RSS Feed for This Post

Dini Siyasete Alet Etmekten Kapatılan Komünist Partimiz

Hasan Rua Demiroğlu

Laik olmak beraberinde ciddi bir paranoya “yeteneğine” sahip olmayı gerektiriyor. Çünkü Türkiye’de bunu kuranların laikliği çağdaş siyasetin rasyonel bir ilkesi olmaktan ziyade; belirli bir siyasal otoritenin başka bir siyasi otoriteyi kısıtlama operasyonu olarak gördüğü ve kullandığı ortada. Devletimizin ve milletimizin bekası için şart olan bu hamlenin işlevselliğinin gelecek nesillere aktarılması için hastalık düzeyinde paranoyaya sahip olmak son derece gerekli.

Nedir laiklik? “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” dersek, dördüncü sınıftaki bir yazılı sorusuna tam cevap olmuş oluruz. Ancak elbette ki laiklik bu değil. Gerçek anlamda laiklik; yaşamın, felsefenin, bilimin ve bunlara bağlı olarak da devletin “sekülerleşmesi” yani dinsizleşmesi demek. Bu saydığım kavramlarda referans olarak dini kullanmayı bir yana koyup, yerine başka kavramlar koymak demek.

Peki Türkiye’de laiklik nedir? Nasıl çıkmıştır? Abartıldığı kadar olmasa da bir Kurtuluş Savaşı verdiğimiz günlerde ön planda olan düşünce hangisiydi? İslami vurgularla dolu İstiklal Marşı’nı laik cumhuriyet neden kabul etti? “Dini siyasete alet ettiği için kapatılmak” şerefine nail olan Komunist ve ulusalcı partimiz hangisiydi?

Laik adamın tarihçesi

Ahmet Necdet Sezer, Mason Locası’nı Çankaya Köşkü’nde ağırlayıp “sizleri laikliğin teminatı olarak görüyorum” dediği günlerden sonra laiklik ile ilgili çok veciz bir söz daha etti: laik olmak adam olmaktır!

İnsan ilk olarak Fransız İhtilal’i ile birlikte adam(!) oldu. Fransa’da, monarşi döneminde ve daha doğrusu 14. yüzyılda Krallar artık kendilerinin “Tanrı’dan” olduğunu iddia etmeye başlamışlardı. Bu inanç eski Türklerdeki Tenrikut inancına da benzemektedir. Ancak Fransa’da 14. yüzyılda başlayan bu akımın başlama nedeni Katolik Kilise’nin halk ve devlet üzerindeki onmaz etkisini kırmaktı. Papa, bir ülkenin her şeyiydi. Kralını o taç takıyordu ve krallar işlerini Papa’ya onaylatmak zorundaydı.

Hatta, bugün İngilizlerin büyük bölümünün mensubu olduğu Anglikan mezhebi, İngiliz Kralı Henry’nin eşini boşayıp başka bir kadınla evlenmek istemesine Papa’nın izin vermeyişine tepki olarak kurulmuştu! Buradan da anlaşılabileceği gibi Papalık, Avrupalı krallıkların üzerinde bir demir yumruktu.

Papalığın neden olduğu bu durum başka bir duruma neden oldu: laiklik doğdu. 1794 yılında tüm dinsel yapılanmanın devlet çatısı altından çıkarılmasına ve bir yıl sonra 1795’de ise din adamlarının maaşlarının devlet tarafından ödenmemesine karar verildi. Bu kararları ibadet ve kült yerlerinin tanınmadığı, kamusal alanda herhangi bir inancın, kültün simgesinin kullanılamayacağı kararları izledi.

1882’de ilk laik okullar kuruldu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Jules Ferry dini okullardan alıp özel hayata sokacak bir dizi yasa düzenledi. Bu yasalara göre devlet okulları asla din dersi veremezdi. Aynı zamanda rahipler öğretmen olamazdı.

Bugün anayasasında laikliği kabul eden ülkeler; Fransa, Japonya, Meksika, Portekiz ve Türkiye’dir. Bunun dışında anayasasında olmamasına rağmen laik olan devletler ise; Azerbaycan, Hindistan, Küba, İrlanda, Avustralya, Endonezya, Senegal, Mali ve Tunus’tur.

Bir dönem Arnavutluk da kendini “ateist devlet” olarak ilan etmişti. Tunus’ta ise geçtiğimiz yıllarda tesettürle sokağa çıkmak yasaklandı.

Biz ne zaman “adam olduk” ?

Türkiye devletinin ilk anayasasında devletin dininin İslam olduğu yazılıydı. Bu ibare 1928 yılında çıkarıldı. Cumhuriyet Halk fırkasının ise Dokuz ilkesinden birisi hilafeti korumaktı. Kurtuluş Savaşı sırasında; hilafetin korunacağı ve saltanatın devam ettirileceği vurgusu vardı. Hatta bu nedenden ötürü İslam ülkelerinden Anadolu’daki mücadeleye çok ciddi maddi yardımlar gelmişti. Savaşın ideolojik açıdan bir koalisyon tarafından verildiği aşikardı. İslamcı Mehmed Akif de, Türkçü Yusuf Akçura da oradaydı. İkisi de savaştan sonra kurulan mecliste mebusluk yaptılar.

Tabii biz sonra adam(!) olduk.

Peki ne zorumuz derdimiz vardı? Neden adam olma gereği duyduk?

Bunun cevabı biraz farklı: biz aslında hiç adam olmadık.

Çünkü Türkiye’de laiklik “çağdaş bir siyaset ilkesi” olarak benimsenmedi. Laiklik; yönetimdeki  siyasi ideolojinin, diğer bir ideolojiyi kısıtlama operasyonun belirli bir dönemdeki adıydı. Kurucu ideolojiyle din arasındaki çatışmada kurucu ideolojinin elini güçlendirmek ve ona yasal manevra meşruiyeti tanımak adına böyle bir ilke gerekliydi. Aynı zamanda Lozan anlaşmasıyla özetlenen dönemin koşullarında da emperyalist güçler kendilerine karşı verilecek bir savaşın tarafı olma ihtimali olan bir Türkiye istemiyorlardı. Hilafet siyasi gücü açısından tartışılır bir makam olmasına rağmen yine de hilafetti ve emperyalizmin kapsadığı üzerinde güneş batmayan toprakların bir kısmında da Müslümanlar yaşıyordu.

Bu bakımdan “adam olmamız” prensib icabı bir gelişmeydi.

İstiklal Marşı “adama” yakışır mı?

1940’lı yıllara kadar Mehteren takımının hala resmi bir yeri vardı. Ancak bir süre sonra ne kadar çağdaş olduğumuzu göstermemiz gerektiğinden onu kaldırıp yerine İsveç Bandosunu koymuştuk. Adama bu yakışırdı.

Peki, içinde “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!”, “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddım var.”,” Bu ezanlar-ki şahâdetleri dinin temeli,” şeklinde ibareler yazılı olan bir marş adama yakışır mı?

Yakışmazdı ama İstiklal Marşı’nın kabul edildiği yıllarda bizler henüz adam olmamıştık. İstiklal Marşı’nın yazılıp kabul edildiği 1921 yılındayken adam olmamıza henüz yedi koskoca yıl vardı.

Adam olduktan sonra bu marşı değiştirmek istedik. İstiklal Marşı’nın yerine Onuncu Yıl Marşı ikame ettirilmesi bir dönem fikir düzeyinde tartışılmıştı. Zaten İstiklal Marşı’nın kabul edildiği oylamadaki bu marş harici diğer marşlar hayli milliyetçiydi.

1938 yılında Ulus gazetesi de yeni bir İstiklal Marşı için yarışma düzenlemişti. Ama bu yarışma yarıda kesildi.

İstiklal Marşıyla birlikte, ay-yıldızlı Türk bayrağı da değiştirilmek istenmişti. Atatürk, “bu İslami motiflerle dolu bayrak yerine” Göktürklerin bayrağına benzeyen yeşil bir kurt profilinin mavi bir zemine oturtulduğu bayrağı istiyordu. Bu iki düşünce de hayata geçirilemedi. İstiklal Marşı’nın zaman içerisinde besteleri değişti, onuncu yıl marşı ise bir sembol olarak kaldı. Ay-yıldızlı İslam bayrağı da yıllarca “Türk’e karşı Türk propagandaları” için bile kullanıldı.

Necip Fazıl da İstiklal Marşı yazmıştı!

Ulus Gazetesi’nin 1938 yılında açtığı yeni İstiklal Marşı yarışmasına Necip Fazıl Kısakürek de katılmıştı. Necip Fazıl’ın marşı Akif’în marşından bir nebze daha milliyetçiydi. Marşın adı “Büyük Doğu” marşıydı. Necip Fazıl “Büyük Doğu” ismini sonradan da dergi ismi olarak kullanacaktı.

Necip Fazıl’ın yarışmaya gönderdiği şiir şöyleydi:

“Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
/Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet
. Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, eykılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak”

Laikliğe aykırı fiillerin odağı olan bir Komunist: Hikmet Kıvılcımlı

Türkiye’deki laikliğin varoluş nedeninin kurucu ideolojinin dine karşı manevralarına yasal bir zemin hazırlamak olduğunu belirtmiştik. Bu yasal zeminin kullanılması 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi tarafından yürütülüyordu. Bundan önce de cumhurbaşkanı tarafından.

Laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak Türkiye’deki en eski siyasi akım. Aynı zamanda Türkiye’de liberalinden, İslamcısına, İslamcısından milliyetçisine herkesi içine alması bakımından sınırları oldukça geniş. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan bu yana Demokrat Parti, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi bu nedenlerle kapatılmıştı.

Sadece partiler değil kişiler de bundan nasibini almıştı. Örneğin, Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can ateist olmasına rağmen Fetullahçı olmakla suçlanmıştı.

Peki, rejimin bu yumruğunun altında yalnızca merkez sağ mı ezilmişti?

Hayır..
Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında memur bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası posta telgraf müdürü Hüseyin Bey’di. 17 yaşındayken Yörük Ali Efe’nin grubunda milli mücadeleye katıldı. 1925 yılında ise Takrir-i Sükun yasaları gereği hapse atıldı. 10 yıl kürek cezası aldı ancak cezası Cumhuriyetin üçüncü yılı hasebiyle verilen çıkan afla iptal edildi ve bir yıl hapisten sonra serbest bırakıldı. Kıvılcımlı, soyadını Lenin’in çıkardığı Iskra isimli dergiden almıştı. Iskra, kıvılcım demekti.

Kıvılcımlı, 1938 yılında Nazım Hikmet ile birlikte Donanma davasında yargılandı. Ömer Deniz isimli bir sosyalist subayın darbe yapmaya çalıştığı şeklindeki iddia nedeniyle tam 15 yıl hapis cezası aldı. Ömer Deniz, sosyalist subaylarla bir örgüt kurmuştu ama ne Nazım Hikmet ile ne de Hikmet Kıvılcımlı ile bir alakası vardı. O dönemin diplomatik yakınlaşma konjonktürüne uyarak komunistler haksız yere tevkif edildi. Hikmet Kıvılcımlı 12,5 yıl sonra serbest kaldı. (Ömer Deniz de serbest kaldıktan sonra oyuncakçı dükkanı açtı. Bu dükkandaki çırağı ise ünlü tiyatrocu Müjdat Gezen’di. )

Kıvılcımlı, hayatı boyunca toplam  22,5 yıl hapis yattı.

Asıl ilginçlik, Hikmet Kıvılcımlı’nın 15 Ekim 1957 tarihinde Eyüp Sultan meydanında yaptığı konuşmadan sonra başladı. Kıvılcımlı, bu konuşmasında dini ibarelere sıkça yer verdi. Zaten Hz. Muhammed’i bir devrimci olarak görüyordu. Bazı kitaplarına ondan iktibas ettiği sözlerle başladı.

Konuşmada şöyle ibareler vardı:

bugün, müslüman istanbul’umuzun, istanbul’dan önce müslüman olan eyüp bölgesinde vatan partisi’nin sesini duyurmaya geldik
….

islamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: “leyse lil insane illâ mâ seâ” der. (yani: insan için, çalışmaktan , emekten başka her şey yalandır) der. işte, o büyük hakikat: aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük içtimai hakikat, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. bugün insanlığın yarattığı değer: emek üzerine kurulur. avrupa’nın en büyük iktisat alimleri, ingiltere’nin klasik iktisatçısı denilen adam smith’ler, ricardo’lar: binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: “leyse lil insane illâ mâ seâ!” hakikatini: “değer, insanın emeğinden doğar” şeklinde ifade etmişlerdir… işte vatan partisi’nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icabeden temelin emek olması lazım geldiğini ifade eder.

vatandaşlarım!… o zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler “gökten iner” di. hazreti muhammed: “ben sonuncu peygamberim!” demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış oluyordu: artik kanunlarinizi kendiniz yapacaksiniz! demek istemiştir… ve onun için insanların büyük toplantı yerleri: camiler meydana gelmişti. bütün islamların camii: adı üstünde cami!..

mübarek ezanı muhammedi dolayısıyle buradaki hak davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. sözümüze, -müsaadenizle- yeniden başlıyoruz.

ne zaman mübarek bir camiin, mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, hülefâyi raşidiyn zamanındaki vatandaşların siyas hayatları gözüm önüne geliverir.. bilirsiniz, o zamanlar, camiler müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. yani her cuma, halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin umur ve hususu hakkında hesap verirdi. gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, yani seçimle iktidara gelirdi. bizzat halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.

tekparti değil mi? demokrasi yokmuş o zaman.. şimdi bunu diyorlar.. o zaman da demokratız diyorduk, ama, şimdi anlaşıldı ki (7-8 seneden beri) o devrin ismi bal gibi istibdatmış. yani, işte, halkın hissi sorularak; hallnn reyi alınarak işler yapılmamış. ya nasıl yapılmış? işte böyle: falan vekaletten bir memur koysun adaylığını, alkışlıyalım şakşak! maaşallah büyük adamdır.. ve ver oyunu: girsin meclise.

Bu konuşma tam 5 saat sürdü. Ardından Hikmet Kıvılcımlı’nın başkanlık ettiği Vatan Partisi “dini siyasete alet etmek suçundan” kapatıldı!

Kemalizmin laiklik paranoyasından Marksizm de payına düşeni almıştı!

Hikmet Kıvılcımlı Osmanlı ve İslam tarihi hakkında pek çok kitap yayımladı. Tarihsel Materyalizm Yayınlarını kurdu. 11 Ekim 1971’de Belgrad’da öldü.

Ölmeden 12 gün önce kendisini yargılandığı davadan ötürü çağıran savcıya şu mektubu yazdı:

“istanbul 1. sıkıyönetim mahkemesi başkanlığına
sayın yargıcım
adımın karıştığını öğrendiğim 146. madde suçlaması ile görülmekte olan davadan kaçmış olduğum söyleniyor. gerçekte hiçbir mahkemeden kaçmış değilim. herkesin bildiği gibi, tedavisi bulunmayan bir hastalıktan ötürü Türkiye’de iki yıldan beri 13 müdahale ve 4 narkoz altında ameliyat geçirmiştim. türkiye’de başka hiçbirşey yapılamayacağını anlayınca, son bir ümitsiz girişim olarak, türkiye dışı daha ileri teknikli tıp dünyasına başvurmak istedim. ancak yıllardan beri yapılmış bütün pasaport dileklerim neticesiz kaldığından, başka bir yolla ülkemden ayrılmak zorunda kaldım.
yaptırdığım çeşitli muayeneler ve tedaviler sonunda, hastalığın meş’um ve çabuk gelişimini önleyecek hiçbir tedbirin olmadığını anladım. ve 70 yıl bu kara toprağın kuru öküzü gibi yaşadığım ülkemde gene öyle hesap vererek yatmaya kararlıyım.
varna kıyılarından kedi miyavlamalarıyla yurt hasreti gösterilerine kalkışacak anlayışta ve mizaçta değilim. geliyorum.
saygılarımla,
29 eylül 1971
dr. hikmet kıvılcımlı”

Kurucu ideolojiye karşı olabilecek nüanslar taşıyan en ufak bir akımın nasıl zorbalıklarla çürütüldüğünü görüyor musunuz? Belki de bu yüzden laiklik ilan edildiğinden bu yana hiçbir zaman benimsenmedi. Hiçbir zaman ilerleme adına faydalı bir şeylere neden olmadı. Çünkü kurulurken de bugün de yalnızca bir susturucu görevi üstlendi..

Ne dersiniz, bu “adam olma” işi delikanlı adamı bozdu mu?

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk Solu 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Ezel KARA Tarih: Şub 3, 2009 | Reply

    kardeşim Vatan Partisi 1957’de Menderes’in adama gıcık olması nedeniyle kapatılmıştır sen gelmiş Kemalizm’e çamur atıyorsun. Nezle olsanız Mustafa Kemal’den ya da İnönü’den bileceksiniz

  3. Yazan:Hasan Tarih: Şub 3, 2009 | Reply

    Sayın Ezel Kara;

    Dönemin iktidarı olduğu için suçlu Menderes gözükebilir. Gerçekten menderes de olabilir. Ama ben ne nedenle kapatıldığını öne sürüyorum sadece.

    Aynı zamanda bu konuşmada Kıvılcımlı tek parti anlayışını da eleştirmiş.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin