Tek Ulus, Tek Devlet, Tek Savaş
By Adil Yapar on Şub 1, 2009 in Çeviri, Milliyetçilik, Türk faşizmi, Ulus-Devlet, Ulusalcılık
Milliyetçilik tarihi olmayan bir ideolojidir. Bu ideolojinin filizlendiği yerde kan dökülür.
Yazan: Michael Thumann, Alman DIE ZEIT gazetesi, çeviren: Adil Yapar
İstanbul – bunda hiç şüphe yok – bir Türk şehridir. Gerçekten mi? Bazen üzerinde Rumca yazılar bulunan mermer kaplamalı bir bina girişi, bazen yüksek yeni binalar ve renkli tabelaların arasında kaybolan eski bir kilisedir, bizi bu şehirde şaşırtan. Veya eski İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde bulunan eski, tarihi geçmişini gururla taşıyan bir iş hanı olan Suriye Pasajı. Altı katlı şehir malikâneleri arasına sıkışmış bulunan Suriye Pasajı’nda bir zamanlar Şam, Beyrut ve Kudüs’ten gelen Hıristiyan tüccarlar mallarını satarlardı. Bugün ise pasajda yer alan kafelerde Türk kahvesinin kokusu, gazete bayilerinde satılan rengârenk dergi ve mecmualar ve Türk bir kürkçünün lüks mantoları geçenleri cezbetmektedir.
Bunların arasında bulunan Rumca yazılı eski bir levha neredeyse kaybolmaktadır. Üzerinde “Apogevmatini Gazetesi” diye yazar. Üzeri gri boyayla kapatılmış vitrinlerin arkasındaki odadan “Hoş geldiniz!” diye yankılı bir sesle karşılanıyoruz. Odanın yüksek tavanından flüoresan lambalar sarkmaktadır. Ofiste bulunan eşyalar, dijital öncesi devirden kalmadır: Mektup tartısı, kurutma kâğıdı, mektup ağırlığı, bunların yanında siyah beyaz fotoğraflar, gazete tomarları. Odanın bir köşesinde eskimiş bir bilgisayar vardır. Burası, Türkiye’nin en eski gazetelerinden Rumca Apogevmatini gazetesinin yayın yönetmeni, Mikhalis Vasiliadis’in dünyasıdır. 68 yaşındaki Mikhalis ve 1925 yılında kurulmuş olan gazetesi, İstanbul’un Türkler için olduğu gibi başka uluslar için de yurdu olduğu bir dönemden kalma tanıklardır. Türkler o zaman şehrin sayısız azınlıklarından bir tanesini teşkil ediyordu. “Ötekiler” ise aynı şekilde buralıydı, kendileri burada doğmuştu, burada doğup ölen babaları ve ataları gibi. Bugünse “ötekiler” şehre ancak ziyaret maksadıyla gelmektedir.
Geçmiş ve şimdiki zaman arasında kalan şeyi, tek bir kelimeye indirgenerek ifade etmek mümkün: Milliyetçilik. Bu kavram 200 yıllık dünya tarihini belirleyen, dalgalanan bayraklar, acımasız savaşlar, ulusal bayramlar, zorunlu göçler, kurulan ulusal meclisler, yapılan katliamlar, toplu saldırılar ve toplu mezarların oluşmasına neden olan bir akımın adıdır. Norbert Elias adlı filozof, milliyetçiliği “19. ve 20. yüzyılın en güçlü inanç sistemi” olarak tarif etmiştir. Bu akıma yüzlerce milyon insan gönül verirken, ona yine yüzlerce milyon insan kurban gitmiştir. Milliyetçilik kavramı, tüm kıtalarda sayısız acıklı kadere sahne olmuştur. Bunlardan biri, İstanbullu bir Rum olan Mikhalis Vasiliadis’in kaderidir.
“Gelin, size şehrimi göstereyim!”, diye bize seslenen Vasiliadis ağarmış saçlarından oluşan küçük atkuyruğunu düzeltip mekânını kilitler. İstanbul’un eğlence semti olan Beyoğlu’nun kalabalığı içinde ilerlemektedir. Rumlar buraya Pera derlerdi, burası onların semtiydi. Vasiliadis dört şeritli Tarlabaşı Caddesine geldiğinde duraklayıp, karşıda duran tarihi, alçı süslemelerle kaplı süslü binayı gösterir. 1950’li yıllarda burada ailesinin oturduğunu söylüyor. Hemen yanlarında Türkler, üst katta Ermeni bir kadın olan Madam Mariya, üçüncü, dördüncü ve beşinci katlarda yine Rumlar yaşarmış. “Çok iyi bir evdi, herkes herkesle çok iyi geçinirdi”, diyor. Binanın hemen sağında hâlâ ayakta kalmış bir polis karakolu bulunur. Karakolun karşısında, baş komiserin her gün özel fiyatla kurabiye aldığı ve her öğlen tatilinde bir el tavla oynadığı bir pastane vardı. Tepenin arkasında Aya Eleni ve Aya Konstantin adlı Rum kiliseleri vardı. “Burası bizim İstanbul’umuzdu.”, diyor Vasiliadis. Takvimler 6 Eylül 1955’i gösterene kadar.
Bu sıcak yaz gününün sabahında, o zamanlar 16 yaşında olan genç Mikhalis Vasiliadis Aya Sofya’nın yakınındaki Mısır Çarşısı’nda çalışıyordu. Buradaki konfeksiyon dükkanlarının yüzde sekseni Rum, Ermeni ve Musevilere aitti. Onlar Türkiye’deki ticari hayatın belkemiğini oluşturmaktaydı. Onların dükkânlarının bulunduğu sokaklarda o sabah garip kılıklı kimseler devriye gezmeye başlamıştı. İstanbullu olmadıkları her hallerinden belliydi. Hayatlarında ilk kez boyunlarına kravat bağlamış ve garip bir modaya uyarak bellerinde katlanan birer çapa taşıyorlardı. Vasiliadis, “Türk tüccarlar bize gelip, dükkânlarımızı kapatmamızın daha iyi olacağını söylediler.”, diye o günü hatırlıyor. Patronu bu tavsiyeye uyarak kepenkleri indirmiştir. Vasiliadis ise eve koşmuştu. O zamanlar seçkin bir alışveriş caddesi olan ve Grand Rue de Pera olarak adlandırılan İstiklal Caddesinden geçtiğinde, Türklerin bazı dükkânların camlarına taş atmaya başladığını gördü. Hesaplaşma başlamıştı.
“Bugün komiser değilim. Bugün Türk’üm.”
Evine vardığında binanın Türk kapıcısı Ahmet ona “Çabuk, saklan!” diye seslenirken, evin önünde Türk bayrağını sallıyordu. Kısa süre sonra elleri taş ve sopalı bir yığın adam evin önünden geçti. Pastaneye giderek camlarını indirmeye başladılar. Pastanenin Rum sahibi, defalarca birlikte tavla oynadığı baş komiserden yardım diledi. Aldığı yanıtı, o gün her polisin yardım dileyen Rumlara verdiği bir yanıttı: “Bugün komiser değilim. Bugün Türk’üm.”
Hiç değilse evin kapıcısı Ahmet Rum komşuları için çaba sarf etmişti. “Burada sadece Müslümanlar yaşar” diye bağırırken, evin önünde Türk bayrağını sallandırıyordu. Ancak son yağma ekibi geçtikten sonra, bayrağı bodrumda saklayıp, eline gıcır gıcır katlamalı bir çapa alarak yağmacıların peşinden koşup onlarla birlikte Rum evlerinin camlarını kırmaya katıldı. Vasiliadis’e göre, Ahmet onları patronları olduğu için korumuştur. Daha sonra evlerini tahrip ettiği insanlar ise, onun için sadece sıradan Rumlar’dı.
Yağmacı gruplar bu şekilde ertesi sabaha kadar 3 bin beş yüz ev ve 4 bini aşkın dükkân ve ofisi tahrip etmişlerdi. 72 tane kilise ve 31 tane okulu kundaklayıp, mezarlıklarda tahribat yapıp yağmacılık etmiş, gayrimüslim kadınların ırzına geçmiş ve 30 kişiyi öldürmüşlerdi. Vasiliadis iki gün sonra Mısır Çarşısı’ndaki işine döndüğünde, Rum, Ermeni ve Musevilere ait dükkânların tamamı tahrip olmuştu. Türklerin dükkânlarına ise dokunulmamıştı. “Onlar olaylar öncesinde itina ile işaretlenmişti.” Hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştı. İstanbul’da bu suçları işleyenler, sadece galeyana gelmiş kızgın bir halk yığını değildi. Bu şehir, devlet tarafından organize edilmiş toplu bir cinayete sahne olmuştu.
Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, daha sonra kendi yargılanması sırasında olaylar hakkında şöyle demiştir: “Bazı camların indirilmesine göz yummuştuk.” Ancak esas olay bunun çok ötesinde bir şeydi. Adnan Menderes kontrollü bir şekilde milliyetçi güçlerden istifade ederek, dikkatleri ekonomideki başarısızlığından başka olaylara çekmek ve Kıbrıs sorunu konusunda kendine avantaj sağlamak için onları kullanmıştı. Kendi “Demokrat Partisi”, olaylardan birkaç gün önce işçi ve polislerden oluşan grupları organize etmiş, onları çapa ve benzeri aletlerle donatmış ve otobüslerle İstanbul’a getirtmişti. Türk istihbarat teşkilatında çalışan bir ajan, Yunanistan’ın Selanik kentinde bulunan Atatürk’ün doğduğu evde bir bomba patlatarak, saldırılar için bir bahane oluşmasını sağlamıştı. Milliyetçi medya ise, halkı galeyana getirmek için bu haberi 6 Eylül 1955 tarihinde sürmanşet olarak yayınlamıştı. Artık olaylar kendi gidişatında gelişmekteydi. Aynı günün akşamında, İstanbul Emniyet Müdürü Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nı tahribatlar hakkında bilgilendirmiştir. Bunun üzerine iki lider memnun bir şekilde saat sekiz on beşte Ankara trenine binip şehirden ayrılmışlardır.
Milliyetçilik, galeyana getirilmiş yığınların kızgınlığının erk sahibi kimselerin son ayrıntısına kadar planlanmış savaş taktiklerinin bileşimidir. Masa başında cinayet işleyenlerle şiddet uygulayanlar ülkedeki zayıf kimselere karşı ittifak kurduklarında, ölümcül bir ideoloji oluşmaktadır. Kovulmalar ve zorunlu göçler, sistemli bir hazırlık, planlı bir propaganda ve üstten gelen emirleri gerektirir. Önce fikir doğar, sonra tüfek ve baltalar dağıtılır.
Yine de insanlık suçu işleyen devlet adamları sıralamasında Adnan Menderes çok gerilerde yer alan birisidir. Kendisinden daha birkaç yıl önce, Avrupalı hükümet başkanları ve diktatörleri çok uluslu Avrupa kıtasını geniş çapta yarmış, milyonlarca insanı yurtlarından edinmiş, zorunlu göç ettirmiş, katletmiş veya ölüm fabrikalarında gaz odalarına sokmuştur. Özellikle Hitler yönetimindeki Almanlar çığırından çıkmış milliyetçiliğin en çirkin tablosunu sergilemişlerdir. Bundan farklı olarak, Gürcü asıllı komünist Josef Stalin Rus milliyetçiliği vasıtasını kullanarak birçok halkı toplu halde göç ettirmiş veya yok etmiştir. İngiliz Winston Churchill ise 1945 yılına kadar yapılan savaş konferanslarında milyonlarca Polon ve Alman vatandaşın zorunlu göç ettirilmesini kabul etmiştir. Çek Eduard Beneş ise, sürgününden başkent Prag’a döndüğünde, uzun zamandan beri güttüğü savaştan sonra kendi sınırları dâhilinde kalan Sudetenland Almanlarının göç ettirilmesi planını gerçekleştirmiştir.
Yabancıları tecrit etmek, kimlik belirlenmesi için kullanılan bir yöntemdir.
Ulus devletlerinin oluşması ile birlikte, 19. yüzyılda “egemenlik” ve “etnik temizlik” kavramları da ortaya çıkmıştır. ABD örneğindeki gibi birçok etnik grubun ulusal bir fikir altında bir araya geldikleri siyasi bir ulustan farklı olarak, Orta ve Doğu Avrupa’da münferit uluslar kendi devletlerini kurmuş ve artık yabancıların bulunmasına müsamaha göstermemeye başlamışlardı. Ancak bu devletlerin çıkış noktasını oluşturan büyük devletler genellikle çok uluslu imparatorluklardı ve fethettikleri şehirler çok kültürlü bölgelerdi. Eski imparatorluklardan ayrılıp “hürriyet”e kavuşmak ve ulusal topraklar için verilen savaşlar kısa bir sürede ulusal homojenlik savaşı haline geliyordu. Yabancıları tecrit etmek, kimlik belirlenmesi için kullanılan bir yöntemdir. Alman müellif Carl Ludwig Börne’nin 19. yüzyılda “Ulusların Baharı” olarak adlandırdığı akım, daha sonra Avrupa’nın birçok yerinde sınır tanımayan bir ırkçılığa dönüşmüştür.
“Yunanistan’ın 1821 yılında kurulması İstanbul’un kozmopolit Rumları için uzun zaman bir cazibe teşkil etmiyordu. Osmanlı Devleti’nin bu çok dilli, capcanlı metropolü bizim vatanımızdı, Mora yarımadası ve Atina’da yaşanan bir takım ayaklanmalar sonucu oluşmuş, kırsal ve gelişmemiş ‘Nea Ellas’ değil.” diye açıklayan Mikhalis Vasiliadis, “Ancak milliyetçilik yayıldıkça, biz de kendi kimliğimizi benimsemek ve bu yeni oluşumu kabullenmek zorunda bırakıldık.”, diye ilave ediyor.
Yunanlardan önce Sırplar aynı yolu yürümüşlerdi, onlardan sonra Bulgarlar, Rumenler, Çekler, Lehler de ulusal devletlerini kurmuşlar ve birden sınırları dâhilinde yalnız olmadıklarını, aksine azınlıklarla birlikte yaşamaya mahkûm olduklarını anlamışlardı. Hiçbir yerde toplumların yerleşim sınırları yeni devlet sınırları ile örtüşmüyordu. Her ikisini iyi kötü bir araya getirebilmek için, Güneydoğu Avrupa 200 yıl boyunca savaşlar yaşadı. 1821 yılındaki Yunan ayaklanmasından 1912/13 yıllarındaki Balkan savaşlarında yaşanan katliamlara kadar, Ermeni milliyetçilerin Türklere yaptıkları saldırılardan, Türklerin 1915 yılında Anadolu Ermenilerine yönelik işledikleri geniş çaplı katliamlara kadar. Bu savaşlar, 1990’lı yıllarda Hırvat ve Sırplar Bosna-Hersek’te Müslümanları yurtlarından edinmeye ve binlercesini öldürmeye başladıklarında yeniden alevlenmişti.
Yunanlar ve Türkler, 1920’li yılların başında kendi topraklarını yabancılardan arındırmak için çok özel bir yöntem bulmuşlardı: Mübadeleyi. 1923 Lozan antlaşmasına göre bir milyonu aşkın Rum, Anadolu’yu ve yarım milyon kadar Türk, yeni Yunanistan’ı terk etmek zorunda kalmıştı. İstanbul Rumları ve Batı Trakya’da yaşayan Müslümanlar bu uygulamalardan muaf tutulmuştu. Böylece onlar artık Türk-Yunan sorununun esirleri haline gelmişlerdir.
6 Eylül 1955 tarihli Türk ‘Bartolome’ gecesi (24 Ağustos 1572 tarihinde Fransa’da Protestan dinine bağlı Hügenot’lara karşı yapılan toplu kundaklama, yağma ve katliamların yapıldığı bir gece) kısa süre sonra baş verecek olan Kıbrıs sorunun arifesinde gelişmişti. Bu tarihten sonra İstanbullu Rumların hayatı önemli oranda zorlaşmıştır. Mikhalis Vasiliadis, “Türk-Milliyetçi Öğrenci Hareketi nedeniyle Üniversiteyi terk etmek zorunda bırakıldım.”, diye açıklıyor. “Rumca bir kelime söylediğimizde, hemen fırça yerdik: ‘Burası gâvur memleketi değil!’, diye”.
Rumlardan İstanbul’da daha fazla vergi alınır ve onlara daha az maaş ödenirdi
Bu olaylardan sonra ayrımcılık hareketleri artmıştır. Rumlardan daha fazla vergi alınır ve trafik kazalarında daima Rum sürücü suçlu bulunurdu. Okul ve üniversitelerde Rumlara kötü davranılmaya başlandı. 1964 yılında Kıbrıs sorunu başladığında, Türk İçişleri Bakanlığı bir gecede 12 bin İstanbullu Rum’u sınır dışı etmiştir. Genç muhabir Vasiliadis, Rum gazetelerindeki makaleleri yüzünden 10 yıl süren bir mahkeme davası ile bezdirilmeye çalışıldı. “Yaşam, moral ve ekonomik bakımından çekilmez olmuştu.”, diyor.
1974 yılında Kıbrıs Harekâtı başladığında, Mikhalis Vasiliadis artık bezmiştir. İstanbullu Rum annesiyle birlikte kendisi için gurbet olan, tek uluslu bir devlet olan Yunanistan’ın, başkenti Atina’ya göç eder. Orada bir süre öncesine kadar hüküm süren cunta rejimi yeni devrilmişti ve yeni kurulan demokratik bir hükümet ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Vasiliadis burada da muhabir olarak çalışmaya devam etmiş ve kısa süre içinde yeniden sorunlarla karşılaşmaya başlamıştır. “Biz İstanbullu Yunanlar Atina’daki milliyetçiler tarafından sıcak bir şekilde kucaklandık.” diye açıklıyor, Vasiliadis. Konstantinopoli (İstanbul) gazetesi, kendisinin makale yazmasını istedi. Ancak kısa süre sonra yayın yönetmeni ile fikir ayrılığına düşmüştür. “Türkler hakkında atıp tutmak, onlarda çok moda bir davranıştı”, diyen Vasiliadis, “Yazıların içeriği ne kadar ırkçı olursa, o kadar iyi sayılıyordu. ‘Türkler düşmandır, barbarlardır, değersizdir’ diye mesajlar yayınlanıyordu.”, diye ilave ediyor ve, “Tüm gazeteye militan, intikam isteyen bir hava hâkimdi: ‘Aya Sofya Bizimdir!’, şeklinde.” diye sözlerini tamamlıyor.
Vasiliadis kısa sürede Türk-karşıtı bu cepheden kaçmış, başka İstanbullu sürgünlere ait bir gazeteye gitmiştir. Orada Kuzey Yunanistan’da Yunan ve Müslümanlar arasındaki kavga hakkında yazıyordu. Söz konusu, güya 25 santimetre fazla uzun yapılmış ve bundan dolayı yıkılmak istenen bir cami minaresiydi. “Ben minarenin yıkılmamasından yana görüş belirtmiştim”, diyor. “Bunun için başka gazetelerin yazarları benim için, ‘Türkiye yalakası’ sıfatını kullanmıştı.”, diye ekliyor. Vasiliadis ve milliyetçi karşıtları birbirlerine karşı hakaret nedeniyle manevi tazminat davaları açıp duruyordu.
Vasiliadis beş yıl önce tekrar Türk vatanına dönmüştür. Günlerini burada mektup tartısı, mürekkep kurutma kâğıdı ve gazete tomarları arasında geçirmektedir. Artık çok az İstanbullunun okuyup yazabildiği bir dilde yazmaktadır. 15 milyon nüfuslu bu şehirde hâlâ yaklaşık 2 bin Rum yaşamaktadır, Apogevmatini gazetesinin tirajı ise 600’dür. Vasiliadis’in arkasında iki resim asılıdır. Birisi Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, diğeri ise 2007 yılının Ocak ayında Türk bir milliyetçi tarafından İstanbul’da öldürülmüş olan cesur Ermeni gazeteci Hrant Dink’e ait. Türk futbol taraftarları ve polisler katilin bu eylemini alkışlamışlardır. Bu tür milliyetçiler için bir ulus hiç bir zaman yeterli derecede temiz olamaz.
Vasiliadis’e göre Yunanistan’da da durum farklı değildi. Ancak, “Yunanistan seksenli yıllardan beri, milliyetçi kafaların biraz olsun düzelmesine neden olan, küçük bir mucize yaşamıştır.”, diye açıklıyor. Bahsettiği mucizenin adı, Avrupa Birliği’dir. Kendisine göre, Yunanistan tartışmaların sık sık bıçak çekerek sonlandırıldığı bir Balkan ülkesi halinden, demokratik ülkelerin arasında sıradan bir ülke haline gelmiştir. Buysa milliyetçiliğin şiddetini azaltmıştır.
Vasiliadis, Türkiye’nin de geçtiğimiz yıllarda Başbakan Tayyip Erdoğan yönetimi altında büyük adımlarla ilerleme kaydettiğini söylüyor. Tarihte ilk kez etnik çeşitlilikten bahsedilmektedir. 2005 yılında İstanbul’da 1955 yılında Rumlara karşı işlenen suçlarla ilgili bir sergi açılmıştı. Buna rağmen, öldürülen Hrant Dink’in resminin önünde konuşan Vasiliadis’e göre Türk milliyetçiliğinin koru hala sönmüş değil. Onu söndürmek için, kendisi birçok Yunan’ın hiddetle karşı çıktığı bir yolu öneriyor: Türkiye’nin AB üyeliğini.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
2 Yorum
Yazan:Altayli Tarih: Şub 1, 2009 | Reply
Milliyetçilik hiç tarihi olurmu canım, siz nereden bileceksiniz Moğalistan da Orhun kıyılarında 730 lu yıllarda dikilen anıtlar var. Bu anıtlarda Bilge Kağan, Kardeşi Kül Tigin ve vezir Tonyukuk’un taşlara kazıdığı yazılar var. Bu yazılar da anlatılanlar Milliyetçilik değil de nedir. M.Ö. 58 de Türk Tigin Çin kuşatmasındaki Türk şehrini vermeyerek kanın son damlasına kadar vuruşarak ölürken Milliyetçi değilmiydi?
Yazan:aliriza kaptan Tarih: Şub 1, 2009 | Reply
65 yaşındayım..ilk okulda yani 1950 li yıllarda babamla tavla oynayan bir öğretmen vardı. babam O’nun sadece okuma yazma bildiği için 1920 li yıllarda öğretmen yapıldığını söylerdi..
Sadece okuma yazma bildiği için öğretmen yapılan bir insan, devlete minnet duyar.TC nin kuruluş mayasında var olan bu..o zaman da devletin bir halkı oluyor..Devlet böyle bir anlayışla kuruluşunu sürüdürürken , bu anlayış reflekse dönüşüyor..
28 yıllık tek parti dönemi,6-7 eylül-27 mayıs-12 mart-12 eylül- 28 şubat…bütün bunların ana nedeni devletin halkın devleti olmayışı gerçeğinde yatar. aslında “ergenekon” tam da budur.
AB süreci devletin, halkın devletine dönüşmesi demek değilmi.?.bu ne ergenekoncuların ne de “devlet adamlarının” hoşuna gitmiyor..ama galiba bu kez TC devletinde atlar arabanın önüne koşulacak ve geçmişte bu topraklarda yaşanılan acıları çocuklarımız yaşamıyacak..