder daha çok. Söylenemeyende susmak gerek diyen Wittgenstein’e inat aşıklar aşklarını dile getirmeye çalışmışlardır binyıllardır. Ancak bu sözlerde kalan hep aşkın tortusu olmuş, o tortunun altında kalan taptaze aşkı ise ancak “aşka düşmüş” olanlar anlarlar. Peki aşk dile gelemiyorsa örtülmeli midir? “Fakat aşkı örtmek nedir? Ateşi yün ve pamuk içinde gizlemek! Ne kadar örtersen o kadar açığa çıkar” . Çelişkiler içinde birlik arayışıdır aşk. Bu yüzden dile gelmedikçe söylenir, anlatılamadıkça anlatılmaya çalışılır. “Aşk ucu bucağı bulunmaz derin ve ulu bir denizdir. Başlangıcı bilinmeyen sırlarla dolu bir deryadır o .Canlar onda hep boğulmuş bir haldedir. Onun bir damlasında hep umut, üst tarafında korku vardır.( Divan- Kebir) “. Şifa ile derdin, elem ile neşenin, umut ile korkunun bir arada olduğu eşsiz karışım aşk. “Ah minel aşk”
“Ah mine’l-aşk ve hâlâtihî
ahraka kalbî bi harârâtihî ” (Şeyh Galib)
Hayatında aşık olmuş ya da aşkın hallerini çeşitli pencerelerden görmek ve dinlemek isteyen aşık olmamış – ama olmaya kapısı açık – insanlar için ” Al Aşkını Ver Beni” bir hazine. Bir gecede okunan ama sanırım bir hayatta tüketilemeyen…
1 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Kas 20, 2008 | Reply
Sadık Yalsızuçanlar, cumartesi 13’te Pendik Kemal Tahir Kütüüphanesi’nde söyleşi yapacak. İlgilenenlere duyurulur.