RSS Feed for This Post

Renklerin Sehri

Milattan önceydi galiba 20 yıl kadar oluyor bu şehre geleli. Daha öncesinde sadece bir haftalık seyahatlerle geldiğim, bir iki akraba evi ve Emirgan’ daki çay bahçesinden ibaret olan şehirle gerçek tanışmam üniversiteye başladığım sene babamın emekli olup Ankara’daki memuriyetine son vererek taşınmamızla oldu. Üniversiteyi burslu okuyan babam aldığı bursun karşılığı Anadolu da işe girmiş, gidiş o gidiş bütün bir hayatı İstanbul hasreti çekmekle geçmişti. Dönüşümüzle beraber annemle babam çocuklarının ve gençliklerinin aşkı şehre kavuşmuşlardı ama ben kelimenin tam manasıyla nefret etmiştim İstanbul’ dan.

Bitişik nizam apartmanlar üstüme üstüme geliyor, tıklım tıkış otobüslerinden, trafiğinden nefret ediyor, her yerde bir derbederlik ve köhnemişlik görüntüsü buluyordum. Hele o Gümüşsuyu binasındaki okulum yok mu; karanlık koridorlar, çocukluğumdan beri nefret ettiğim florasan lambalar, pislik içinde yerler…Üniversite denince benim aklımda canlanan ODTÜ kampüsü gibi bir yerdi oysa. Tarihiymiş basbayağı köhne işte. Şehrin havası bile sinir bozucuydu; miskinleştirici, yağmur altında bile yapış yapış terleten… Her sabah okula giderken gördüğüm Taksim’deki çiçekçi kadın yerden göğe kadar haklıydı sağa sola okkalı küfürler savurup durmakta.

Bütün ilkleri bu şehirde gördüm; yankesiciler, tacizciler, sokakta saç saça baş başa kavga eden sarhoş kadınlar, tenha bir köşeye büzüşmüş elindeki tineri koklayan perişan çocuklar… Sonraları yerle bir ettikleri güzelim Cennet Bahçesinin tuvaletinde bir travestiyi tuvaletlerin pisliğine şikayetlenerek kapı açık işer görünce korkudan ellerim ayaklarım titriyor, her yerde bu kadar bol miktarda örtülü, çarşaflı olması ise beni sinirlendiriyordu. Hele o çarşaflılar muhakkak benden nefret ediyor olmalıydılar. Deniz alabildiğine pis, camiler hep birbirine benzeyen toz kokulu yerlerdi. Ayasofya ise küf.

Tunalı Hilmi’ de arkadaşlarımla gezmeyi, Akün sinemasına gitmeyi, Botanik parkının iğde ve leylak ağaçlarını, kışın Kurtuluş parkında patenle kayarken düşenlere gülmeyi özlüyordum. Ankara’nın kıyafetleri ve hayat tarzı ile birbirine benzeyen insanlarını, Çankaya’nın iki adımda bir balgamla şereflendirilmemiş sokaklarını, yapay ama yeni, düzenli manzarasını. Beni kağıt oyunlarına ve basket maçlarına değil tiyatrolara, bana eziyet gibi geldiğini itiraf edemediğim operalara, pasaj kitapçılarına çekiştiren arkadaşlarımı… Karşıdan karşıya geçerken yaya kaldırımında bile hep sağda yürümesi gerektiğinin bilincinde olan vatandaşları. Kısacası alıştığım hayat tarzını.

Sanki bu şehir bana, benim hak ettiğim bir ceza olduğu gibi ben de onu kirleten bir şeydim diyor ya Orhan Pamuk. Hayır bu şehir bence zaten kirli, saçma ve ürkütücüydü. Ne sınıf arkadaşlarımın neşe ile koşturduğu Çiçek Pasajının anlamı vardı gözümde ne de Nusretiye Camii’ nin. Gördüğüm camilerin avlularındaki mecnunlar gibi beni de bekleyen sadece delilik olabilirdi bu gidişle.

Ne zaman barışmaya başladım, ne zaman vazgeçilmezim oldun. Önce dostlarımı mı sevmeye başladım. Sanmam… İlk boğazı sevmiş olmalıyım. Belki Sarıyeri. Ders arası tenefüste solcu arkadaşlarla çene çalıp öğleden sonra çarşafa benzer kıyafetli ablaların yanına koşmak, iştahla icat ettikleri yağda kavrulmuş domates gibi garip yemeklerine saldırmak, babam bile küçükken göç ettiği halde vaaay Seerdi (Siirtli), hemşehrim diye arkadaşlarca pohpohlanmak, eskiden benim için bir muamma olan başörtülü kızların okudukları kitap ve gazetelerle ilgili muhabbetlerini dinlemek, şimdi Süreyya Yıldızı olan bir ablamın nemli gözlerle okuduğu Kuran ile hüzünlenmekti belki beni şehirle barıştıran. Yavaş yavaş şehir benim için dostluk, çeşitlilik, tarih ve iman gibi anlamlara bürünüyordu. Özellikle sur içinde gezdiğim hemen her sokakta acı tatlı bir hatıra, bir anlam vardı. Ya bir Osmanlı mezarı ya bir eski kilise, bol miktarda tarihi camii, medrese, ahşap bir konak, bakımsız bir çeşme ya da iki kara günün utancını taşıyan metruk Rum evleri. Ne küf kokusu dokunuyordu artık bana ne kiri pası. Ahşap konakları bile restore edilmeden güzeldi; cicili bicili kıyafetleri bozuyordu onları. Ah bir de iki de bir yanmasalar.

İsyanın, öfkenin, mücadelenin ve ızdırabın şehriydi bu, öte yandan. Haşmetli bir yükselişin, önlenemez bir çöküşün; Mimar Sinan’ ın, Hezarefen’ in, bir gecede boğdurulan şehzadelerin, Levantenlerin, Cenevizlilerin, Beyaz Rus göçmenlerin, “sofu babaannelerin”, Nakşilerin, Mevlevilerin, Cerrahilerin, Kağıthane sefalarının, sürgünlerin, suikastlerin, kendisine yar etmediğimiz Ermenilerin, adına türküler yakılmış; on beşinde cephelere sürülmüş genceciklerin, mütareke yıllarının, cumhuriyet balolarının, 6-7 eylüllerin, Yassıada bekleşenlerinin, 12 eylül sonrası karakollarının, bir kış günü Sirkeci’den kar altında
okumak istiyorum diyerek yürüyüşe başlayan tüm o incitilmişlerin…

Lanet olsun ne haliniz varsa görün, aldım başımı gidiyorum diyen bir ihtiyarın psikolojisindeyken dahi tekrar tekrar ruhumda kıvılcımlar uyandıran, ümit etmeyi, sabretmeyi, hayal etmeyi öğreten şehir… Bazen kirli, derbeder, yoz ve acımasız, bazen sonradan görme ve berbat bir lüksle sarhoş, Gökkafes gibi binalarla böğründen hançerlenmiş ama illa ki hatıralarla dolu, yaşayan ve renkli. Renkleriyle manalı.

Benim şehrim…

Trackback URL

  1. 12 Yorum

  2. Yazan:O. Yılmazkale Tarih: Oca 17, 2009 | Reply

    herkesin bir şehri var kuşkusuz. kimileyin küfle eşdeğer, boğuculuğun had safhada olduğu demlerle severiz şehri, bencileyin de yozgat şehri için öyle düşünüyorum. bu şehrin bir tarftan insanı boğan ‘kaba ve hoyrat’ yapısı ama bir yandan da dingin dağ rüzgarları…

    neyleyelim, hem sevmek hem kaçmak düşüyoruz bize cancağzım…

  3. Yazan:emre er Tarih: Oca 17, 2009 | Reply

    Hayat uçlarda yaşanıyor İstanbul’da. O içinde yaşayanları mıtnatıs gibi kutuplara çekiyor. İlk defa gelenler yeni kimliklerine bürünene kadar içleri nefetle doluyor. Tabi bir de o zamana kadar yarattıkları dört köşe dünyadan çıkmak istemeyenler var. Onların nefreti zamanla kine dönüşüyor.

  4. Yazan:Aytaç Erdoğdu Tarih: Oca 18, 2009 | Reply

    Cok kaliteli bir uslup, dil ve anlatım…
    Okumaktan keyifaldım.
    Teşekkür ederim…

  5. Yazan:suzannur Tarih: Oca 18, 2009 | Reply

    renklerin şehri, H, Ziya’da mavi ve siyah, N. Fazıl’da ateş kırmızısı, T.Fikret’te sis/gri, Haşim’de kırmızı ve sarı, Rauf’ta gri ve siyah…
    benim için yeşil ve mavi ama her kış gri, sadece gri baştan aşağı…

  6. Yazan:ahmet ü.h. Tarih: Oca 18, 2009 | Reply

    Yahya Kemale sormuşlar ”Ankara nın en çok sevdiğin yeri neresidir?” diye..”İstanbul yolu” diye cevaplamış şair..
    Bense dilimin ,Türkçemin hüküm sürdüğü her yeri severim…
    Bu yazıyı Collezione butiğinin yanındaki ”Boss Cafe” den yazıyorum.!!!
    Herkese good night!!!!!!!!!!!!!!
    Kanıksar ve güleriz , ağlanacak halimize…

  7. Yazan:Sevgili Özbek Tarih: Oca 19, 2009 | Reply

    çok güzel bir yazi… Okurken sizinle ben de yasadim sanki o çok kültürlü güzel çirkin sehri. Hayalimde ki yasayacagim tek sehirdir istanbul.
    Ah güzel istanbul, seni bir baskasinin gözlerinde bile yasamak çok güzel.. Bekle beni balam, gelecem sana, gözel seyirinle ilhamnan yana Hüsnünden mana çemen sunacam şeher ..

    Tesekkürler kaleminize, ve bakî saygilarimla.

  8. Yazan:hayat Tarih: Oca 24, 2009 | Reply

    bir romanın ilk sayfasını okur gibi hissettim bu yazıyı okuyunca ve içim şevkle doldu güzellikler adına.
    duygularrımıza yaşantımıza azda olsa tercüman olan bir yazı.çünkü bizler babaları görev dolayısıyla mekan mekan dolaşanlar en iyi bizler biliriz eski mekanlardan kopup yeni mekanlara alışmanın ne kadar zor olduğunu ve her ayrıldığın yerde ömrüne ömür katan güzel insanları ve yaşanmışlıkları geeride bırakmanın da insanı daima üzdüğünü biliriz bilirizde yinede insanoğlunun değişime açık bir varlık olduğunu anlar ve yeni mekankarada alışmayana çalışırız.
    Ama muhakkak herkesin gönlüne taht kurmuş bir şehri vardır görselliği yahut sosyal yaşanmışlıkları değildir insanı cezbeden sadece güzel dostluklardır sana bir ömür boyu özlemleri taze tutturan.

  9. Yazan:özlem Tarih: Oca 24, 2009 | Reply

    Bu yazıyı bu siteye epeyce çekinerek yollamıştım. Çünkü bu sitenin formatına çok uygun bir yazı değil. Ama yorum yapan arkadaşların beğenisinden cesaret alarak sanırım bu tür bir yazımı daha yollayacağım. Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ından bahseden Suzannur un hatırlattığı bir yazımı.
    Tesekkurler selamlar.

  10. Yazan:özlem Tarih: Oca 24, 2009 | Reply

    Ya da iyisi mi bu yazımı buraya kopyalıyayım.:)
    MAİ VE SİYAH
    Mai ve Siyah benim lise yıllarımda okuduğum Halit Ziya Uşaklıgil’in çok etkileyici bir romanının adı. Bütün güzel işlenmiş hüzün hikayeleri gibi zihne yer eden, kolay unutulmayacak bir eser. Hayal kırıklıkları ile dolu hayatlarımıza ise mai ve siyahtan güzel bir sembol düşünemiyorum;

    Eserin kahramanı Ahmet Cemil lise yıllarında babasını kaybetmesinin ardından annesi ve kız kardeşine bakmak zorunda kalmış, çok büyük sıkıntılarla evin geçimini sağlayan bir gençtir. Her şeye rağmen geleceğe dair umut dolu hayalleri vardır. Bir gün Taksim’de bir bahçede mai bir göğün altında oturup hayaller kurar. Elindeki şiir defterini, ileride başarılı bir şair olacağını düşünür. Ve arkadaşının kardeşi Lamia’ya olan aşkını.Şiirlerini Lamia’ya okuduğu güzel günlerin hayallerini kurar. Gece mai, yıldızlar yanıp sönen elmaslar misali pırıl pırıldır.

    Geçen zamanla beraber hayallerinin bir bir yıkılışını görür Ahmet Cemil. Kız kardeşi hoyrat ve ahlaksız bir adamla evlenmiş, bir gün kendisini hamileyken tekmeleyen bu adamın elinde can vermiştir. Sevdiği kız Lamia başka biriyle nişanlanarak evlenmeye karar verir. Kendisi o denli yoksuldur ki ona aşkını açıklayacak cesareti bile yoktur. Yaşadığı onca acıdan sonra romanın sonunda hayallerini sakladığı şiir defterini ateşe atar Ahmet Cemil ve yanışını seyreder. O defter hayalleri oldukça anlamlıdır onun için. Kapkaralık, siyah bir gecede annesini alarak bir vapura atlar ve hayallerini öldüren İstanbul’dan ve biçareliğiyle alay eden ışıktan kaçarak bir zamanlar mai olan bir göğün altındaki düşlerini geride bırakarak uzaklaşır..

    Çoğumuzun kişisel hikayesi mai bir göğün altında başlar. İlk gençlik yıllarımızda ne hayat o kadar kirli bir yol ne insanlar o kadar karanlık bir bilinmezdir bizim için. Geleceğe dair hayallerimiz henüz tomurcuklanmaktadır. Hayatın vaadleri vardır ruhumuzu okşayan.
    Kimimiz için huzurlu bir hayat, güzel çocuklar bazılarımız için başarılı bir iş ya da para kimi içinse dostluklar, huzurlu bir ülke veya bir gün mutlaka değerini bulacak yeteneklerimizdir mai göğün zirvelerinde parıldayan o elmaslar. Her ne kadar en küçük yaşlarımızda bile bize varlığını hissettiren ölüm denen o gerçek zaman zaman kendisini hatırlatıp tadımızı kaçırsa da şimdilik bize uzak ve çocuklukta yaşanan acılar ise geçicidir. Henüz gece maidir.

    Zamanla hayatla her temasta kaçınılmaz olarak kirlenen ruhlarımızla beraber kalbe konan noktalar gibi hayallerimizin göğü de gri bulutlarla kaplanmaya başlar. Hayal kurmak acı bir mutluluktur insan için. Hayallerin için çabalamak yorucu, kavuşamamaksa zehirden beter. Öte yandan insan ruhu hilkatindeki özgürlük aşkı ve adalet özlemiyle yanıp kavrulur. Saflığı, özgürlüğü ve ısırmayan dostlukları ararken saflığını ve duyarlılıklarını kaybeder zamanla. Hırs dolu gözlerini diktiği gök kubbe biraz kararmıştır şimdi.

    Hele ki biraz daha asi, zorlu bir ruhsa işi daha da zordur. Yılları çevresindeki inanmış, huzuru yakalamış insanları hayretle seyretmekle geçer. Eşine inanmış, ideolojisine inanmış, liderine inanmış, cemaatine inanmış ya da kendisine inanmış, teslim olmuş ve huzurlu. Huzurlu ve pervasız. İnanmak herkes için ihtiyaçtır. Yediği ekmekten, içtiği sudan, çocuğunun teninin kokusundan ziyade bir ihtiyaç. Belki bütün bu vazgeçilmezlerin tuzu katığı. Kimi zaman bu inanmanın bedeli zalim bir huzur ve gözü kör bir mutluluk olsa da .
    Yalnız insan için gökyüzü daha hızlı gri ve kara bulutlarla kaplanır.

    İşte o zaman Leylasını aramaya başlar kişi. Leyla güzeldir ama aslında o kadar da diğer güzellerden farklı bir güzel değil. Leylayı güzel yapan Mecnunun ona olan aşkıdır. Ya da aşka olan susamışlığı. Leyla her şey olabilir bir insan, bir kitap, bir dava, bir amaç, yeni bir paradigma ya da bazen cıvıl cıvıl canlı bir topluluk. Griden karaya dönmeye başlamış gökyüzünde çakan bir şimşektir Leyla. Işığı ile göğü bir süre maiye çevirir. Ne yazık ki hükmü bir şimşek zamanı kadar kısadır aynı zamanda.

    Ey Mecnun kahretmenin, dövünmenin, Leyla’ya sövmenin ne anlamı var. Leyla’yı dillere düşüren senin aşkındı. Gerçekte Leyla mahallemizin güzelce bir kızıydı. Burnu biraz kemerli biraz tombulca. Sen mecnun misali yalnızlığından, içini karartan göğünden kurtulmak istedin. Leyla’yı tahayyülünde olağanüstü bir güzele çevirdin. Ona ulaştığında ise her gün bir şeyi gözüne batar oldu. Bak Mecnunluktan kurtulayım derken şimdi Leyla’yı Mecnuna döndürdün. Melankolik aşkınla önce yere göğe sığdıramadığın güzeli eleştirilerinle ne hale getirdin.

    Kabul etmeli senin göğün hala kararmakta. Leyla o göğü tekrar mai yapamaz. En doğrusu bir gemiye binip kendini kandırmadığın diyarlara, yalnızlığa açılmak. Biliyorum akıllanmaz uslanmaz bir ruhsun sen. Bir gün yine başka bir güzel görürsün, bir şimşek çakar, yine mai hayalleri kurarsın beyhude. Huzuru ve teslimiyeti arar durursun yeryüzünde, tekrarlanır durur hayal kırıklıkların, ta ki o sesi duyana kadar:

    Ey huzura eren nefis!
    Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön.
    İyi kullarım arasına gir.
    Cennetime gir! (Fecr 27-30)

  11. Yazan:MY Tarih: Oca 25, 2009 | Reply

    Özlem Hanim iyi aksamlar,

    “sitenin formati” demissiniz, gerçekten bir yayin çizgisi ve yazi tarzi ile tutarli olma gayretindeyiz.

    Ama yeni yazarlar ve okuyucularimizin ilgisi, tepkisi, yorumlari bu yayin çizgisini ve tarzi etkiliyor.

    Kanaatimce olmasi gereken de bu, canliligin geregi… Her yeni yazar, her yorumcu, hem siteden etkileniyor hem de bizi etkiliyor, yönlendiriyor.

    Bir de su var tabi, edebiyat nerede baslar? Felsefe nerede biter? Bir gezi yazisi ya da bir ani bazen insani anlamak için çok daha etkili olabiliyor mesela psikoloji üzerine yazilmis bir makaleye bakarak.

  12. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Oca 25, 2009 | Reply

    Özlem hanım,

    Aslında “site formatı” belirlemeniz yerinde çünkü ağırlıklı olarak politik tartışmaların yer bulduğu bir forum izlenimi doğmuş.Ancak ben bu formatın okurun ilgi alanlarıyla şekillendiği kanaatindeyim.Mesela kendimden örnek vereyim.Yazınızı gerçekten muhteşem bulmuştum,ama buna karşın yorum yazamamamıştım.Çünkü,”elinize sağlık,çok güzel bir yazı olmuş”gibilerinden övgü sözcükleri dışında söyleyecek pek bir şeyim yoktu.Oysa insan duygularına hitap eden bu tarz şiirsel metinler birkaç övgü sözcüğünden çok daha fazlasını hakediyor.Açıkçası metne katılacak cevhere sahip olmadığımdan okumakla yetiniyorum.Böyle yapmakla hiç değilse yazının estetiğini bozmamış oluyorum.Şiir okumak gibi bir edim bu;bir şiiri okurken mest olursunuz ama bir başka şiirle karşılık veremezsiniz.Tabii bunları kendi payıma söylüyorum.Sıklıkla değilse bile yorumlarıyla bu zarafete katılan değerli katılımcılar oluyor.Ve elbette aynı keyifle onlarda okunuyor.Demem o ki Darvinin evrim teorisine yazılan uzun yorum lisyesiyle karşılaşmadıysanız bu cesaretinizi kırmasın.Bu tarz yazıların anlamı bambaşka ve bence hiç eksik etmeyin.

    Saygıyla.

  13. Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 25, 2009 | Reply

    Özlem hanım,
    Şehirler;çeşit çeşit duygu ve düşünce dünyaları olan insanların,birbirine değerek ama bundan da korkarak bir o kadar da birbirlerinden uzak ve dışlayıcı yığınlar halinde yaşadıklar yerler.

    Özlem hanım siz,“renklerin şehri” demişsiniz,çoğu zaman ben de ilk kez gittiğim bir şehrin kıyısında öylece bir süre durup ona baktığımda “şehrin rengini”,gözlerini,gördüğümü düşünürüm. Her renk ve onun tonlarından bir araya gelmiş insanın harmanladığı,o şehrin mimarisine,ağacına,gökyüzüne kısaca taşına toprağına bulaşan renk.İlk kez gördüğünüz yabancı(!) birinin size ismini söylemesi gibi.Oysa biliriz ki isimler,kafamızın içinden ”yabancı;” diye başlayıp “……”diye devam eden boşluğu dolduran ilk izlenimlerimizi oluşturan kelimeciklerden oluşan cümlenin sonuna konan “noktalı virgüller”gibidir.Yabancı aslında biz onu gördüğümüz anda çoktan “yabancı” olmaktan çıkmış,tanıdık biri olarak kendi rengimizin içinde ona en uygun bulduğumuz renk grubuna dahil olmuştur bile.Artık onu,kendi rengimiz üzerinden bilmeye,tanımaya çalışarak tonunu da bulmaya çalışırız.

    “Renklerin şehri”,insanın ta kendisidir ve siz bunu çok güzel ifade etmiş,kendi renginize boyamışsınız,renginize sağlık 🙂

    Farklı bir renk harmanı olarak şunu söylemeden geçemeyeceğim;insanları,duygularını,umutlarını,evreni yada şehri renk renk kabul ederken onları “kirlenmiş” olarak ifade etmek sadece bizim görmekte zorlanıyor olmamızdan da kaynaklanıyor olabilir.
    Ne hayat tek başına kirli bir yol,ne de insanlar karanlık bir bilinmez,sadece zaman zaman bizler bazı renkleri “sevmiyorum,onaylamıyorum” diyerek kendi dışımızda bir yerlerde konumlandırmaya çalışıyoruz o kadar.Kirli ve karanlık olanlarak tanımladıklarımızda öyle yada böyle kendimizde olup da henüz görmek istemediğimiz yada görmeye henüz hazır olmadığımız için farkına varamadığımız renkler olduğu muhakkak.İnsan olarak renk tayfımızdaki muhteviyat birbirimizinkinden farklı yaratılmamış ki;kimse bende kırmızı yada beyaz yok değil diyemez!

    Leyla’yı,gözdeki iris oldurabilmeli.Renkli göz değil de renkleri görebilen göz olabilmeye gayret etmeli belki o zaman nefs huzura erer!

    Not:Sizin gibi bir rengin bu sitede olmasından ben çok memnunum,boşverin formatı,kitle ne derse o olur .-))

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin