Çocukların cinsel istismarı
By Mehmet Yılmaz on Kas 26, 2008 in Aile, Modernleşme, Pozitivizm, Toplum
Milyonlarca Yahudinin Naziler tarafından fırınlarda yakıldığı “Holokost” ortaya çıkınca bir çok Yahudi isyan etti: “Tanrı böyle bir şeyin olmasına nasıl müsade etti? Neden Nazileri durdurmadı? Ya dediği kadar güçlü değil ya da o kadar iyiden yana değil!”
Son çocuk istismarı haberini okuduğunuzda ne dediniz? Ben şunları duydum:
- – Ayy, iğrenç!
- – Nasıl yaparlar böyle bir şeyi?
- – Bunları asmalı!
- – Acı çektirerek öldürmeli hepsini,
- – Cezalar yetersiz.
Sanki bunu ilk defa duymuşçasına öfkeyle ayağa fırladı insanlar. Sonra bir daha hiç olmayacakmış gibi yavaşça yerlerine oturdular. Gazetelerde manşetler, internet forumlarında dolaşan öfke dolu mesajlar… Sübyancılık karşısında takındığımız histerik tavır konuyu düşünmemize engel oluyor. Birilerinin çocuk bedeninden cinsel haz alabilmesi gerçeği aklımızı felce uğratıyor.
Holokost kelimesi sadece Yahudilerin değil bedensel engellilerin, komünistlerin, savaş karşıtlarının, Çingenelerin, Rusların, Polonyalıların, eşcinsellerin ve Yahudilerin Naziler tarafından toplu olarak «imha edilmesine » verilen bir isim. Öldürülen 12 milyon insandan 6 milyonu Yahudi olduğu için bu katliam sadece onları hedef almış gibi anılsa da Nazilerin gözünde bu grupların her biri imha edilmesi gereken “solucanlar” veya “sıçanlar” idi. Bu sebeple yaptıkları katliam bir suç değil bir “Endlösung” son/kalıcı çözüm(!) oldu onların gözünde.
Neden böyle bir işe girişti Naziler? Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan açlık ve sefalet için bir açıklama uydurmak gerekiyordu. Üstün(!) Alman ırkının bir hata yapması söz konusu olmadığına göre bir suçlu, bir günah keçisi bulunmalıydı. Bedensel engelliler, akıl hastaları ve diğer “bozuk biyolojik yapılı” gruplar saf Alman ırkını bozan ögelerdi ve bir “temizlik” yapılmalıydı.
İşte bu insanların önemli bir kısmının yakılarak öldürülmesini temsil ediyor Holokost kelimesi. Ve etimolojisiyle bugüne ışık tutuyor. Neden? Holokost eski Yunanca ὅλος (ok. “holos” = bütün) καυστός (ok. kostos = yakmak) kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor.
Bir erkek hayvanın bütün bütün yakılarak kurban edilmesi pagan dinlerden Yahudiliğe girmiş, oradan da Avrupa’ya kadar gelmiş bir ritüel. Bernard Lazare’ın 1894 tarihli “L’Antisémitisme” adlı eserinde aktardığına göre Ortaçağ Avrupa’sında da kıtlık veya veba salgınları sırasında “manevî güçlerin öfkesini yatıştırmak için” Yahudiler diri diri yakılarak kurban edilirmiş.
Çocukların cinsel istismarına yeltenenler hapishanelerde bile diğer mahkumların saldırısına uğruyor, linç ediliyor. Sizce meşru ve masum bir öfke mi söz konusu olan? Yoksa hırsızlık ve cinayet gibi “minik” suçlar işlemiş diğer mahkumların “kendi günahlarından arınmak” için buldukları bir yöntem mi? “Aabi hadi ben şeytana uydum, adam vurdum. Ama bu herif bir çoğun ırzına geçmiş, olacak şey mi?” Cinayet hadi neyse de, sübyancılık? Olmaz ki canım!
Bizim sübyancılarımız Nazilerin günah keçileri kadar masum değil elbette. Ama onlar da “bizim”. Milletvekillerimiz, altın madalyalı sporcularımız veya başarılı bilim adamlarımız kadar bizim bu “sapıklar”. Onlar saptıkları için”öteki” oldular. Tecrid edildiler. Günah keçisi rolü verildi onlara. Onların sapması sayesinde “sapmayanlar” günahlarından arınacaklar!
Peki sapmayanların sübyancı keçiye yüklemek istedikleri günah ne?
Sapmayanlar kendilerinden ikinci bir şahıstan bahseder gibi bahsediyorlar. Kendine daha iyi bakmak söz konusu. Kendini şımartmak. Mükün olduğu kadar “seçkin” bir biçimde tabi. Evini daha iyi döşemek, daha iyi şaraplar içmek, daha güzel arabalar kullanmak istiyor o artık öteki olan “kendisi”. Tatile gidip dinlenmek değil tatilini “başarmak” gerek… Başkalarına anlatmak ve mutlak şef olan “kendisini” memnun etmek için… Yoksa siz tek taşınızı almadınız mı daha?… kendinize?
Sapmayanlar iki zıt kutubu mutluluk ve tatmin olan demir çubuğu büküp bir halka yaptılar. Bu halkanın içinde yaşamak zorunda herkes. Bu halkanın içinde geçmiş ve gelecek yok, sadece “an” ve anı yaşamak var. O anın içinde anlamın oluşmasına yetecek kadar zaman olabilir mi? Elbette yok.
Zamanın ve mekânın dışındaki evren hissedilmiyor onların dünyasında. Aşk? Onu “an” kafesine koydular, aşk da bireyselleşti, erotik-ürünleşti, internetselleşti, içi boşaldı. Sanat? Pornolaştırdılar. İnsan? “Tanrı” ile beraber o da metalaşarak öldü. Doğanın geri kalan kısmı gibi üzerinde hakimiyet kurulması gereken bir varlık o şimdi. Bilgi? Askerî amaçların hizmetinde. Mürşid olamayan bilim deli bir çoban oldu, insanları güdüyor savaştan savaşa!
Vicdan kollektifleşti, kurumsallaştı. Devlete transfer edildi. Seçim yatırımısallaştı, sulandı, silikleşti. Anlık hazza tapan hedonist cemiyette herkes saldırganlaştığı için saldırganlığı ve şiddeti bir sorun olarak tarif etmeye gerek yok. Tedavi etmeye hiç gerek yok. “Ben deliyim” diyen deli gördünüz mü siz?
Çocukların cinsel istismarı nedir? Haz amaçlı bir saldırganlık değilse eğer, nedir? Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmak değilse?
Anlık hazların, hedonist felsefenin dinleştiği, imanlaştığı bir toplum kurdular sapmayanlar. Haftanın belirli günlerinde alış-veriş tapınaklarında, günün belirli saatlerinde elektrikli putlarının karşısında ibadet ediyorlar. Sapmayanlar sapıklığın kaçınılmaz olduğu bir sistemin mimarları oldular. Bir günah keçileri eksikti, onlar da bulundu: Sübyancılar!
Çocukların cinsel istismarı mı dediniz?
- – Iyy, ne iğrenç!
- – Nasıl yaparlar böyle bir şeyi?
- – Bunları asmalı!
- – Acı çektirerek öldürmeli hepsini,
- – Cezalar çok yetersiz canım.
… Sanat, tarih, felsefe, siyaset, ekonomi üzerine kitap okumak için …
2ci Sürüme dair not: Birinci sürümden bu yana 12 yeni kelime eklendi Derin Lügat’a. İndirip ilk 30 kelimeyi okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmedik. Yani 65inci sayfa sonuna kadar (Yalnızlık dahil) 2.0 ile 1.0 arasında bir fark yok. Bundan sonraki güncellemelerde de aynı yolu takip edeceğiz.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
16 Yorum
Yazan:dj Tarih: Kas 27, 2008 | Reply
hosunuza gitmeyen her seyi cocuklarin cinsel istismariyla ayni kefeye koymussunuz ya, bravo
Yazan:fizikci Tarih: Kas 27, 2008 | Reply
Çok isabetli bir yazı Mehmet Bey. Çok güzel ifade etmişsiniz.
Yazan:İbrahim Ahmed Tarih: Kas 27, 2008 | Reply
Yazınızı okur okumaz (a) ve (c) şıklarının ikisini birlikte işaretledim ve birleştirdim; “Ayy, iğrenç! Bunları asmalı!” Ama yazı beni kendimi sorgulamaya ve götürdü; “o pislikleri asmakla kendini kurtaramaz ve kendi vicdanını rahatlatamazsın.”
Bardağın boş tarafını gösteren bu güzel “pesimist yazı” dan ben kendi adıma daha fazla ahlaki sorumluluk yüklenmemem gerektiği sonucunu çıkardım. Evet, boşlukları/eksikleri görmek bizi sebepleri/niçin’i sorgulamaya götürür. Umut, sorgulamanın başladığı yerde biter. Eskilerin dili ile söylersek, “nikbin oluş bedbin oluşun içinde mündemiçtir.”
Şu ara haber bültenlerinde, gazete ve internet sayfalarında bahsettiğiniz türden o kadar çirkeflik varmış ki meğer haberim/iz yokmuş. Sebebi de bu tür haberleri bilerek okumamam ve izlememdi. Artık bunların geniş bir zemine (cinsel, psikolojik, sanatsal, felsefi, sosyoloji vb.) oturtularak, tüm yönleri ile incelenesi gerekiyor ki, bunların bir kısmına değinmişsiniz. Mesele, bahsettiğiniz gibi bireysel vicdan rahatlatma meselesi olmaktan çıkmıştır artık..
Gerçekten kabulü zor olmakla beraber, cinsel istismar suçunu işeyen sefiller edepsizleştirilen/ahlaksızlaştırılan gezegenimizin “doğal” dikenleri, birde ortalığı anlaşılır sebeplerle bu hale getiren perde arkasındaki sefihleri, asıl rezilleri görmek teşhir etmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Güzel yazınızın bu önemli çabaya bir başlangıç olmasını dilerim.
Yazan:blue Tarih: Kas 27, 2008 | Reply
Sapıklar her topluma lazımdır. Çünkü ahlak skalasını ona göre belirler toplum.
Sapıklar her topluma lazımdır. Zira zalimin de, hırsızın da, sahtekarın da ispatlayacağı bir haysiyeti bu şekilde var olur ancak.
Toplum sapığa lazımdır. Çünkü ancak toplumdan cesaret alır sapık, ondan beslenir, ona borçludur.
Sapık, toplumun gayr-ı meşru çocuğudur. Onu o peydahladı şeytanla flörtünden. Ve şimdi “ne kadar çirkin!” diyor. “Yok olmalı, kürtaj etmeli bu bedenden…”
Yazan:özlem Tarih: Kas 28, 2008 | Reply
Cok ilginç ve güzel bir yazı. Cocuk istismari ile ilgili manzaranin butununu olmasa da büyük bölümünü yansıtıyor bana gore.Zor bir konu.Tebrik ederim.
Yazan:ibrahim Tarih: Kas 29, 2008 | Reply
Fakat denmesi ötesi pelesenk edilmesi gerekirdi ki “biz nerede hata yaptık?”…
Yazan:samvan Tarih: Kas 30, 2008 | Reply
Konuyla doğrudan bir ilgisi yok ama yine de buraya yazıyorum.
Milliyet Gazetesi’nin sitesi hergün verdiği tecavüz haberlerine bir yenisini daha eklemiş.Ama çelişkiye bakın ki bu haberin duyurulduğu ana sayfada cinsel içerikli birçok fotoğraf ve haber var.Burda da koskoca gazete milleti sömürüyor.İşte yukarda bahsedilen istismarların nedenlerinden birisi de böyle yayın yapan gazeteler.Derin Düşünce Grubu olarak bu konuyu da ele almanızı umuyorum.
Saygılar…
Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 30, 2008 | Reply
@ Blue,
Sapıklar, her topluma lazımdır. Çünkü ahlak skalasını ona göre belirler toplum.
Ahlak skalasının hangi diliminde yer alan zihniyet “kötü” tanımını yapacak?”Toplum”a lazım dediğiniz bu sapıkların “skalayı “belirleyen merci konumunda olmaları durumunda ne olacak? Yukarıdaki kararı veren adli tıp uzmanları bu ahlak skalasının hangi diliminde yer alıyor olabilirler?
Bu skala bana bir iple birbirine bağlanmış olan ve 180 dereceden daha fazla açılma imkanı olmayan yelpazeyi hatırlatıyor.Bu yelpaze dilimlerini bir arada tutan ipi koparmadığınız sürece daha geniş açılı bir yelpaze elde etmek mümkün olamayacaktır.Ortada bir sağıklık var o sapıklığın cezasında söz sahibi olanların kararı da “sapıkça”!
İpi koparılmış,dilimleri dağılmış ve işlevini yitirmiş olan nesne artık “yelpaze “değildir.Bu nedenle “sapıklığın” da ahlak skalasında yer aldığından bahsetmek, ipi kesen makası bilemeye yardımcı olmaktan farklı bir tavır olmayacaktır.
Toplum, sapığa lazımdır. Çünkü ancak toplumdan cesaret alır sapık, ondan beslenir, ona borçludur.
Dediğiniz gibi “sapık”, meşrulaştırma/olağan kabul edilme noktasında toplumdan güç alır.Zira tepkisiz kalarak“ahlak spektrumu”nun bir yerinde yer aldıklarından söz ettiğinizde bunu sahip oldukları ,kullanılması olağan bir “hak/özgürlük”müş gibi algılayıp fiillerinde daha da pervasız olabiliyorlar.
Sapık, toplumun gayr-ı meşru çocuğudur. Onu o peydahladı şeytanla flörtünden. Ve şimdi “ne kadar çirkin!” diyor. “Yok olmalı, kürtaj etmeli bu bedenden…”
İtirazım kısaca; bu gayri meşru peydahlamaya ses etmeyip “lazım”denilmesine.
Bu tip sapıklıklara,gündüz-gece,yaz-kış,iyi-kötü mantığı ile bakılıp “lazım” denmesini anlamakta zorlanıyorum.
Yazan:blue Tarih: Kas 30, 2008 | Reply
Sayın çuvaldız,
Sapıklık, toplumun kendi gayr-i meşruluğunu örtmek için kullandığı bir örtü. “Henüz yaşı küçük, psikolojisi etkilenmemiştir” diyen kurul da bize, sapıklığın aslında toplumsal bir marazın nihai nüksetmesi olduğunu gösteriyor. Ama suçu, yine sadece kurulda ararsak benzer bir hatayı tekrarlamış olacağız. Ortada, kesilip atılması gereken bir cerahat yok; bütün vücudun kemoterapiye girmesi lazım.
İtirazınız olduğu noktayı yanlış anlamışsınız. Lüzumiyeti isteyen, tespit eden ben değilim; kendi günahlarını sapığa nispet edip küçümseyen toplum. Yani bir gereklilikten değil; bir oluştan bahsediyorum.
Böyle az ve öz yazınca muğlak kalıyor tabi. Fıkranın esprisini anlatınca da ortada fıkra kalmıyor.
Düşmanım, ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, sen de bana lazımsın…
Makamında okuyunuz efendim.
Yazan:çuvaldız Tarih: Kas 30, 2008 | Reply
@ Blue,
Ortada, kesilip atılması gereken bir cerahat yok; bütün vücudun kemoterapiye girmesi lazım.
Katılıyorum.Toplumun,sapıklar ve diğerleri gibi kesin çizgilerle ayrılmış tarafları yok bu nedenle de ‘sapıklığı’, bireyleri masumlaştıracak şekilde “kurullara/kurumlara” indirgeyerek düşünmemiştim.
Vicdan kollektifleşti, kurumsallaştı. Devlete transfer edildi.(M.Y)
Kurulun verdiği kararı buraya alıntılarken düşündüğüm bu şekilde bir vicdan ihalesi yapmak değildi.İşaret etmek istediğim,bu ihale edişe neden olan ,tanımlama ve/veya kabullendirme yaklaşımında seçilen yöntem ve kullanılan ‘dil’in benzerliğiydi.
Kurulu oluşturanlara,bu kararı neye dayanarak verdikleri tek tek sorulduğunda eminim akla,mantığa uygun gelebilecek bir takım “bilimsel verilerden” bahsederek kararlarının doğruluğunu ispat ede(bile)ceklerdir.
Ahlak skalasının hiçbir yerinde yer almaması gereken olaylar, genetik,psikolojik,ekonomik,biyolojik vb.gibi bir takım mazeretler sıralanarak akla ve vicdana sığdırılmaya çalışılıyor.Sizin tanımınızla ‘toplumun gayri meşruluğu’ temin edilmiş oluyor.Bu aşamadan sonra örtünün adının pek bir ehemmiyeti kalmıyor zaten!.
Kemoterapi alacak olanın, seans öncesi yapması/uyması gereken bir takım kurallar var.”Sapıklar her topluma lazımdır zira ahlak skalası ona göre belirlenir” denildiğinde aşağı indirilmesi gereken çıta maalesef daha yukarı taşınarak “gayri meşru”olanın meşrulaştırılabileceği zemin de temin edilmiş oluyor .
İtirazınız olduğu noktayı yanlış anlamışsınız. Lüzumiyeti isteyen, tespit eden ben değilim; kendi günahlarını sapığa nispet edip küçümseyen toplum.
Mehmet bey’in dediği gibi bu da bir çeşit kurumsallaştırma ve transfer etme değil mi?
Toplum için, yukarıdaki kurulun kararındaki 12 yaşındaki mağdur kız çocuğuna dendiği gibi “başına gelen ahlaki kötülüğü algılayamadığı için psikolojik olarak da zarar görmemiştir” diyebilir miyiz ki kendi günahlarını nispet edip küçümseyen olarak itham edilebilsin?Toplum için bu tespitte bulunan kim ve delilleri nelerdir?
Her makamı iyice sindirip,bilerek geçmek lazım.Hala sizi yanlış anlıyor olabilirim,bunu düzeltmek için katkıda bulunursanız memnun olurum.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 30, 2008 | Reply
Mehmet Bey elinize sağlık,çağımızın suçtan arınma metodlarını çok güzel tahlil etmişsiniz.Gerçekten de kendimizi “sapmayanlar”ın dışında tutmak ne yazık ki bizi olası suç ortaklığından kurtarmaya yetmiyor.Fakat yine de vicdanımız rahatlasın diye tesellilere sığınıyoruz işte.Doğru mu yapıyoruz yanlış mı yapıyoruz bilmiyorum,belki bu da yaradılışımızın doğal bir sonucudur kim bilir.
Yazan:güler Tarih: Nis 18, 2009 | Reply
bizim toplumumuz erkekçi bir toplum.bizler ne erkeklerimize ne kızlarımıza insana insan gözüyle bakmayı öğretemiyoruz.erkek çocuklarımızı büyütürken etek altı çalışmaları yapmalarına sanırım aileler teşvik ediyorla.bir insan böylemi yetiştirilmeli ve daha sonra belediye seçimlerinde kadına şiddete hayır diyorlar.şiddetin temeline bakılmalı.erkekve kız çocuklarımızı birbirlerine karşı cinsel obje olarak göstermeyelim onlar önce insan.bir kız çocuğu bir erkek çocuğunu masum bir öpücük kondura bilir yanağına fakat kız çocuğunu anası derse bir daha öptürürsen seni döverim , erkek çocuğunun anasıda derki aslan oğlum benim ,çapkın oğlum az kızların canını yakmıycan sen.işte size sırada masum bir öpücüğün annelerin bakış açısı .bir anne destekledi oğlunu biri de ayıpladı.böyle olmamalı.sonra yetitiriyoruz böyle sapıkları.sanırım aileler kendilerine yapılanı çocuklarına yaptırıyorlar.
Yazan:BANU AY Tarih: Tem 11, 2013 | Reply
istismar Tecavüz ruh saglıgını kesin bozuyorsa niye Avrupa Konseyi Test yapın okul başarısına bakın diyor.Onlar test yapıyor okul başarısına bakıyor adaleti arıyor.SİZ bakamayız ugraşamayız demeniz adaletsizlige devam demektir.o zaman onlardan işinize geleni zihniyetinize uyanı al.uymayanı alma sadece iddia oldu masum insanlarıda ruhsaglıgıbozulmuş kabul incelemeden 15 yıldan az olamaz maddesi getir masumlarıda tık.Bu ne vicdansızlık,bu ne kin düşmanlık bu ne adaletsizlik.test yapın okul başarısına bakın inceleyin ayrıca yargıtayın istedigi suçun ani ve kesik hareketlerle işlenmesi maddesini çıkarın
Yazan:BANU AY Tarih: Tem 15, 2013 | Reply
Saçının teline veya burnuna kaza ile temas edenle bu tecavüz olayını aynı tutan adınada cinsel istismar diyen arasında fark görmeyip agırlaştırıcı cezayı ikisine uygulayan zihniyeti yargıyı kınıyorum. İki yıl devam eden ilişkiden bile burada rıza yoktur bunların hepsi rıza dışında olmuşturu dayatan zihniyetide kınıyorum.Avrupadan aldıgı kanunu test yapmadan okul başarısına bakmadan düzmece raporlarla yapılan yargılamayı hatta raporları kaldırıp bozulmuştur ve hatta 15 yıldan az olamaz maddesini getirmeyi kınıyorum.Evrensel adaletten kaçanları kınıyorum.
Yazan:beklenen Tarih: Tem 16, 2013 | Reply
tecavüz ister çocuk olsun ister bir başka varlık… sistemin dayatmasıdır. tecavüz edenlerle edilenler sadece kurban. Eğer sistemi Allahtan uzak tutarsanız yerine koyacağınız adı ne olursa olsun mutlaka şeytani bir sistemdir. Şeytani sistemler ve bunu yürüten insanlar olabildiğince çok insanı cehenneme sürüklemek ister. Kendileri az bir süre kalacaklar ya!
Bir sistem pisliğin bütün yollarını açık tutarsa dahası açık tutmayı bir maharet sayarsa ve bunu normal hale getirirse zaten sonrası çok önemli değildir. Tecavüz edilmiş bir kadınla para karşılığı bu işi yapan arasındaki fark her şeyden önce varmı? kaldıki çocuklara bunu layık görelim. Özgürlük adı altında yapılan çağrıların aslında bu tu kaka dediğimiz tecavüze çağrı olduğunu anlamayacak kadar ensebil toplum olduk… gerçekten anlamıyorum. Bir çocuğun tecavüze uğraması ile 5 yaşındaki bir çocuğunu daha çocuk diye nerdeyse donla gezdirmek arasındaki ilişkiyi kuramayanlar Allah aşkına akıllarını nerde tutuyorlar. Bu tür pislikleri normal kavramını daha 5 yaşındayken ebeveyn olarak bizlerin verdiğini ne zaman göreceğiz. Sistemi ne zaman sorgulayacağız. Yahu tamam sorgulama yetenek yok de….. e be kardeşimmm o saf halinle bari adamakıllı müslüman ol yahu… Helallere meylet Allah zaten haramları önünden alır.. bunuda yapmıyorsan sonra başına geleceklere destanlar yazma.
Ancak yazarın bir kavram karmaşasına tav olduğumu yazmadan geçemeyeceğim. Yazar aklısıra yahudi katlimanı dedikleri lafları sanki gerçekten olmuşda sonraki laflara ( nasıl karıştırdığını hala çözemedim) bunu örnek veriyor.
Yazar efendi yazar efendi….Bu yakılma hadiseleri öyle senin bildiğin!!!! aslında bilmediğin türden değil. Orda yakılan yahudiler varsada özürlüler ve siyonizm in hedeflerine uymayı ter edenlerin bir bölümüdür. Kalanı çingenler türkler ve diğer milletlerdendir. Ağıt yakacaksan kendi milletinden!!!! başla… yahudiler yanmayı değil sadece yakmayı bilirler.. filistini örnek vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun… dünya yanıyor görmüyormusun?
Yazan:misafir Tarih: Eyl 1, 2013 | Reply
ADLİ BİLİMCİLER BU SORUNUN CEVABINI BİLİYORMUSUNUZ?
ruh saglıgı kalıcı bozuk olan nasıl oluyorda fakülteyi kazanıyor.avrupa konseyi test yapın okul başarısına bakın diyor.tabi bizde bakmıyorlar sırf ceza vermek için düzmece raporlar 15 yıl adam suçlu olmasada cezaevleri doldu.Adli Bilimciler size soruyorum nasıl oluyor kendi yasamını idame edemeyecek derecede ruhsal saglıgı bozuk olan fakülteki kazanıyor.sizin rapora göre kazanamaz ama kazanmıiş demekki yankış rapor vermişsiniz yazık degilmi o adama yıllarca xeza evinde yatacak tek sizin raporunuzdan böyle binlerce şuçsuz kişi var yazık degilmi bu topluma bilgi verin adalet yok deyin konu cinsellik oldumu gerisi teferruat deyin.vicdanmı o ne yahu deyin.böyle rapor verip nasıl rahat yemek bogazınızdan geçiyor nasıl rahat uyuyorsunuz onu bu topluma anlatınız.hatta kalıcı bozuk dediginiz kişilerin hiç ilaç kullanmadıklarını tedavi olmadıklarını yazınız başarılarınızı anlatınız.Bunları delil olarak sunanların delilleri kabul olmadıgını insanların suçsuz içeri tıkmanın güzelligini anlatınız.iki feminist erkek düşmanı eylem yapınca cezaları 20 kat arttırdıgınızı anlatınız.Toplum ne kadar ahlaka önem verdigimizi anlasın çünkü biz ahlaklıksızlık olmasında adaletsizlige razıyız hoşnutuz deyip anlatınız