RSS Feed for This Post

Ingmar Bergman Sineması ve Kış Işığı (film)

Uzun bir seri hâlinde düşündüğümüz ve ilk bölümünü Tarkovsky sineması ve Stalker filmine ayırdığımız “Bir Yönetmen Bir Başyapıt” yazı dizisinin ikinci bölümü, yine çok büyük bir yönetmen olan Ingmar Bergman’ın sinemasını ve “Winter Light- Kış Işığı” filmini ele alıyor.

İsveçli büyük sinema ustası Ingmar Bergman, sadece kendi ülkesinin değil, dünya sinemasının da yetiştirdiği en büyük sinema yönetmenlerindendir. Altmışdan fazla filmiyle sinema sanatına birbirinden değerli eserler armağan etmiş Bergman, bir Lutheryen papazın oğlu olmanın getirdiği disiplinli ve sert bir aile içinde büyümenin etkilerini filmlerinin çoğunda gösterir.

Sanat hayatına tiyatro ile başlamış ve ömrünün sonuna kadar tiyatro yapmış olan Bergman’ın sinemaya geçtikten sonraki ilk eserleri, daha çok İsveç halk sanatları ile, İsveç kukla tiyatrosuyla, Strindberg ve Ibsen başta olmak üzere Baltık tiyatrosuyla ve Selma Lagerlöff’ün romanlarıyla yoğun ilişkide görünür. Çıkış noktası olarak her büyük sanatçı gibi kendi ülkesinin geleneklerini, sanatlarını alan Bergman, daha sonra folk sanatına ve tiyatroya has simgelerden hayatı için önemli olan sorulara dönüş yaptığı bir dönem geçirir. 1975’lere kadar süren bu dönemde Bergman filmleri, adeta aynı temalar etrafında dönen ve dönerek derinleşen, derinleştikçe yeni sorular ortaya koyan bir izlenim verir.

Benim açımdan Bergman’ın başyapıt olarak değerlendilecek ilk filmi “Yedinci Mühür”dür. Haçlı seferlerinden derin hayal kırıklıkları ve sorularla dönen ve “benim tüm hayatım manasız bir aramaymış” diyen şövalye, arayışının sonuçlanmamasından şikayetçidir. Vebadan kırılan Ortaçağ Avrupası’nda şövalye ve onun yardımcısı hayata bakışları farklı iki kişidir. Jöns (şövalye) kendisine gelen “ölüme” bile bu bilgiyi sormaktadır: Tanrı var mıdır? Tek istediğim bilgi diyen ve bu bilgi uğruna hayatını harcayan şövalyeye zıt şekilde, sadece yaşamak gerek diyen Jof hayattan tad almak peşindedir. Bergman sorunlarının iki merkezi bu iki zıt karakterde görülebilmektedir bence. Hayatı boyunca Tanrıya inanmak ya da inanmamak arasında gitgeller yaşamış bu büyük sanatçının sanatındaki en derin yönler de, eksik yönler de bence bu durumla açıklanabilir. Tanrı fikrinin kendi sanatının merkezî konusu olduğunu ilan ettikten 10 yıl kadar sonra filmleri başka bir fikre dönse de bence yine aynı konunun bakış perspektifini değiştirmekten başka bir şey yaşamamıştır Bergman. Yedinci Mühür’deki şövalyede eksik olan şey teslimiyet ve Tanrı ile bir şekilde ilişkili olabilecek bir imandan uzak olmasıdır bence. Bilgi isteyerek, aslında aklıyla tescil edebileceği bir Tanrı istemektedir Jöns. Belki de modern insanlığın krizinin bir şeklidir bu. Jof ise modern insanlığın bir başka yüzüne, artık herşeyi unutup “nihilizme” teslim olmuş ve Tanrıyla ilişkisini her açıdan yitirdiği için yaşamaktan başka bir değere inanmayan bir insan tipine işaret ediyor bence. Bu iki insana da aslında “doğru”yu gösteren gezgin bir sanatçı ailesidir. Sevgiye ve mutlak imana teslim olmuş bir aile! Yedinci Mühür, dünya sinema tarihinde, ölümü, inanç ve inanmamak ikilemini en derinlemesine sorularla anlatmaya çalışan büyük bir eserdir. Filmden bir sahne:

Ölüm : Ne bekliyorsun hala?

Şövalye : Bilgi

Ölüm: Sen garanti istiyorsun 
Şövalye : Nasıl istiyorsan öyle de.

Bizler gibi değil mi? İnanmak istiyoruz ama bunun için garanti istiyoruz. Bilgi istiyoruz, inanç değil!
“Yaban Çilekleri” Bergman’ın yine çok önemli bir başyapıtıdır. Yaşlı bir tıp profesörünün geliniyle birlikte bir tıp ödülünü almak üzere yaptığı yolculukta, aynı zamanda kendi hayatının derinlerine, çocukluğuna yaptığı bir yolculuk konu edilir filmde. Yolculuk ilerledikçe, nazik görüntünün altında saklanan bencillikler, sertlikler ve hatalar bir bir ortaya çıkar. Hastaları iyileştiren doktor kendi hayatında onulmaz hastalıklar ve hatalar yaratmıştır. Yaban Çilekleri, Tarkovsky’nin “Ayna”sı, Angelopoulos’un “Sonsuzluk ve Bir Gün”ü gibi, otobiyografik olduğu kadar evrensel de olabilen yapıtlardan birisidir kanımca.

Yazının konusu da olan “Winter Light- Kış Işığı”na geçmeden önce “Persona”, “Çığlıklar ve Fısıltılar” ve “Utanç” filmlerinden de bahsetmek gerekli.

Persona, modern sinemanın gördüğü en derin filmlerden birisidir bence. Filmde birden, konuşmayı, yürümeyi , bir anlamda hayatını kesmiş bir aktristin, ona bakmak amacıyla gelen hemşire aracılığıyla kendi maskeleriyle yüzleşmesi; hemşirenin de aktrist aracılığıyla kendisiyle ve maskeleriyle yüzleşmesi anlatılır. Filmin sonunda her iki karakterin de yüzleri belirsizleşir ve birbirine girer. Acaba modern dönemlerde bizlerin yüzlerine de olan bunlar mı? Psikanalizin, belki de filmde erimiş halidir Persona; ama bilimsel bir soğuklukta değil, şiirin derinliğinde. Jung psikolojisinde, insanın toplumsal maskesi, yani insanın toplum içindeki rolleri için geliştirdiği maskesi anlamlarına gelebilecek olan persona filmde çözülüp gerçek benliğe ulaşıldığında, karşılaştıklarımızın çoğunlukla aynı insanlar olmadığını gösteren büyük bir başyapıttır Persona. Her izleyişte değişik bir yönüne şahit olduğumuz Persona çoğu eleştirmen tarafından Bergman’ın en önemli eseri olarak da görülmektedir. 
“Çığlıklar ve Fısıltılar”, Bergman filmlerinde çokça görünen kızkardeşler arasındaki iletişimsizlik üzerine bir filmdir. Benim için filmin en akılda kalan tarafı parlak kırmızı atmosferidir. Benim için o filmden beri kırmızı ölümün rengi gibidir. Bergman ise kırmızıyı kullanma sebebi olarak “sanırım kırmızı, ruhun rengi olduğu için kullandım” cümlesini kullanmıştır.

” Utanç” filmi ise savaşın korkunçluğuyla yüzyüze gelen bir çift aracılığıyla kendi korkularımızla yüzleşmemiz gibidir adetâ. Filmin son kısmında ard arda gelen kararmalarla son derece trajik bir “son” a yaklaşılır. İlk kararmadan sonra görüntü yeniden açıldığında , uçsuz bucaksız düzlüğün yerini, dalgalarla boğuşan bir tekne alır; sebebini kimsenin bilmediği bir savaştan kaçan insanların açlık, susuzluk ve en önemlisi umutsuzluk karşısındaki çaresizliğidir bu görüntü. Görüntü tekrar kararır. Martı sesleriyle birlikte teknenin etrafında ölmüş asker bedenlerinin olduğu bir görüntüyle tekrar açılır görüntü. Artık ölüm yanlarından geçmek şöyle dursun yanıbaşlarındadır. Ellerindeki küreklerle ölmüş bedenleri itmeye çalışırlar boşu boşuna. Görüntü kararıp tekrar açılınca dalga seslerinden başka hiçbir ses kalmamıştır. Herkesin sessizlik içindeki bakışlarından, tükenmişliğin, umutsuzluğun anlamsızlığı görülebilmektedir. Sonra teknedekilerden birisi kendisini usulca denize bırakır… bir sonraki sahnede kadın, kocasına, güllerin tutuştuğu fakat ateşin gülleri yakamadığı rüyasını anlatır ve sorar: “Jan, her şey bir rüya gibi, ama benim değil bir başkasının rüyası…Rüyasında bizi görenler neler hissederler acaba? Utanç mı?…”

“Sessizlik” filmi ise yine kızkardeşler ve aileler arasındaki ilişkisizliğe odaklar bizi. Dilleri aynı olmayan insanların konuşup anlaşabildiği; ama kızkardeşlerin anlaşamadığı bir dünyadır söz konusu olan. “Fanny ve Alexander” yine bir aile dramıdır, adeta tüm Bergman motiflerine şahit olduğumuz bir aile dramı. Bergman’ın son sinema filmi, aslında görkemli bir vedadır aynı zamanda.

“Winter Light- Kış Işığı”, aslında “Tanrının Sessizliği” ya da “Oda” üçlemesi olarak da bilinen üçlemeninin ikinci filmidir. Üçlemenin ilk filmi “Through a Glass Darkly- Aynanın İçinden” , üçüncü filmi ise “Silence- Sessizlik”tir.

” Yaşamalıyız” der , filmdeki rahip, intihara kalkışan bir adama. Adamsa ” niye yaşamalıyız?” diye sorar. Bu soru belki de Bergman’ın, sanatında cevabını aradığı asıl sorudur. Niye yaşamalıyız?  Rahip, bu soruya karşılık hiçbir cevap veremeden susar ve başını öne eğer.

Bergman’ın sinemasının en önemli özelliği işte bu tür, basit görünen ama insanın kendisine dönüşünü, kendisine bakışını , kendisiyle ve hayatın manasıyla ilgili düşünmesini sağlayan sorular sormasıdır. “Neden yaşamalıyız?” , “Biz kimiz?” , ” Tanrı var mıdır?”, gibi çocuk seviyesinde görülen ,yetişkinler olarak bizlerin cevabını bulduğumuzu düşündüğümüz soruların dünyasına tekrar bizi götürebilecek sorular sormak. İncil ile ilişkisi hep devam etmiş, en inanmadığı zamanlarda bile İncil’i ilham kaynağı olarak kullanmış olan Bergman için, “Kış Işığı” aynı zamanda kendi inancıylainançsızlığıyla da hesaplaştığı bir duruma işaret eder.

“Kış Işığı” Bergman’ın en basit ama en derin filmlerinden biridir belki de. Hepimizin hayatta sorduğu sorulara bir ayna! Bu soruyu zaman zaman hepimiz sorarız: “niçin yaşamalıyız?” Rahip, aşk ile özdeşleştirdiği Tanrıya inancını, çok sevdiği karısını yitirince yitirmiştir. Mevlana’yı hatırlatmıyor mu? ” A be ahmak neden bir ölümlüye aşık oluyorsun da hiç ölmeyecek olana değil?” diyen Mevlana’yı…Filmde belki de gerçekten inançlı olan tek insan kilisenin piyanistliğini ve zangoçlugunu yapan engelli adamdır. Rahip ona bir zamanlar bir İncil vermiştir ve okumasını söylemiştir. Bir konuşmada – ince kalbini benim Victor Hugo’nun Quasimodo’suna benzettiğim – zangoç, rahibe bir sey sorar: “Neden İsa çarmıha gerildiğinde “Baba-Tanrı’ya ‘beni neden yalnız bıraktın demiştir?’ “. Rahip birşey söylemez, bunun üzerine adam rahibe “ben galiba İsa’nin çektiği derin acının sebebini biliyorum” der. “Sebebi ,O’nun çarmıha gerilmesi degil , çarmıhta yapayalnız bırakılmasıydı, bundan büyük bir acı düşünemiyorum.” der.

Rahip, Tanrının sessizliğinden şikayet etmektedir. Tanrıya yakarışında bir cevap gelmemesinden…bu acaba Tanrının sessizliği midir, yoksa Tanrıyla kurulacak ilişkinin yöntemini bilmeyen bizlerin mi? Garanti isteyen insanoğlu, Tanrı ile saf imana dayalı bir ilişki şansını da yitirmiş olmuyor mu? Tanrının sessizliğinden şikayet eden ve imanını yitiren rahibin durumunu düşününce hemen aklıma bir Mevlana hikâyesi geliyor. Hepimiz zaman zaman Allah deyişimizde ‘Lebbeyk” cevabı bekliyoruz, bu cevap kulaklarımızda çınlasın istiyoruz, Mevlana’nın hikayesindeki Şeytan tarafından kandırılan adam gibi. “Lebbeyk” sesini duyamadığımızda Allah sessiz, Allah yok sanıyoruz. Bu bize hüzün veriyor. Belki gözyaşlarımız oluk oluk akmaya başlıyor. “Neredesin Allah’ım diyoruz, neredesin, neden bana yardım etmiyorsun…” Sonra belki bir kapı açılıyor kalbimize, bir mutmain olma kapısı gibi. Hani Hz. Ali demisti ya ” insan hiç görmediği bir Varlığa inanır mı, ben yemin ederim ki Allah’ı görüyorum.” Belki bu sözün manasını keşfetmeye başlıyoruz her damla gözyaşında. Görmenin illa ki gözle olması gerekmiyor, asıl görenin gönül olduğunu anlıyoruz çektiğimiz her acıda, döktüğümüz her damla gözyaşında …ve anlıyoruz ki, aynen Mevlana hikayesindeki gibi “benim her Allah deyişim O’nun ‘Lebbeyk’ demesiymiş” …aynen Mevlana’nın dediği gibi susuz nasıl suyun peşindeyse su da susuzun peşindeymiş meğer!

Bergman, hemen her filminde beni bu sorularla başbaşa bırakır. Bütün büyük sanatçılar gibi soru sordurur. Cevabını vermesi şart değildir, hatta cevabını bilmesi de şart değildir. Bütün büyük sanatçılar gibi dinsel, geleneksel kaynaklarından filizlenir Bergman da. Bu filizlerle ilişkisi her zaman doğru bir ilişki olmasa da kaynağa saygı gösterir ve o kaynaktan susuzluğunu giderir.

Bergman bir keresinde, kendisinin sadece birkaç kez girebildiği, onun harici umutsuzca yumrukladığı kapıdan Tarkovsky’nin o kadar rahatça girebilmesini şaşkınlıkla izlediğini, bu yüzden Tarkovsky’nin en büyük sinema yönetmeni olduğunu söylemiştir. Bence Tarkovsky’nin bu kapıdan bu kadar rahat girmesi, Bergman’ın ise sadece birkaç defa girebilmesi, sanatçının Yaratıcı ile kurduğu ilişkiyle ilgilidir. Yaratıcı ile ilişki kurmanın şeklini bilemeyen, ya da Yaratıcısıyla ilişkisini yitirmiş bir sanatçının gerçek sanat eserleri “yaratması” bence imkânsızdır. Bergman, bu ilişkiyi kör topal da olsa her zaman yaşatmıştır. En inanmadığı zamanlarda bile “inanmadığı bir Tanrı fikrinin” kendisini yönlendirdiğini ve eserlerinin içine nüfuz etmiş olduğunu görmemek olası değildir kanımca.

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

 

 

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:suzannur Tarih: Ara 1, 2008 | Reply

    Böylesi yorum, enfes. Kalem, felsefe, metafizik alan, akıl ve sanat… Kaleminize sağlık. Başak ne diyeyim.
    Not: Bence, kanımca gibi ifadeleri pek tercih etmeyin, yazının akışını bozuyor. Bence tabii :))

  3. Yazan:Enver Gülşen Tarih: Ara 2, 2008 | Reply

    çok teşekkür ederim sözleriniz için. ancak böyle bir yorum insana taşıyamayacağı yük de bindirir. bergman’ı çok severim aynen tarkovsky gibi. sadece sinemanın değil tüm sanatın gelmiş geşmiş en büyük sanatçılarından birisi olduğunu düşünürüm.

    bundan sonraki yazılarda bencelere kanımcalara daha çok dikkat edeceğim bu kesin:)

  4. Yazan:Uygar Tarih: Nis 5, 2010 | Reply

    Yazınız güzel olmuş. Yalnız dikkatimi çeken bir şey oldu. Sanırım organ çalan kişiyle zangoç aynı kişi değildi. Organ çalan adam büyük olasılıkla o da Tomas gibi daha önceden inanan fakat kendisininde söylediği gibi zamanla o şehirdeki herkes gibi kendini çürümeye bırakmış biri. Başka sahnelerde de organ çalarken üfler püfler, devamlı saatine bakar yani yaptığı işi iş olsun diye yapan bir adamdır. Hatta filmin sonlarına Martha’nın yanına gelip bunu yapabiliyorken oradan gitmesini söyler. Martha Tomas’a olan aşkından dolayı bunu başaramaz. Zaten bunu başaramayacağı açıktır. Tomas intihar etmeyi kafasına koyan Jonas’la onu bu düşüncesinden vazgeçirmek için bir konuşma yapacaktır. Fakat bu konuşma işe yaramadığı gibi bu diyalog esnasında Tomas çözülür. Sonraki sahnede Martha ile karşılaştığında artık özgürüm der. Bunun üzerine Martha’ya onu sevmediğini, hala ölen karısını unutmadığını, Martha’nın ölen karısını hiç görmediği halde onu taklit ettiğini söyler. Martha ağlama krizine girmesine rağmen onu bırakamaz.Filmin son sahnesi ise çok etkileyicidir. İnancının olmadığının bilincinde olan Tomas’ın Jonas’ın cenazesi için gerekli kilise ritüelini gerçekleştirmesi gereklidir. Onu dinlemeye gelen tek kişi ise Martha’dır. Tomas yine son derece inançlı bir adammış gibi davranarak “Tanrı’nın yüceliği kutsaldır.Egemen olan odur” der. Aslında bi nevi oyuna devam demektir bu. Çünkü bu sahneden sonra film biter. Tomas yine inançlı görünen bir inançsız, yine yanında Martha yine o şehir, yine hayatı anlamdırma süreçleri…Tabi ben böyle yorumluyorum. Başka birisi final sahnesinin öyle bitmesini bundan sonra Tomas hayatını değiştirecek, başka bir adam olacak, rahipliği bırakacak şeklinde yorumlayabilir. Bu da filmin birçok alt metin üzerinden okunabileceğini, Bergman’ın ne kadar büyük bir yönetmen olduğunu gösterebilir.

  5. Yazan:Yavuz Aşık Tarih: Ağu 16, 2011 | Reply

    Sinema tarihihin kült diye nitelendirebileceğimiz filmlerini izlerken ,bu filmleri “Tarkovsky” sinemasıyla karşılaştırmadan edemiyorum ;en çok da Bergman sinemasını.Bergman filmlerini izlerken bir yolculuğa çıktığımı ve yolculuktan döndüğümü hissediyorum arası büyük bir boşluk ; kafam tıpkı yönetmenin kendisi gibi soru işaretleriyle doluyor. Tarkovky filmlerinde ise yine bir yolculuğa çıkıyorum ama burada hissettiğim soluksuz bırakan ,boşluksuz bir zaman dilimi ;tatmin olduğum derinlemesine bir yolculuk. İşte fark bu bence.

  6. Yazan:aurora1913 Tarih: Oca 8, 2014 | Reply

    bence kanımca gibi ifadeleri kullanmaya devam etmelisiniz. çünkü içerik hakkında yaptığınız yorumların çoğu bergmanın anlatmak istedikleri değil. daha eklektik ve çok boyutlu ele alınması gereken konuları basite indirgeyerek yanılgıya düşmüşsünüz tahlillerinizde. sadece eleştiri sakın kızmayın. büyük bir sanat eseri hakkında tahlil yapan herkes yanılgıya düşmek zorundadır o eseri yaratan dahil. Ama eseri anlamını kısıtlamamak için hele yanlış anlamalara neden vermemek için daha genel hatlarıyla tanıtılmalıdır eserler. detaylar insanların kaçırdıklarını yakalamalarını sağladığı gibi fikri sabitelerede neden olur. kaleminiz yetenekli gerçekten. tebrikler

  1. 1 Trackback(s)

  2. Haz 8, 2011: Bir Yönetmen, Bir Başyapıt : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin