Özgürlük adına özgürlüğü yok edebilecek faşizan bir çizgi
By Rasim Ozan Kutahyali on Mar 2, 2009 in Demokrasi, Liberalizm, Özgürlükler
Geçen yazının sonunda Isaiah Berlin’den bahsettim… 20. asrın en parlak filozoflarından biri olduğu karşıtları tarafından bile teslim edilmiş bu adamı Türkiye’nin aydınları tanımıyor… Liberal-demokrat bir mütefekkir olmasının yanında fikirler tarihi sahasının öncü isimlerinden biri. Michael Oakeshott’ın tabiriyle Fikirlerin Pagannini’si, yani tam bir entelektüel virtüöz Berlin… Birçok fikri çok tartışılmış, özellikle belli makaleleri klasikleşmiş, defalarca okunup yorumlanmış bir adam… Bu yıl Berlin’in yüzüncü doğum yılı. Hayattayken Berlin’i bu ülke tanımadı. Yüzüncü doğum yılı vesilesiyle Berlin’i bu köşede sizlere sık sık hatırlatacağım. Birçok üniversite ve entelektüel kuruluş da yıl içinde bu vesileyle Berlin’in felsefi dünyasını anan etkinlikler yapmalı. Yayınevleri de Berlin’in eserlerini ve Berlin’e dair eserleri yayınlamalı. Her yapılan girişimi de bu köşeden duyuracağım…
Şu an Türkçede Berlin’in iki kitabı var… İlki, YKY tarafından basılan Romantikliğin Kökleri… Öbürü ise Murta Borovalı’nın Berlin’in seçme makalelerini derlediği Bilgi Üniversitesi yayınlarından basılan Kirpi ile Tilki… Berlin’in liberal-demokrat dünya görüşünü özetleyen çok yetkin bir makale de Mehmet Turhan&Nur Uluşahin tarafından Liberal Düşünce dergisinde (Kış-Bahar 2007 sayısında) yayınlandı… Berlin’i Türk okurlar okusun diye uğraşan kişilerin başında da büyük üstad Mete Tunçay geliyor. İki kitapta da çevirmen olarak emeği var (Kirpi ile Tilki‘de Zeynep Mertoğlu ile birlikte). Popper’i de ilk Türk entelektüel pazarına sokan Mete hocaydı. Siyasal liberalizm iyi kavranmadan ve içselleştirilmeden benimsenen bir solculuğun hiçbir anlamı olmadığını yıllardır Murat Belge ile birlikte savunan yegâne solcu entelektüellerdendir Tunçay. Türk solunda Belge, Tunçay ve şu anki Berktay çizgisi egemen damar olabilseydi, hem demokrasimiz hem entelektüel hayatımız bakımından çok kıymetli olurdu gerçekten… Fakat hangi damarların egemen olduğu ortada maalesef…
Mevzumuza dönelim… Isaiah Berlin’i liberalizmin entelektüel tarihinde de özgün kılan şey; İskoç aydınlanma geleneği ve özel olarak David Hume kanalından gelen felsefi pozisyonu yaşadığı çağın da yakıcı sorunlarıyla yüzleştirerek oluşturduğu değer-çoğulculuğu (value-pluralism) doktrinidir… Bu doktrin uygarlık kavramını bütün insanlığın toplu ilerleyişi, insanlığın durmadan artan toplu bilgi birikimi olarak gören modernist zihniyete karşı çıkan bir bakış açısını içerir… Berlin’in karşı çıktığı bu sakat zihniyete göre uygarlık tek ve biricik bir olgudur. İnsanların ve toplumların görevi de bu ‘tek’ olan medeniyete sahip çıkmak, bu medeniyeti yaymak ve ilerletmektir… Bu zihniyetten hareketle kimi devletler medeniyeti yaymak ve medeniyetten nasiplenmemiş kimi coğrafyaları medenileştirme misyonunu kendilerinde gördüler… Modern tarihteki birçok işgal, ilhak ve kolonizasyon hareketi bu uygarlık’çı ve tek’çi zihniyetle kendini meşrulaştırdı… Bu modernist/ pozitivist algılama aracılığıyla bazı devletler de kendi halklarının kolonizatörü oldular. Kimi liderler kendi halklarına bir iç-koloni muamelesi yaptılar. O halkların mevcut kültürünü ve değerlerini ‘tek’ olan ‘muasır medeniyet’e aykırı gördüler ve o kültürel yapıyı yok etmeyi meşru görebildiler… Türkiye yurttaşları bu hikâyeyi iyi bilirler…. Kendine liberal diyen kimi düşünürlerin bu tek’çi anafora kapılarak, “özgürlük” diye diye özgürlüğü yok edebilecek faşizan bir çizgiye kayabileceklerinin altını çiziyordu… Yukarıda kabaca özetlediğim modernist bakışın içinden savunulacak bir liberalizm tasavvuru ölmeye mahkûmdu… Bugün de bu sakat zihniyetin çok sayıda örneğini hem Batı’da hem de ülkemizde görebiliyoruz… Isaiah Berlin’in liberalizmin entelektüel tarihinden süzerek doktrine ettiği değer-çoğulculuğu anlayışı ise varolan toplumsal gerçekliği veri kabul ediyor, sayısız çeşitlilikteki yaşam biçimleri ve değer örgüleri arasından hangilerinin daha iyi olduğunun asla söylenemeyeceğini öngörüyordu. Berlin’in liberal-demokrat anlayışına göre varolan sosyal ve kültürel gerçeklik bizim normatif tercihlerimizden daha yaşamsal ve daha meşru idi. Berlin’in kendi ifadesiyle… Yazımızı yine Berlin’den bir alıntıyla bitirelim;
İşte Berlin özünde yoğun bir faşizanlık taşıyan bu modernist/ monist zihniyete karşı çok müteyakkız bir filozoftu. Bu zihniyetin liberal değerlerin altını oyduğunu, liberalizmin ahlaki zeminini yok ettiğini düşünüyordu
“Bazı değerler ve bazı yaşam biçimleri birbirinden ne daha iyi, ne de daha kötüdür. Olsa olsa, farklı şekillerde her biri yine kendi içinde değerli ve kendi içinde anlamlı yaşam biçimleridir.”
Evrensel ve tek bir doğru uygarlık biçimi olduğu fikrinin sonuç olarak bizi felakete götüreceğinin bilincine varmak günümüz liberaleri açısından çok hayatidir… Etyen Mahçupyan da Berlin’den hareketle liberalizme dair bazı varsayımlarını yeniden gözden geçirmek zorundadır diye düşünüyorum
“Farklılık ve çeşitliliklerin hoşgörüldüğü bir toplum olmak yeterli değildir. Aynı zamanda bu çeşitliliklerin onaylandığı ve özendirildiği toplumlarda insanlar dolu dolu yaşayabilir.”
…Bu makale ilginizi çektiyse…
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
3 Yorum
Yazan:Gangsta Rapper Tarih: Mar 2, 2009 | Reply
Naziler de tarif edildiği gibi “değer-çoğulcu (value-pluralist) idiler ama farklı değerleri benimseyen insanlara köle olmayı reva görüyorlardı.
Yazan:eg Tarih: Mar 2, 2009 | Reply
demokratlarla liberaller arasında söz konusu “çatışma” olan çoğulculuğu ya da özgürlükleri savunmak değil bunların nasıl inşa edileceğidir. inşa etmek tabiri liberaller için uygun bir tabir değil biliyorum ama buradaki fikren inşadan bahsediyorum…ikiözgürlük anlayışında isaiah berlin, negatif özgürlük anlayışından yana tavır alıyor. ancak diğer tartışmada da söylendiği gibi bu tip bir özgürlük anlayışı uygulamada özgürlüklere yol açmıyor. demokratlar bu yüzden liberalleri soyut bireylere ve özgürlüklere dayanmakla eleştiriyorlar. rasim, demokratlara yeni bir keşif yapmış gibi “berlin”i önermiş ve ona bakarak fikirlerini revize etmelerini önermiş ama zaten demokratların eleştirilerinin mihenk noktaları berlin’de de mevcuttur…
Yazan:ümit Tarih: Mar 3, 2009 | Reply
Demokrasiyi tam olarak kavrayamamış -aslında ekonomik olarak bağımsızlığını kazanamamış demek daha doğru- ülkelerde özgürlük hep dillerde olan, ama asla tanımı yapılmayan bir kavram olarak kalmıştır. Din kitaplarının tümünde yazıldığından yola çıkarak, en basit tanımıyla “sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma” cümlesinin uygulamaya konulmasını sağlamaktır. En basit sınır budur.
Ama pratik yaşamda bunu uygulamanın da güçlükleri ortada. Size yapılmasını istemediğiniz “şey” bizzat sizi yönetenler tarafından yapıldığında ne yapacaksınız? Kutsal kitaplar ve ondan yola çıkarak üretilen çağdaş tanımlar, bireylerin karşılıklı hakları için geçerli. Kurumlar işin içine girdiğinde olay biraz karmaşıklaşıyor ve sınırı belirsizleşiyor.
Kurumların ya da yönetenlerin istemediğiniz şeyi size yaptırma hakkı bulunuyor, ama buna itiraz etmek veya eleştirmek veya daha da ileri giderek karşı koymak şiddetle cezalandırılıyor.
“Düşüncelerini anı defterine yaz, onu da yastığının altına koy!” diyor karşısındaki “dev” kuvvet. “Özgürlük sınırlarını ben koyarım, sen de buna uyarsın!”
Buna da genel adıyla yasalar deniyor.
İşin komik tarafı ise, yasa yapıcıların hep kendi yararlarına üretimde bulunmaları. Bunun kılıfı ise daha farklı: Devletin vazgeçilmez menfaatleri.
Oysa devlet veya kurumlar niye var? Kendisini oraya getirenlere hizmet için. Kağıt üzerinde böyle ve bu hizmette aksama olduğunda tek hesap soracak olan kitle de, onları bulundukları yere getirenler. Ellerinde tek silah var: Eleştiri. Bunu kullandığı anda, karşısına yasa maddeleri çıkıyor. Yani devlet, Lenin’in yaptığı gibi: “Seni (hapse) atarım,” diyor.
Sonuçta “düşünce özgürlüğü” denilen kavram, “Dünya Barış Günü” gibi anlamsızlaşıyor, içi boş bir şekilde herkesin dilinde dolaşıyor. Ne olduğu belli değil, neye yaradığı belli değil, sınırları ise yok. Tıpkı “Dünya Barış Günü”nde savaşın daha da şiddetle sürmesi gibi, kelimeler üzerinde kalıyor.
Bir kavramı etkisiz hale getirmek istiyorsanız, onu kişiliksizleştireceksiniz.
Tıpkı “saygı” kelimesinde olduğu gibi. Artık o kadar gereksiz ve zamansız kullanılıyor ki, insanların “saygı” kelimesine bile saygısı kalmıyor.