Yasaperestlik, kurbanlaş(tır)ma ve Filistin Direnişi
By Konuk Yazar on Şub 5, 2009 in Adalet, Batı, Cihad, Filistin
Evrensel olarak İnsan Hakları söylemi, tanınabilir bir insan öznesi olduğu varsayımından yola çıkar. Varoluşun merkezinden Tanrı’yı alıp yerine insanı ikame etmeyi hedefleyen hümanist söylemin tipik bir ürünüdür. Yani ilan ettiği gibi zamanlar ve mekanlar üstü değil aksine içinden çıktığı tarihsel-toplumsal ve dolayısıyla siyasal-ideolojik koşullara bağ(ım)lıdır. Dolayısıyla belli bir söylem düzenine özgü, inşa edilmiş, tarihsel bir kavramdır. İnsan hakları söylemindeki tüm insanları kapsadığını iddia eden evrensel insan anlayışı aslında muhtelif ‘insan hallerine’ dair öznelliklerin ve bunlara bağlı olan iktidar ilişkileri ile sorumluluk dağılımlarının üstünü örter. Mezkur insan hakları anlayışı aslında ‘daha az insan’ olanların kurbanlıklarını benimsemelerini telkin eden bir tür teselliden ibarettir.
Kurban kelimesi, burada hususi bir önem teşkil ediyor zira İnsan Hakları Beyannamesi, insanı temelde aciz bir kurban olarak konumlandırarak başına gelmesi muhtemel ‘kötülük’lere uğramama hakkı olduğuna dair bir perspektif sunar.
Bu beyanname, hakları çiğnenenlere ‘haklarının çiğnenmeme hakları’ olduğunu beyan ederek asıl faili -hakkı çiğneyeni- görünmez kılmaya ve bu suretle insan denen heyulanın kurbanlığını takdis etmeye yöneliktir.
Ayaklanmayacaksın!
Daha iyi açıklamak için şunu sormak gerek: İnsanların neden bu kötülüklere maruz kalmama hakkı vardır? El-Cevap: Ayaklanmamaları için! Beyanname’den okuyalım: ‘İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına…’ Ayaklandığınız andan itibaren bambaşka bir hikaye başlar çünkü, artık kurban-insan değilsinizdir. Görünen o ki, bu grotesk metin yerleşik düzenin tesisi ve teminini daha ‘insancıl’ bir görüntü altında gerçekleştirmek için ortaya çıkarılmıştır.
Dünya’nın sefaletine dayalı bu düzenin, kurban-insanı merkezileştirip onun acziyetinden beslenerek kendini yeniden ürettiğini göremeyeniniz var mı? Ne yazık ki var. İnsan hakları söyleminin ihtiva ettiği konformist boyutla çok paralel olarak mazlumlara kurban olmalarını vaz eden bir söylem de mevcut. Bunun bir örneğini İsrail sorununa dair geçen haftaki iki köşe yazısıyla veren değerli Markar Esayan özetle ‘şiddetin her türlüsünü, her durumda’ reddetmek gerektiğini, bu yüzden İsrail’den de Filistin’den de savaşanların ‘şiddete tapar’ olduğunu öne sürüyor. Ayrıca hepimizin birer ‘öldüren’ ve ‘kurban’ olarak rollerimizin mütemadiyen değiştiğini vurgulayıp, uygulanan şiddetin de ‘öç alma hakkı’ üzerinden meşrulaştırıldığını ekliyor.
Faili meçhul kılmak
Öncelikle belirtmem gerekir ki, Markar Bey’in öne sürdüğü hepimizin ‘hem öldüren, hem de kurban’ olduğumuz iddiası biraz önce açıklamaya çalıştığım ‘kurbanın yüceleştirilmesi’ söylemiyle çok paraleldir. ‘Kurban-öldüren’ ikiliğinde kurban ‘iyi’ olanı, öldüren ‘kötü’ olanı temsil eder. Buradan yola çıkarak Markar Bey iyi olanı yani -İsevi bir kendini feda edişi anımsatan- kurban olmayı tercih etmenin ahlaki açıdan doğru bir pozisyon olduğunu iddia ediyor. Bense bu ikiliğe katılmadığımdan meseleyi ‘mazlum-zalim’ ikiliği üzerinden ele almak istiyorum.
İşe Markar Bey’in iddiasının çok vahim bir sonucu olduğunu söyleyerek başlamak gerek: Faili meçhul kılmak. Her zulmün belli bir faili vardır ve bu belirlenmiş zemin üzerinden adaletin tesis edilmesi için uğraşılır. Fakat mevcut bir zulüm karşısında mazlum ve zalim pozisyonlarının temellendiği zeminin mütemadiyen değiştiğini iddia etmek adaletin tesisine yönelik bütün çabaların önünü keser. Bu manada eğer amaç adaletin tesis edilmesiyse zalimi mazlumdan ayrıştıracak söylemsel mekanizmaları canlı tutmak elzemdir.
Bu bakış açısından bakınca bomba altında yaşam savaşı veren Filistinli ile bombalamayı yakın bir yerden dürbünle seyreyleyen İsrailli eşit derecede zalimdir ve mazlumdur. Mazlumluk da zalimlik de şüphesiz statik kimlikler değiller. Bir insan topluluğu bugün mazlumken yarın zalim olabilir.
Burada önemli olan zulmün yaşandığı ‘an’ içinde mazlum ve zalim kimliklerinin belirlenmesi ve buna göre mazlum olanın yanında etik bir pozisyon alınmasıdır. Buna mukabil, Markar Bey çözüm olarak hem kurban hem de öldüren olduğumuz gerçeği ile yüzleşip af dilemeyi öneriyor. Sanırım bu yine Hıristiyan geleneğinden neşet eden bir tür ‘itiraf et ve af dile’ formülasyonunun mezkur durum için adapte edilmiş halini andırıyor. İtiraf mekanizması önemlidir ama adaletin tesis edilmesi noktasında belki yapılabilecek en son ve zayıf eylemdir. Üstelik itiraf bir ‘af’la beraber gelir. Yani insanın içindeki o iyi-kötü, mazlum-zalim, kurban-öldüren ikiliği arasındaki gerilimi diri tutmaz.
Adalette af seçeneği
Oysa insanı hem kendine hem de başkalarına zulmetmekten alıkoyan yegane şey adalet ile arasında kurduğu bu gerilimli ilişkidir. ‘Af olunan’dan her zaman tekrar zulüm beklemeye hazır olabiliriz. Kolonyalizm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kaldı ki adalete en uzak olan bu ‘af’ seçeneğini öncelikli bir öneri olarak sunmak da insanı aciz olan kurban pozisyonuna zapt eder. Aciz olmak kurbanlığı içinde hiçbir şeyden sorumlu olmamaktır. Halbuki mazlum olmak -kurbanlığın öngördüğü gibi- aciz olmak demek değildir, her zaman adaletli olanı gözetmek şarttır.
Peki, iddia edildiği gibi ‘kurban olmak hakikaten ‘iyi’ olana götürür mü?’ diye sorduğumda, aklıma ilk olarak Yahudi halkını toptan katletmeyi amaç edinmiş Holokost geliyor. Yaklaşık 6 milyon Yahudi’nin öldürüldüğü toplama kamplarında birkaç istisna dışında Yahudi tutsaklar kelimenin tam anlamıyla kurbandı. İsyan etmediler, kaçmayı denemediler, örgütlenmediler.
Gayet ‘rasyonel’ bir şekilde, verimlilik hesapları eşliğinde sistematik olarak bir halk nerdeyse yok edildi ve mazlumlar kurban oldu. Tüm dünya olan bitene ‘kurban bilgeliğiyle’ yaklaşsaydı dünya üzerinde Yahudi insan kalmayabilirdi.
Çok şükür ki Naziler savaşı kaybetti ama Holokost’tan türeyen ‘kurban’ söylemi başka zulümlerin meşrulaştırılmasına vesile oldu. Şu anda İsrail’e birçok Batılı çevrenin sert tepki koyamamasının ardındaki faktör tam da bu ‘kurban’ söylemidir.
Amerikalı Yahudi bir akademisyen olan Norman Finkelstein’in üniversitesinden istifa etmek zorunda kalmasına sebep olan aşağıdaki sözleri üzerinden ‘kurban’ söyleminin siyasal alandaki korkunç izdüşümüne bir daha bakalım: Dünyanın hem en heybetli ordularından birine ve hem de en tüyler ürpertici insan hakları siciline sahip İsrail, eleştiriye karşı bağışıklık kazanmak için kendisini sürekli bir kurbanlar devleti olarak takdim etmektedir.’‘Kurbansallaşan’ söylemler zulme evirilmeye çok müsaittir ve bu açıdan kurbanlık üzerine kurulan siyasal bir söylemden herhangi bir hayır sadır olmasını beklemek daha fazla zulmün yanı başımızdan sessizce geçip gitmesinden başka bir şeye yaramaz.
Kurbanlar devleti
Son olarak en önemsediğim bölüm olan ‘şiddetin her türlüsünü her durumda reddetmek’ önerisine gelelim. Bu öneri aslında bir tür ‘yasa’ ortaya koyuyor ama ilginç bir şekilde ‘her durumda’ dendiği için bu ‘yasa’nın istisnası yok. İşte tam bu nokta bizi başından beri bahsettiğimiz ‘insanlık’ mevzularının kilit noktası olan adama, Immanuel Kant’a getiriyor. Zira Kant’ın teorik tasavvuruna göre de ‘ahlaki yasa’nın her durumda ve her şekilde uygulanması gereken, saf bir biçimi vardır. Jacques Lacan, ‘Kant avec Sade’ isimli meşhur makalesinde Sadizmin babası Marquis de Sade’ın ‘gizli bir Kantçı’ olduğundan bahseder. Zira aynı Kant gibi Sade’ın da uyduğu ‘yasa’nın (‘Yasayı ihlal et’) istisnası yoktur. Bu noktadan bakınca görülen, Markar Bey’in tüm ‘insanlığa’ ama önce Filistinliler’e önerdiği, istisnası olmayan bir ‘yasa’ olan ‘şiddeti reddet’, ironik bir biçimde İsrail’in uyguladığı ve yine istisnası olmayan ‘şiddet uygula’ yasası ile örtüştüğüdür.
‘Yasa’nın istisnaları
Aslında böylelikle farklı görünüme sahip olsalar da aynı ahlaki -unutmayalım ki Sade dahil hepimizin bir ahlakı var- düzlemden neşet eden iki söylemle karşı karşıya olduğumuzu keşfediyoruz. Meğer Markar Bey, bize ‘öldüren’ ile empati kurmamayı salık verirken aslında ‘öldüren’inki ile paralellik arz eden bir ahlaki ilişki öneriyormuş. Bir taraf çocuk, kadın, yaşlı gibi ‘istisnaları’ dikkate almadan ‘yasa’ya uyup şiddet uygularken, diğer taraf açlık-ilaçsızlıktan ölümü beklese de, tüm sevdiklerinin bombalarla yok edildiğine şahit olmuş olsa da, belki çocuğu gözünün önünde suyla dahi söndürülemeyen fosfor bombaları yüzünden kömüre dönmüş olsa da ‘yasa’ya uyup şiddet uygulamayacaktır. Yasa öyle diyordur. Kurban, kurban olarak kalacak ve adalet için uğraşmayacaktır. Kurban herhangi bir şey yapmaktan muaftır. Onu yüce kılan budur, aksi takdirde kurban da zalimdir, şiddete tapmaktadır.
Aşağılamayı tek iletişim biçimi, tabi kılmayı tek varolma biçimi, zulmü ise tek iktidar biçimi olarak görenlere karşı adaleti tesis etmeye çabalamak yerine ölmeyi beklemek mi gerekir? Ya ısrarla ‘önce adalet, sonra barış’ diyen Filistin Direnişi’ni bir ‘öç alma hareketi’ değilse? Ya onları motive eden şey iki halkın da çocuklarına daha iyi bir gelecek bırakmak ise? Ya -söylemlerinde de anlattıkları gibi- tüm Yahudiler’in değil ama sınırlarını hala ilan etmeyen işgalci İsrail Devleti’nin karşısında mücadele ettiklerini düşünüyorlarsa? Görüldüğü gibi ‘yasa’ karşısında tüm bunlar anlamsızdır. Çünkü tüm ‘Ya..’ ile başlayan cümleler birer istisnaya tekabül eder ve ‘yasa’ istisna kabul etmez.
Nihai çözüm mümkün mü?
Yukarıda aslında ‘yasa’ dediğimiz kavramın gündelik hayata dokunmadıkça nasıl da içi boş bir şey olduğunu vurgulamaya çalıştım. Bu manada şiddet içeren her eylemin kayıtsız şartsız kötü ilan edilmesinin hayatın daimi karmaşıklığını ıskalamaktan ileri geldiğini düşünüyorum. Hiçbir ‘yasa’nın kendi içinde, kendinden menkul bir anlamı yoktur. ‘Yasa’yı şekillendiren hayatın ta kendisidir. Örneğin tüm mahkeme sistemi bu yüzden vardır. Mahkemelerin temel işlevi yürürlükte olan kanunları (yasa) önlerine gelen insanlık hallerine (istisnalar) göre değerlendirmek ve yargıya varmaktır. Muhtevadan yoksun ve dolayısıyla sadece bir formdan ibaret olan ‘yasa’ya uymanın en ‘güzel’ örneklerini Nazi döneminden bulabiliriz.
Hatırlarsanız Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılanan eski Naziler ‘biz sadece emirlere (yasalara) uyuyorduk’ diyerek kendilerini savunmuşlardır. Dolayısıyla, ‘yasaperest’ olmanın kendisi tam da ahlakın, vicdanın, insafın yani kısaca istisnaya yol açabilecek tüm beşeri özelliklerin üstünü çizen bir hususiyete sahiptir. ‘Yasa’ dediğimiz form, içi ancak ‘adalet’e tekabül eden bir muhteva ile varolduğunda anlamlıdır. Bu minvalde ‘yasa’ ile ‘adalet’ arasında belli bir gerilimin mevcut olması gerekir.
İşte bu yüzden ‘yasaperest’ olmak yerine adaleti tesis etmeyi nihai gaye olarak tayin etmeli ve bunu en başta bir zalim olma potansiyeli taşıyan kendimizde tesis etmeliyiz.
Hülasa, mezkur kurban jargonu ve ‘yasaperestlik’ tam da neo-liberal işgalin tüm dünyadaki mazlumlardan beklediği, insanların yerleşik düzenden hasıl olan tüm zulümlere ‘kendiliklerinden’ teslim olmalarını öngören ideal özne pozisyonudur. Hatta duruma uygun olarak söyleyelim ‘Nihai Çözüm’dür fakat uygulanması neyse ki ‘insani’ açıdan mümkün değildir.
*Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi
3 Yorum
Yazan:eg Tarih: Şub 5, 2009 | Reply
etyen mahçupyan dünkü zaman gazetesi yazısında, şiddet dışı direnişi halkların gandileşmesi olarak ifade etmiş. kendisiyle benim ahlaki direniş dili inşası yazım ve bu yazısı dolayısıyla bu konuda görüş alışverişinde bulunmuş, kendisine şiddet dışı direnişin bir ideal nokta olduğunu ama her şekilde uygulanması mümkün bir nokta olmadığını söylemiştim. kaldı ki 1985’lere kadar filistin ciddi bir şiddet dışı direniş gösteiyordu. ama bu batıda ve israil’de etki yapmak bir yana yeni yerleşim yerleri manasına geldi dediğimde, bugünkü konjonktürde o zaman olmayan şeyin olmayacağını bilemeyiz, obama bile seçilebildi diye bir cevap vermişti.
aslında bu cevap yazıda hilal hanımın da belirttiği gibi mutlak bir kurbanlık retoriği kuran ve bu anlamda “yasayı koyan” için, şiddet dışı direnişi yerine getirenin de bu yasa koyanın insafına terkedildiği bir durum yaratır. sonuçta şiddet dışı direniş bir üst noktadır ama kayıtsız şartsız bir nokta değildir. o zaman hz.hüseyin’in direnişini nereye koyarız? dolayısıyla her zulüm biçimi (gandhi’nin ingiliz işgali latındaki hindistanı ile bugünkü filistin aynı değil muhakkak ki) yeni bir direniş biçimi yaratmalı. bu da aslında ideal ahlaki pozisyonun ve ilkelerin korunması ile olacak birşeydir. bu ahlaki ilkeleri araştırdığım “ahlaki bir direniş dilinin inşası” yazımda aşağı yukarı hilal hanımın söylediklerini teorileştirmeye çalıştım. bazı durumlarda şiddeti tamamen dışlayan tutum, sizi güçlü olanın infasına terk eden(ki hiç insafa gelmiyorlar maalesef) bir durum yaratır. o yüzden deleuze’nin dediği gibi her zulme farklı bir direniş retoriği ile yaklaşmak gerekli bence. ilkeler bellidir elbette…ama bu ilkeleri baz alan direniş, her zulüm biçiminde yeniden yapılanır. ben gerek markar esayan’ın, gerekse de etyen mahçupyan’ın yazılarını kurbanı zalim olanın insafına terk eden bir konumda buluyorum.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Şub 6, 2009 | Reply
Çok karmaşık felsefe kuramlarına aklım ermez.Daha kestirmeden gireceğim konuya.Mesele, kurban-öldüren/cellet ilişkisine dayandırılmış kanımca.Yani yasa/güç/yetki vb.ni elinde tutan ve bunu insanları kendisi için bir kurban,yani “yoketme”nesnesi sayan o “kötü”yü temsil eden otoriteye kurban seçilen konumunda olandan nasıl bir tepki ve karşılık gelmesi gerektiği sorgulanıyor.Çok yerinde ve doğru bir sorgulama…Elbette ortalama bir zeka ve vicdana sahip hiçbir insan,kurban konumunda olanın yasakoyucu ve aynı zammanda öldüren/cellat konumnda olanın insafına terkedilmesi gerektiğini savunmayacaktır.Fakat hadisenin can alıcı yanı da burada başlıyor.Şöyle ki:yokedilme nesnesine dönüştürülen kurbanın bu kurbanlıktan kurtulmasını,daha fazla kurbanın verilmemesi için kafa yoranların sanki böyle acımasız bir yasaya boyun eğdikleri kanısı doğuyor.Yani bu töhmetten kurtulmak için adeta sayısız kurbanın harcanmaya hazır durumda tutulması ahlaki bir insan hakkı savunuculuğu için temel kriter kabul ediliyor.Peki bu duruş yaşam hakkı dediğimiz en temel değerle ne kadar bağdaşıyor,mağdur durumda olan kurbanı kurban olmaktan ne kadar kurtarıyor?Kimin adına kim karar veriyor acaba?PKK saflarında dağda ölen gençlerin yaşamlarını fede etmeleri ne kadar kendi tercihleriyle gerçekleşiyor?Ölmeye ve öldürmeye programlanmış,beyinleri yıkanmış bu gençleri tetikleyen nedir?Sakın kurbanlık koyun gibi ölüme atılırken birilerinin kutsalları(!)uğruna olmasın bu feda ediş?Ve Filistin halkı;gençleri,mücahitleri,çocuk ve kadınları,yaşlıları yine aynı kutsallar uğruna ve başkalarının manipülasyonuyla ölüme koşmasın/koşturulmasın?…Kutsallık fırınına dönüşmüş dev alevlere birer odun gibi atılmış olmasın?
O halde biraz da buradan bakmak gerekmiyor mu?Savunmasız diyoruz,evet öyle…Orantısız bir güç var diyoruz,evet bu da doğru…İsrail tüm gücüyle barbarca saldırıyor,Filistin halkını ve insanlığı yokediyor,buna da kimsenin itirazı yok.Fakat bugüne kadar tek meşru müdafa yolu olarak benimsenmiş yöntemle hergün daha çok kurban verilmeye devam ediliyorsa durup bir düşünmemiz gerekmes mi?Kaç yıldır sürüyor bu savaş?Ve İsrail’e karşılık Filistin halkının insan kayıpları ne kadar diye hiç dönüp bakıyor muyuz?Demekki yolunda gitmeyen bir şeyler var;aksayan,dikkatlerden kaçan bir şeyler olmalı evet.Peki bu korkunç kayıplara rağmen o insanlara ölüm makinelerinde topluca kurban vermelerini hangi ahlak adına talep etme hakkımız var?İnsan haklarını,yaşama hakkını böyle mi savunacağız?Çocuklar parçalanmaya devam etsinler ama biz kendi ahlak anlayışımızla onları teşvik edeceğiz ve tabii dünyadaki bütün yasakoyucuların oyunlarını da bozmuş olacağız öyle mi?
Yazan:eg Tarih: Şub 6, 2009 | Reply
tek direniş olmadı filistin’de. hemen hemen her tür direniş denendi ve ortada filistinlilere birşey kalmadı maalesef. çözüm nedir denirse bilmiyorum ama çözümün o insanlara direnmeyin ve teslim olun demek olmadığını biliyorum.