Madımak
By T.Suat Demren on Ara 5, 2008 in Ergenekon Nedir?, İç hastalıklar, Ulus-Devlet
Geceyarısı amaçsızca kanallar arası seyahat ederken, Ülke TV’de Meksika Sınırı adlı programının eski bölümlerinden birisinin tekrarına denk geldim. Selahattin Yusuf, Madımak katliamındaki provokasyon şüphelerinden sözedince, Tarık Tufan araya girdi ve -mealen- “ama orada sonuçta sloganlar atan bir kalabalık vardı ve içeride insanlar yanıyordu” dedi.
Bu basite indirgenmiş gözlem gibi görünen sözler aslında birçok temel meselemize olan çarpık bakışımızı açığa çıkartıyor.
Evet, Madımak olaylarında provokasyon olduğu çok çok büyük ihtimal. Ama bu, provokasyonla da olsa nihayetinde orada insanların öfkeyle toplanarak acı bir katliam yaptıkları gerçeğini değiştirmiyor. Demek ki bu kadar kolay dolduruşa gelen, cana kıymaya hazır altyapısı olan insanlar var toplumumuzda.
Maraş, Çorum, 6-7 Eylül olayları da aynı değil mi?
Bu olaylardaki provokasyonlar, derin devlet tezgahları açığa çıkartıldı. Dünyanın her yerinde/ülkesinde iç ve dış siyasetteki hesaplar için kullanmak üzere enstrümanlar arayan odaklar vardır. Eğer elimizde sürekli ateşlenmeye hazır fitillerle geziyorsak suçun -ya da ihmalin diyelim- önemli bir kısmının bizde olduğunu inkar edemeyiz.
Bunlar geçmişte kaldı diye düşünenler olabilir. Ama maalesef bu gerçekçi bir düşünce değil. Daha geçenlerde şehirlerimizden birisinde, bir belgesel çekiminde kaleye haçlı bayrağı asıldı diye ortalık karışmıştı hatırlanacağı gibi. Öfkeli kalabalığın attığı sloganlar gelişmiş bir ülkede ancak mizah programında parodi olabilirdi, ama burada gerçekti maalesef.
Yığınların aklı olmaz deyip geçemeyiz. Bu sözün doğruluk payı çoktur, hele ki endoktrine edilmiş zihinlerden mürekkep yığınlar söz konusu ise.
Bunun nedenine eğilerek çözüm bulmak yerine provokasyondan girip iç ve dış düşmanlardan çıkmak, sorunlarımızın üstünü örtmekten ya da ayıplarımız için sahte bahaneler üretmekten başka bir işe yaramıyor.
Temel meseleye eğilip bu altyapıyı sorgulamalı, özeleştiri yapmalıyız. Ama yapmıyoruz. Sahte bahanelerle üstünü örtüyoruz sadece, okumuş cahillerimiz başta olmak üzere en iyi yaptığımız şey bu.
Bahanelerimizin sahteliği; ayıplarımızı, utançlarımızı çok da fazla ayıp olarak görmediğimize, handiyse suçüstü yakalanma nedeniyle ucundan tutarak kabullendiğimize dair ipuçları veren bazı eylemlerimizden de ortaya çıkıyor.
Aynı programda Srebrenitsa soykırımı anmalarında Sırpların tepki/coşku göstermek amacıyla o bölgeye gelerek bir kutlama havası ile mangal partileri yaptıkları, bir yanda Boşnaklar acı içinde, katledilenlere dualar ederken, biraz ötede dumanların ve et kokularının çıktığı da konuşuldu.
Tüyler ürpertici bir vahşet; insanî hasletlerden soyutlanmışlık..
Bugün Madımak’ta o facianın yaşandığı otelin altında et bir lokantası var. Bu lokanta tamamen spontane ve hiçbir kasıt içermeyen bir süreçle, faciadan önce [de] orada mevcut bulunuyor da olsa, (ki gerçekten de öyledir, lokantanın sahibi bunu anlatmaya çalışmaktan heba oldu) sonuçta orada toplumsal fay hatlarımızdan birinin eseri olan bir kırılma yaşandı, insanlar öldü. İnsanların acılarının yaşandığı bir yerde et lokantasının olması hiç hoş olmadığı gibi, sözkonusu maktüllerin yakınlarının ve fikirdaşlarının nezdinde, oradaki lokantanın adeta bir nazire için açıldığı yönünde yaygın bir kanı var. Bu da çok tehlikeli bir kutuplaşmaya yolaçıyor aradaki uçurumları daha da derinleştiriyor.
Özeleştiri kültürümüzün gelişmesi, toplumsal barışın sağlanması ancak ayıplarımızı kabullenmek ve bunlardan gerçekten utanç duymakla mümkün olabilecek bir şey. Madımak buna iyi bir başlangıç olabilir.
Orasının -elbette mülk sahibinin mağduriyeti giderilmek suretiyle- bir taziye evine ya da bir müzeye dönüşmesi için ise en başta muhafazakârların gayret göstermesi gerek.
5 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Ara 5, 2008 | Reply
Madımak bir faciaydı ve hala aynı türden facialar yaşanmaya devam ediyor. Simgesel anlamda orasının müze olması zihinsel bir değişimin öncülü olarak kabul edilmek istense dahi, biryığın insan bunu sadece görüntü kurtarmak için yapıldığı zannından kurtulmayacaktır ki çoğunlukla da öyledir. Önce bir iç hesaplaşma gerekiyor toplumda ve bunun bir şekilde, -ivedilikle, yazı, programlar, medya… aracılığıyla- insanları daha aktif ve katılımla sorgulamanın içine dahil etmek gerekiyor, toplumun zayıf tarafının ortaya dökülmesi, endoktrinizasyona açık beyinlerimizin her seferinde nasıl kullanıldığının insanlara anlatılması ve ne ilginçtir ki, insanlarımızın da her seferinde aynı oyuna gelmesi(!)nin engellenmesi gerekiyor. Aslında artık, kullanıldık, biz aslında çok iyiydik, niye böyle yaptık, kollektif adrenalin… zımbırtıları beni iyice geriyor. Bir kere oyuna geldin, iyi de ikincisinde niye yaptın, üçüncüsünde ve sonrasında…? Yok artık, bunun adı sadece kullanılmak olamaz, burada sakat bit durum var ve ben henüz adını koyamadım. Olsa olsa düşünce özgürlüğünün bir türlü sindirilememiş olmasının ve özgürlüğün “sadece bana” anlayışının simgesidir bu tarz oyuna gelmeler ve bunun adı bencillikten başka bir şey değildir.
Sadece orayı müze yapmak, evet sadece görüntü olacaktır. Ama şu da bir gerçek ki, görüntü bile olsa bu bir başlangıçtır yeter ki orayı da diğer müzelerimiz pozisyonuna düşürmeyelim ve hatalarımızla yüzleşmekten kaçınan toplumumuza bahane sunmayalım.
Al sana müze… Eeee, ya devamı? Tamam lokantayı da kapattık, garibanı işyerinden ettik, devamı ne olacak? Her yeri müze ile doldursak da müzeyi sadece bir taş bina olarak sadece tarihin bir parçası görürsek ve o tarihi geleceğe taşıyamazsak… sadece bir müzemiz daha olur. Hatta belki ilerde paralı(!)müze olur. Müzenin giderleri vs. diye. Bunu bile yapabiliriz bu zihniyetle devam ettikten sonra.
Sahi, oranın müze olması, sembolik anlamının insanlara anlatılması eksik kaldıktan ve insanlar bu olanlardan ders çıkarmadıktan sonra anlamı olacak mı? Kaçımız Madımak’ın sorumluluğunu üstlenebilecek özeleştiriye sahibiz ve olayı taraf boyutuna getirmeden ve sen-ben analojisiyle kavgaya dönüştürmeden olayları sadece olduğu gibi görebiliyoruz? Provakasyon mu? İyi de demezler mi adama, senin aklın peynir ekmek mi topluyordu birileri seni kullamırken?! Hassasiyet mi? Ölen bir insan hangi hassas duyguna hitap ediyordu cayır cayır yanarken!…
Bu sadece bencillik, özgürlüğü kendine yontma ve tahammülsüzlük… Ve önce bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor ve bunlarla yüzleşebildikten sonra orası ha müze olmuş ha olmamış bana göre. Zaman akıp gidiyor ve bir bina yitip gidebilir ama o binaya yüklenen özeleştiri kültürü ve özgürlüğün herkese ait olduğu anlayışı yerleştirilirse topluma, bu daha kalıcı olacaktır.
Yazan:MY Tarih: Ara 6, 2008 | Reply
Dogum yapan kediler plasentayi ve göbek baglarini disleriyle keserek/yiyerek yavrularini “özgürlüge” kavustururlar. Ancak bazen anne kediler göbek baginda durmaz, yavrunun önce karnini yer, ardindan da geri kalan kismini.
Bireye odakli bati düsüncesi buna bakarak anne kedide genetik bozukluk aramistir uzun zaman. Oysa anneyi “çocuk katili” yapan çevre/toplum olmustur. Bebekliginde veya hamileliginde bir kaza/stress/güvenlik sorunu yasayan anne kediler yavrularini yiyebiliyorlar.(W.H.THORPE, H.B. CAUDLE, 1937)
insanin evlatlarini öldürmesi degil korumasi bir suç olabilir bazen. Yeni Gine, Kuzey Kanada ve Sibirya yerlilerinde kendi çocuklarini öldürme gelenegi vardir.
Eski Romalilar ve Aztekler de çocuklarini öldürürlerdi. Gelenekler, dinî ve millî degerler ugruna hareket etmek çocugunun hayatini korumanin üzerindedir bir çok toplumda. Ama TOPLUMDA diyorum. çünkü deliren anne aslinda TAMAMEN CiNNET GEçiREN bir toplumun ferdidir. “Dogru” davranmaktadir çocuklarini öldürürken.
Milliyetçi Fransizlarin “Anavatani” (mère patrie) milyonlarca çocuk yemistir kediler gibi. Birinci ve ikinci dünya savaslari sirasinda çocuklarini ölüme yollamak vatanî bir görev, onlari korumak ise vatana ihanetti.
Bugün de bir çok ülke de çocugunu öldüren bir anne hapse girer. Ama “bir oglum daha olsa onu da yollarim” diyen annelere madalya takilabilir.
Yazan:ç-z Tarih: Ara 6, 2008 | Reply
Suzannur hanım,
Nasıl kendisinden başkasına hayrı olsun,bataklıkta, çamura gark olmuş bir insan, üzerine bulaşan çamurdan temizlenebilmek için eline tutuşturulan yine o bulunduğu bataklığın çamurlu suyu ile yıkanmaya çalışıyor.
Birbirimiz yargılamak için kışkırtılan,bulaştığımız çamurun farkında olan ama nasıl kurtulacağımıza dair durup,düşünmeye her gün yargılanmaktan aman bulamıyoruz ki..İçine hapsedildiğimiz kavramların konservelenmiş olarak önümüze hazır koyduğu çoklu cevap şıklarından herhangi birini “özgür irademiz” ile seçtiğimize,onun kendi kararımız olduğuna inanıyoruz. “Sosyal bir varlık” olma mecburiyetinin yarattığı hep bir şeylere “ait” olma baskısı altında sözüm ona kendi hareket alanımız içinde davrandığımıza inanıyor olsak da “toplumun” kendine ait olmayan hiçbir “özel alana” tahammül edemediğinin maalesef farkına varamıyoruz.
Birey olarak o kadar güçsüzleştirilmiş yada öyle olduğumuz vehmine o kadar çok inanmışız ki kalabalık olarak hareket etmemiz emredildiğinde hiç itirazsız buna itaat ediyoruz. Bu nedenle “toplumun” yine bir kitle halinde davranıp iç hesaplaşma yapmasını istedikten sonra içlerindeki adamlara birey olduğunu hatırlatmak maksadıyla “niye kullanıldığının farkında olamadın,senin aklın peynir ekmek mi topluyordu,vicdanın neredeydi” diye hesap sormak pek mümkün olamaz.
Olsa olsa düşünce özgürlüğünün bir türlü sindirilememiş olmasının ve özgürlüğün “sadece bana” anlayışının simgesidir bu tarz oyuna gelmeler ve bunun adı bencillikten başka bir şey değildir.demişsiniz.
Belki de haklısınız ama (üst ve alt kimlik ayırımı yapılarak) ulus,millet, vatan, ülkü,bayrak vs.yaratmak için kullanılacak olan bu çok kimlikli kuklanın parçalarını birleştiren(!)iplerin(sınırları belirlenmiş özgürlükler) zaman zaman kuklayı hareketsiz kılacak kadar karışmasından da gerçekleşebileceği ihtimalini göz adrı etmemek gerekir.Sindirilememiş olan “özgürlükler” değil de kuklaya atfedilmeye çalışılan meziyetler,kimlikler de olabilir!
Not:Bu ve buna benzer olaylarda kalabalıkların tek bir birey gibi hareket ediyor olması bana Takva adlı bir filmin kahramanını hatırlatıyor;günahtan kaçıp hayır işlemek daha çok sevap kazanmak(temizlenmek) için daha çok günaha batan sonra da yaptıklarının yada arada kalmışlığın ağırlığı altında ezilip çıkış yolu bulamayıp akıl sağlığını yitiren Muharrem’i. Söylediğim şey sadece din ve dindarlıkla sınırlı değil,vatanseverlik için de,Atatürkçülük için de geçerli.,.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Takva_(film)
Yazan:TT Tarih: Ara 6, 2008 | Reply
Bu tür kalabalıkların da itina ile oluşturulduğu ortaya çıkmaya başladı…Yani gelişigüzel toplanmış gözüken bir kalabalığın aslında pek de öyle gelişigüzel olmadığı provokasyonun büyüklüğüne bakınca bu konunun da ihmal edilmeyeceğini,kalabalık lazımsa işin şansa bırakılmayacağını düşünebiliriz…
Taha Kıvaç bu günkü yazısında 6-7 Eylül olaylarındaki protestocu kalabalığın arasında Orhan Birgit,İlhan selçuk ve Süleyman Demirel’in adlarını veriyor…
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=06.12.2008&y=TahaKivanc
Belki de kalabalığın hatırı sayılır bir kısmı moda tabirle çakmadır…:)
Yazan:Talha Can Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Temel meseleye eğilip bu altyapıyı sorgulamalı, özeleştiri yapmalıyız. Ama yapmıyoruz. Sahte bahanelerle üstünü örtüyoruz sadece, okumuş cahillerimiz başta olmak üzere en iyi yaptığımız şey bu.
Böylece en geniş perspektifli yorumlarımız dahi Amerika, masonlar, Yahudiler gibi komplo teorileri ile suçun aşırtılması sonuçlanıyor. Evet, Madımak’ın bir provokasyon olduğu istihbarat faaliyetleri ile doğrulanmıştır fakat yazıda da söylenildiği gibi bunca insanın hali ve haleti ruhiyesi nasıl açıklanacak? Suçlu perde arkasında birileri ise perdenin önündeki figüranlarda hiç mi hata yok. Öz eleştiri yapmalıyız. Geçenlerde bir arkadaşım Demirel’den dem vuruyordu. Epey saydı, haklıdır da… Sonra sordum, Demirel bu ülkenin siyasetinde 40 yıl dikdatörlükle mi kaldı? Bu adamın bahsedilen her türlü foyası bu dönemde meydana çıkmış iken bunca insan silah zoruyla mı oy verdi de adamı siyasette barındırdı. Şimdi saymalar, sövmeler… Biz özeleştiri yapmadıkça aynı yumuşak karından daha çok hançer yeriz. Okumak yok, düşünmek yok, sorgulama yok, özeleştiri yok; sonra kahvehane köşelerinde yaptığımız en entelektüel muhabbet şuna dönüyor: ne olacak bu memleketin hali?