Türkiye Bizi Satar mı?
By Adil Yapar on Şub 9, 2009 in Çeviri, Dış Politika, Ermenistan
Yazan: İlham TUMAS, Azericeden çeviren: Adil YAPAR
Kaynak: http://lent.az/news.php?id=14859
“Rabbim, aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi yok eder misin? ”
(Araf suresi, 155)
Artık eldivenler atıldı. Osmanlı kardeşlerimizin Ermenistan sınırlarını açma hazırlığında oldukları hakkındaki haberler, hem Azerbaycan’da hem de Türkiye’de kimiler tarafından ayrı ayrı öfkeyle karşılandı. Medyada değişik tepkiler verildi, açıklamalar yapıldı. Art niyetli kimseler, düşmanlar, İrancılar, Rusyacılar, bilmem neciler şimdiki Türk hükümetine yıllardan beri kalplerinde gizlediklerini açıkça söylemek için güzel fırsat kazanmışlardır. Hayırlı olsun diyemeyeceğim…
Her Kardeşin Yetimi Kendine
Meselenin özüne inildiğinde, meydana gelmesi olasılı olan bu “sınır kapısı açma” olayına insanlarımız soğukkanlı yaklaşmak yerine, daha çok eski geleneklerine bağlı kalarak “Kardeş Türkiye böyle bir şey yapmamalıdır” diye haykırmaya öncelik vermektedir. Kimse artık ‘kardeşlik’ numaralarının geçerliliğini kaybettiğinin farkında değil. Hâlbuki bu numaralar öteden beri daima göstermelik olmaktan öteye geçememiştir, zaten. Çünkü ‘kardeş’ Türkiye’nin ne yaptığını, ne yapacağını ve en önemlisi ne yapmak zorunda olduğunu ondan daha iyi bilen kimse yoktur. Ve ayrıca bu ‘kardeş’ öylesine bir kardeş olsa, neyse. Onun 70 milyonluk yetimlerinin yanında, bizim 7 milyonluk yetimler pek ağır basmaz.
Açıklama:
Geçenlerde Türkiye’nin başbakanı Erdoğan şehre yürüyüşe çıkmıştı. Başbakana bir kadın yaklaşmış ve kendisine: “Benim 7 yetimim var, yardım edin!”, diye seslenmiş. Bunun üzerine ak ampulcü “sizin 7, benimse 70 milyon yetimim var” diye cevap vermişti.
O günlerde saygı duyduğum siyaset yorumcularından birinin yazısını okumuştum. “Bizi Ruslara takas eden, Atatürk’tü.”, ve “Türkiye yönetimi bizi sattı” kabilinden ifadeler kullanmış. Bu görüşlerini pekiştirmek için Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan, 20 Ocak olaylarına kadar (Sovyet ordusunun 20 Ocak 1990 tarihinde Azerbaycan’a girip bağımsızlık mücadelesini bastırmak için 150 kişinin öldüğü kanlı müdahale, çev.) tarihten de bol bol örnek göstermekten geri kalmamış. O, Türkiye’nin Ermenistan’la olan sınırlarını açmasını “Türk halkına, Türk milletine ve Türkiye’nin kendine büyük bir hıyaneti” olarak değerlendiriyordu. Sanki Türkiye’nin hiç işi gücü kalmamış, siyasetini sadece “kardeşlerin” menfaatine uygun olacak şekilde belirlemek zorundaymış, vesselam.
Peki, aslında Türkiye Devletinin kendine belirlediği ya da belirlemesi gereken çıkarları nelerdir?
Bu nokta sorununa çözüm bulan Arşimet gibi ‘evreka’ diye atılan gazete manşetlerine yansıtılan birkaç meseleye aydınlık getirmek istiyorum. Prensip olarak, hocam doğru söylüyor: “Türkiye bizi satmış”! Evet, evet, satmıştır. Ayrıca bu “satışı” belgelendirmek için bu zatın tarihten getirdiği örneklerden daha dehşetli şeyleri bulmak da mümkün. Eminim ki, onun Atatürk ile Lenin, İsmet İnönü ile ajan Çiçero arasındaki yazışmalardan, Molotov’un, Mikoyan’ın Türkiye ziyaretlerinden, orada geçen konuşmalardan, “bize silah, size Kafkasya” pazarlığından, boyunlarına taş bağlanmak suretiyle boğaza atılarak öldürülen Mustafa Suphi ve diğer komünist öncülerin hal’lerinden ve de Ermeni ve Kürt sorunlarının ihracından haberi vardır.
Peki, “Önce Vatan” Kıstası Nedir?
Bilindiği üzere, bir devleti kuranlar, o devleti kurarken tarihine dayanan, küresel ölçekli plan ve ölçütler belirlerler. Sonradan o devlette yönetim değişiklikleri olduğunda, bir iktidar gidip yerine bir diğeri geldiğinde, çizilen bu çizgi kati surette bozulmaz. Tarih, bu tür ölçütlerin bulunmadığı bir takım bayağı devletlerin kuruluşuna şahit olmuşsa da, bu tür devletler tarihin acımasız sınavları karşısında ayakta kalamayıp dağılmışlardır. Ancak bu şart yerine gelmiş ve bu ölçütlere daha sonra da sıkı sıkıya bağlı kalınırsa, söz konusu devlete zeval olmaz.
Mesela bir dünya devi olan ABD’nin asırlardır sürüp gelen çok önemli ve değişmeyen ölçütleri vardır ki, bunlardan biri “Monroe Doktrini”dir. Amerikan devlet adamı Monroe’nun çizdiği ve sonrasında asırlar boyu Amerika Birleşik Devletleri’nin yürüttüğü dış siyasetinin ana hatlarını belirleyen bu doktrinin 3 şartı vardır:
1. Müstemleke karşıtlığı (Noncolonization)
Güney ve Kuzey Amerika kıtaları bundan sonra Avrupalı güçlerin müstemlekeciliğine maruz kalmamalıdır.
2. Müstemleke geçişi karşıtlığı (No Transfer)
Birleşmiş Devletleri, Yeni Dünya’daki müstemlekelerden birinin bir Avrupa ülkesinden diğer bir Avrupa ülkesine geçmesine kayıtsız kalmayacaktır.
3. Müdahalesizlik (Nonitervention)
Birleşmiş Devletler, Avrupa’nın işine karışmayacaktır.
Bu 3 ölçüt, böylece ABD’nin uzun yıllar boyunca bütün dünyada egemen bir devlet olarak gelişmesinde büyük bir temel oluşturmuştur.
Bir devletin kurulması ve onun sağlamlaştırılması için birçok kurban verilmesi gerektiği gerçeğini kim yalanlayabilir?
Açıklama:
Bu “kurban” meselesi kardeşimiz Türkiye için de geçerlidir. “Atatürk bizi Rusya’ya sattı” derken, aslında bunun bir satış değil, Atatürk’ün bir devleti kurma çabası olduğunu ve bu geleneğin Erdoğan yönetiminin keşfi değil, Türkiye devletinin Atatürk tarafından belirlenen vazgeçilmez bir esası olduğunu görmek gerekir. Her ne kadar acı olsa da, o zamanın şartlarına göre, Atatürk sadece Azerbaycan’ı ve Kafkasya’yı değil, Kıbrıs’ı, Musul’u ve Kerkük’ü, … aynı şekilde kuracağı muhteşem Türkiye için kurban etmiştir.
Türk Dünyası bir Yana, Azerbaycan bir Yana
Kurulmuş bir devletin temelini sağlamlaştırmak için, o devletin önde gelen kişileri genellikle ellerindeki tüm olanaklardan yararlanırlar. Gerektiğinde, kendi milletinin devletini kurmak için, bıçak kemiğe dayanana kadar mücadele vermiş halkının haklarını ayaklar altına almak, kanını dökmek, suçlu-suçsuz ayırt etmeden insanları asmak veya kurşuna dizmek yoluna bile başvurabilirler. Evet, bir devleti kurma ve bu devleti pekiştirme sanatı bunlardan ibarettir: savaş, kan, güç, kurban…
Bir düşünün, milyonlarca insanın kanı pahasına kurulmuş bir devlet kendini temelini sağlamlaştırmaya çalışırken, hangi “kardeş” devletin problemlerini omuzlarında ne kadar taşır, ne kadar taşımaya borçludur ve genel olarak, taşımak zorunda mıdır? Öyle bir devlet ki, kuruluşunda kendi halkının cesetleri üzerinden geçilmiştir. Böyle bir devleti idare edenler herhangi bir ‘kardeş’ ülke halkı için kurban vermeyi kabul eder mi? Sayın politolog hocamızın fikrini bilmem ama – bana kalırsa, bana biri bütün Türk Dünyası bir yana, Azerbaycan bir yana olsun, ya da ‘ya Türk dünyası, ya da Azerbaycan mahvolacak’ dese, ben düşünmeden Azerbaycan’ı seçerim ve sonucunda Türk dünyası mahvolsa bile, kanlar dökerek kurulmuş olan kendi devletime, yine kan dökerek kurulan diğer Türk devletlerine öncelik veririm. Bence bu tür bir “önce vatan” mantığı, bizim “kardeşlerimizde” de vardır..
Biraz Türkiye’nin ‘Kurbanlarından’ Bahsedelim
Bunun için epeyce geriye, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllara kadar gitmek zorundayım. Bu döneme yüzeysel de olsa, aydınlık getirmek gerekir. Çünkü yukarıda açıkladığımız gibi, Türkiye’nin bugün Ermenistan’la olan sınırını açması meselesi, birçoğun sandığı gibi şimdiki AKP hükümetinin güdümünde değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyetinde bulunan ve kurucusu Atatürk’ün ektiği siyaset tohumlarının uzantısı olup, kati surette Azerbaycan’a karşı yönelmiş bir siyaset değildir! Zira bunlar siyasi ilimlerin alfabesidir ve devlet kurmaya kararlı büyük insanların uymak zorunda olduğu yazılı olmayan klasik kanunlardır.
Şimdi Türkiye’nin bugün Türkiye olmak adına hangi kurbanları verdiğini ve verdiği bu kurbanların arasında Ermenistan’la olan sınırını açmanın ne kadar önem taşıdığını görelim.
Bu kurbanlar, bir milletin kendi devletini kurmasında vermeye mecbur olduğu kurbanlardır ki, bizler de kendi geçmişimizde bu kurbanlardan verdik. Şimdi bir “ölüm-kalım” meselesi haline gelmiş olan Karabağ meselesi, artık bizim olmayan Batı Azerbaycan toprakları, bu yolda verdiğimiz şehitler, … tüm bunlar da Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulması sürecinde canımızdan verdiğimiz kurbanlarımız değil midir?
Türkiye’nin durumu daha da elim olmuş ve Atatürk bugünkü Türkiye’yi kurmak için daha büyük kurbanlar vermiştir. Bunun sonucunda, bir zamanlar bütün Avrupa’ya hükmetmiş bir devlet, hilafetin son durağı olan Osmanlı İmparatorluğu bugün Türkiye’nin “sığındığı” bu kısıtlı toprak ile yetinmek zoruna kaldı.
Kardeş Türkiye’nin talihsizliği daha sonra da devam ederek, hilafetten kopup cumhuriyetin kurulduğu o ilk yıllarda düzenlenen uluslararası konferanslarda, çeşitli anlaşma ve mukabelelerde verdiği kurbanların faturası daha sonra pahalı olmuştur; Bulgaristan’dan kovulan Türklerden başlayıp, Kıbrıs, Musul ve Kerkük’e kadar…
Ancak cumhuriyetin ilk yıllarında da, Kurtuluş Savaşı’nda dökülen kanlara rağmen diplomatik görüşmelerde çok fazla taviz verilmesinden şikâyetçi olan bir muhalefet oluşmuştu. Türkiye Büyük Millet Meclisinin Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen mebusları, Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan konferansına gönderdiği heyetin elde ettiği sonuçlarının bağımsızlık için Kurtuluş Savaşı’nı veren halkın yüzüne bir tokat olduğunu iddia ediyorlardı. “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muhteşem galibiyet Lozan’da defnedildi” ve “bu mukabelede kapitülasyon kokusu var” şeklinde rahatsızlıklarını ifade eden bazı milletvekillerinden başka, Kurtuluş Savaşı’ndan galip çıkmış olan Türklerin savaştıkları gibi konuşmayı beceremediklerini ifade eden yabancı diplomatların sözleri bilinmektedir.
Her halükarda, İngiltere heyetinin başkanı Lord Curzon’un şu düşünceleri, dev Osmanlı devletinin, hilafetin son menzili olan bu memleketin cumhuriyet kurmak için ne gibi kurbanlar verdiğini anlamak için yardımcı olacaktır:
“Yunanistan heyetinin başkanı Venizelos, Türk heyetinin taleplerini öğrendiğinde, biraz cesaretlendi. Çünkü bütün temsilciler Türklerden daha ağır şartlar beklemekteydi. Türkler ise birçok konuya dokunmadıkları için, o da bunlarla ilgili birçok taviz elde edebilmiştir.”
Bütün bunlara rağmen, Atatürk’ün de imzaladığı ve diplomatik açıdan büyük bir kazanım olarak gördüğü Lozan Antlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da onaylanmıştır.
Şimdi ve o zamanlarda da, Türkiye’nin güçlü devletler karşısında aslında hangi şartlarla çıkması gerektiği konusu uzun uzadıya tartışılabilir. Ancak bu tür tartışmaların hiçbir faydası olmayacağı da kesin. Çünkü ortada önder Atatürk’ün kendi kanı ve canı pahasına ejderhanın ağzından kurtardığı bir Türkiye Cumhuriyeti var. Ayrıca uzun yıllar süren savaşlardan yorulmuş olan bir memleketin dertlerini, onun hangi şartlar altında ve nelere razı olması gerektiğini, iktisadi yükselme devrine girmek zorunda olduğunu, bu memleketin başkomutanı Mustafa Kemal Paşa’dan daha iyi kimse bilmezdi. Atatürk bunu biliyordu ve bildiği gibi de uyguladı! Hem de yapılması gerekenler bunlarla sınırlı değildi ve büyük önder onları da yaptı.
Türkiye yalnız Kurtuluş Savaşı’nın değil, ayrıca Musul’da, Kerkük’te büyük İmparatorluktan sonra sahipsiz kalan yüz binlerin, Yunanlar tarafından kanına kastedilen, İngiliz Başbakanı Disraeli’nin “Batı Asya’nın anahtarı” olarak adlandırdığı Kıbrıs Türklerinin kanı pahasına kuruldu. Bugünkü Türkiye ‘şapka inkılâbı’, ‘din ile devlet işlerini ayırma süreci’, Büyük Millet Meclisinde elini kürsüye vurmuş ve “benim dediğim olacak” diyen Atatürk’ün korkusuyla, günahlı-günahsız ayırt etmeden asılan, kurşuna dizilen, ülke dışına sürülen Türk insanının hayatlarıyla kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti asırların hilafetine son verdi, dünya Müslümanlarını ‘Allahın yeryüzündeki gölgesi’nden etmiştir…
Kardeş Desteği mi, Yoksa Devlet Menfaati mi?
İlginç olan şudur ki, bu ölçekteki bir memleketin sorunları, dertleri ile tanışmamış olan (Azerbaycanlı) demagog siyasetçiler, Türkiye’den kardeş-desteği bekliyorlar ve bunu da minnet gibi komşu ülkenin hesabına yazıyorlar. Bu her ne kadar nihilistçe bir sesleniş olsa da, bence herkes geçtiğimiz yüzyılın başlarında “Azeri kardeşlerinin yardımına koşan” Türk askerlerinin sadece “Daşnak zulmüne karşı süngü çekmek” amacını değil de, aynı zamanda Türkiye’nin devlet menfaatini de ortaya koyduklarının bilincindedir. Kanı bir ve dini bir kardeşlerin kardeşliği sadece karşılıksız yardımdan ibaret olmaz ki. Değişik yıllarda Bakü’ye, Nahçıvan’a, diğer bölgelerde savaşan, kan döken Türk paşalarını harekete geçiren, kardeşlikten daha kutsal bir nedenleri vardı: Türkiye’nin menfaatleri!
Sevgili kardeşlerimiz, her şeyden önce Bakü’den Nahçıvan’a kadar olan tüm toprakların Türkiye’ye ait olması için çaba sarf etmiş ve bu yönde iddialarda bulunmuşlardır. Ancak bu tür iddialar başarılı olmadığında Azerbaycan’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü konusunda talepleri telaffuz etmişlerdir. Yine de bu kardeşlik duygusunun sınırları da sonsuz değildi. Bu ilişkiler, bugüne kadar defalarca görüldüğü gibi Türkiye’nin devlet menfaatlerine zıt olan herhangi bir olay veya durumla sınırlıdır. Türkiye’nin devlet menfaatlerinin başladığı yerde ise, kurbanlar verilmeye başlanır. Azerbaycan’ın Sovyetler Birliği’ne katılması, Kafkaslardan geri çekilme, Ermeni probleminin buralara taşınması vs. vs.
Bu o zamanlar da böyleydi, halen de böyledir. Türkiye – “kurbanlar” üstünde kurulmuş bu memleket, kendini “kurbanlar” ile kuvvetlendirmeye bir o kadar meyilliyse, bunu sadece normal ve sakin olarak karşılamak gerekir. Ayrıca bu noktada Erdoğan yönetimini itham etmek, onu sadece sözde var olan bir ‘Türk Birliği’ne ihanet etmekle suçlamak, bir yersizdir.
Bu Cumhuriyeti Atatürk Kurmuştur
Şimdi de sınırların açılıp açılmaması meselesi ortaya çıktı. Herşeyden önce böyle bir meselenin gerçekten gündemde olup olmadığından emin değilim. Bu tür bilgilendirmeler ya kamuoyunu yoklamak, bu “açılma”nın gerçekleşmesi durumunda ne tür tepkilerin doğacağını yoklamak için olabilir. Ancak ikinci olarak bu haberlerin daha ziyade dezinformasyon amaçlı olduğuna inanıyorum.
Bunlardan hiç birini göz önünde bulundurmadan, artık açıklamalar verilmektedir. Bugünlerde bizlerde herkes Ermenistan-Türkiye sınırının açılmasının sadece Azerbaycan’a değil, aynı zamanda Türkiye’ye zarar getireceği vurgulanmaktadır. Tersini düşünenler de yok değil. Bunlar, Türkiye’nin Ermenistan’la bir “alış verişe” başlaması, bu devletle normal ilişkilerde bulunması, Ermenistan’ın Rusya’nın himayesinden çıkmasına neden olabileceği hesabını yapmaktadır. Güya bu şekilde, Ermenistan Türkiye’ye bağımlı bir hale gelecek, arkasından da Azerbaycan’a, “Biz artık dostuz, gel, topraklarına sahip çık…” diyecektir.
Kaldı ki, sınırların açılmasının sadece Türkiye’ye yararının olup olmayacağı, bizden sorulmayacaktır. Tabii ki, bir kardeş gibi onu sezdiğimiz herhangi olası bir zarardan haberdar etmek, görevimizdir, ancak dediğimiz gibi, “kardeşimiz”, kendi ihtiyaçlarını bizden daha iyi bilir.
Kısacası, eğer Ermenistan sınırını açmak Türkiye için vazgeçilmez bir ihtiyaç ise, bu “açılma” onun devlet menfaati doğrultusundaysa, bundan sonraki gelişmeler en ince nüanslarına kadar hesaplanmışsa, ERMENİSTAN SINIRLARI AÇILACAKTIR! Kimsenin gözünün yaşına bakmadan… Bunu isteyenler de var, İngiliz’in adı çıktı bile…
Burası Türkiye’dir, canım! Bu cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk kurmuş! Bu memleketin mayası “kurban”larla tutmuş! Burada devlete, devlet menfaatlerine namus meselesi gibi bakılır. Namus olan yerde ise, ne kardeşe bakarlar, ne bacıya…
4 Yorum
Yazan:Bigalıoğlu Tarih: Şub 9, 2009 | Reply
Türkiye sizi satmaz gardaş.Hiç endişeniz olmasın.
Yazan:Adil Yapar Tarih: Şub 9, 2009 | Reply
Ermenistan Azerbaycan’a saldırdığında zamanın Cumhurbaşkanı Özal’ın, onlar Şii, biz ise Sünniyiz, müdahale etmemiz söz konusu değildir dediğini hatırlıyorum. Tabii ki Türkiye’nin müdahale etmesi o günün koşullarında imkansız gibiydi, ancak bu ayrımı vurgulaması Azerilerde buruk bir hatıra olarak kalmıştır.
Yazan:Ok Tarih: Eki 16, 2009 | Reply
Turkiye bizi heç vaxt satmaz, xəbərləri oxuyun (http://fnews.az/), satqınları tanıyın.
Yazan:Azeri Tarih: Ara 13, 2009 | Reply
Turkiye bizi heç vaxt satmaz, xəbərləri oxuyun (http://fnews.az/), satqınları tanıyın.