RSS Feed for This Post

İslam Metafiziği, Tasavvuf ve İbn-i Arabî Bölüm 2

Birinci bölümde, İslam filozoflarının ve kelâmcıların İslam metafiziğine bakışını kısaca ele aldıktan sonra yazımızı bir hadis ile bitirmiştik. Bu hadisin iki farklı rivayeti “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı” ya da “Allah, Âdem’i Rahman sûretinde yarattı” şeklindedir. İşte bu hadis tasavvufun insan anlayışının da temelini oluşturur.

“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”(Hicr sûresi 29) ayetinde insanın ilâhi özü bu şekilde anlatılır. İnsan, bu ayette de belirtildiği gibi ancak Allah ile olan ilişkisinde anlam kazanabilir. Modern düşünce ve özellikle Aydınlanma ile birlikte Batı düşüncesi insanın bu ilâhi yönünü keserek, onun Allah ile bağını koparmıştır. “Tanrıyı öldüren” Batı düşüncesi onun yerine koymaya çalıştığı insanı da öldürdüğünün farkına varamamıştır maalesef.

Tasavvuf, insanın bu unutulmuş ama hakiki yönünü hatırlatmak demektir aynı zamanda. İnsan ile Allah arasındaki ilişkinin her şeyden önce ontolojik ve kutsal bir ilişki olduğunu bilmek demektir.(1)

Kelâmın ve felsefenin insanla ilişkisini kestiği, alem ve insandan uzaklaştırdığı ve mutlak bir aşkınlık olarak kurduğu Tanrı tasavvuruna karşılık, tasavvuf, insanla ilişkisi ontolojik olan bir Tanrı tasavvuru ortaya koyar. Bu yazı dizisinin sonraki bölümleri bu ontolojik ilişkinin detaylarını ele almayı amaçlıyor. Ancak öncelikle bu tasavvurun öncelediği tasavvufî anlayışı ve insanın, hakîkat arayışının ontolojik temellerini ele almak gerekiyor.

Tasavvuf öncelikle dinin üçüncü bir boyutuyla ilgilidir. İman ve İslam boyutlarına bir de “ihsan” boyutu eklenir. İslam ve İman ilkelerinin Allah’ı görürcesine yerine getirilmesi ihsan olarak değerlendirilebilir. Örnek olarak, Hz. Ali’nin “ben, görmediğim Allah’a ibadet etmem” sözünün anlamı ancak bu ihsan anlayışı ile kavranabilir. İhsan, dinin, ibadetlerin hakikâtlerini anlamaya yönelik bir kavrayış olarak da anlaşılabilir.

İhsan kavramıyla ilişkilendirilebilecek amaçların en önemlisi ise ahlâkın, dinin içindeki yerinin kuvvetlendirilmesi ve ahlâki eğitimin önemsenmesidir. Mutasavvıflara göre din, ahlâk demektir aynı zamanda. “Seyr u sülûk” işte bu ahlâki hedeflerin elde edilmesi, yani mutasavvıfların sıkça dile getirdikleri bir hadiste belirtildiği gibi “Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmak” için girilen yol demektir.

Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak hadisi (hadisin aslının olmadığı ile ilgili iddialar da mevcuttur)  Cüneyd-i Bağdadî’den aktarılan ve tasavvuf anlayışında “tevhîd”in ne olduğunu özlüce anlatan şu sözlerle anlam kazanıyor (2) : ” Tevhîd, kulun son hâlinin ilk hâline dönmesi ve olmadan evvel olduğu gibi olmasıdır”. Yani kul, sonradan detaylarına girilecek olan fenâ ile beşeri sıfatlardan arınır ve bekâ ile ilâhi sıfatlarla tekrar hayat bulur.

Tasavvufun, insan Allah ilişkisine getirdiği ontolojik bakış ile, insanın Allah’a ibadetinde ve O’nunla ilişkisinde sevgi önem kazanır. Sevildiği için kendisinden çekinilen Allah ile bu tür bir ilişki “reca ve havf” olarak adlandırılır. (3) Allah’ın isimlerinin hepsinin kendisinde tecellî edebilme imkânına haiz olan “insan”, işte bu isimler cihetinde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanabilir. “Rahmeti Gazabını geçmiş olan Allah”(4) isimlerinin tecellisi ile alem ve insanla ilişki kurar. Bu isimlerin en büyüğü ise Rahman ismidir sufîlere göre. Rahman ve Rahîm isimlerinin anlamı “rahmet eden” demektir. İşte bu yüzden merhamet ve “el-Cevâd” isminden dolayı da cömert olmak tasavvufta çok önemli ahlakî umdeler olarak dikkat çeker. (5)

Mutasavvıflara göre Allah’ın isimleri ve sıfatları, ahlâkın olduğu gibi bilginin de kaynağıdır. Böylece Allah- insan ilişkisi felsefe ya da kelâmda olmadığı kadar yakın ve ontolojik bir ilişki olarak kurulur.

Biz, insanı en hayranlık uyandırıcı nispetlerde yarattık (Ahsen-i takvîm). Sonra onu basamağın en aşağı derecesine fırlattık ( esfel-i sâfilîn)” (Tîn sûresi 4-5) ayetleri de aynen üstte belirttiğimiz ayette olduğu gibi insanın ilâhi yönüne temas eder mahiyettedir. Bu ayet, modern ideolojilerin göremediği bir insan doğasına işaret eder.

“Dinle, bu ney neler hikâyet eder,ayrılıklardan nasıl şikâyet eder. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdanerkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir. İştiyâk derdini şerhedebilmem için, ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim. Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar. Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâlolanlarla da, hoşhâl olanlarla da düşüp kalktım. Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu. İçimdeki esrârı araştırmadı. Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onugörecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur. Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir. Lâkin herkesin rûhu görmesine ruhsat yoktur. Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir. Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun. Neydeki âteş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir. Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri, bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi yırtmıştır. Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştürNey, kanlı bir yoldan bahseder, Mecnûnâne aşkları hikâye eder. Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, mâneviyâtı idrâketmeye de bîhûş olandan başka mahrem yokturGamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrûmiyyetten veayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş olduGünler geçip gittiyse varsın geçsin. Ey pâk ve mübârek olan insân-ı kâmil; hemen sen vâr ol!.. Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasibsiz olanın da rızkı gecikti. Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlarO halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”

Mesnevînin yukarıdaki alıntıladığım ilk 18 beyiti Tîn Sûresindeki iki ayetin, koskoca Mesnevî de bu 18 beyitin şerhi gibi! “Hayranlık uyandırıcı nispetlerde” yaratılıp en alt basamağa “atılan” insanın geldiği yere tekrar ulaşması çabasıdır tasavvuf (ve elbette İslam dininin hakîkati). Hem mükemmel şekilde yaratıldığı için Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan, hem de bu “ilk örnekten” ayrılığın hüznünü taşıması açısından insan, koptuğu bu hakîkati aramaya yazgılıdır aslında. Seyyid Hüseyin Nasr’ın Kâşifî’den aktardığı gibi(6), insan ilk emanetin taşıyıcısı olması için ilâhî kutsallık tecellisinin en kapsamlı ve en evrensel alanı, en kusursuz ve en mükemmel bir tezahürü olarak yaratılmış olduğunu gösterir. İnsan kendisinde fıtrî olarak var olan bu özelliğinden dolayı da devamlı o mükemmeliyeti arar.

İnsanın bu ikili tabiâtı (ilahî ve beşerî) bir taraftan insanı ana yurduna (kopup geldiği hakîkate – ahsen-i takvîm) yönelik derin bir arayış içine sokar, diğer taraftan da maddi dünyada yaşamanın gerektirdiği çatışma içinde tutar. Tarkovsky’nin de filmlerinde ele aldığı çatışma işte böyle bir çatışmadır aslında. Mutlak hakîkatin hiyeroglifi olan insan ile, “esfel-i sâfilîn”e atılmış olan insanın çatışması! Yine Nasr’ın dediği gibi, insan sadece esfel-i sâfilîn’e ait olsaydı onun için hiçbir metafizik arayış söz konusu olmazdı. Kendisine maddi, hissi dünya tarafından sunulan sonlu ve fani olandan hoşnut olur ve sonsuzluk talebinde bulunmazdı. Ancak insan özünde bulunan ilâhi yönden dolayı (ahsen-i takvîm) bu dünyada yaşasa da bu dünyadan değildir.

Batı medeniyeti Aydınlanma’dan beri (aslında Batı felsefesi Sokrates’ten beri ) işte bu iki yönden birisini çöpe atıp, diğerini insanın tek gerçeği zannedip, onu merkeze alarak kurmaya çalıştığı “humanizm”inin çaresizliğine teslimdir. Çünkü hümanizm bu anlamıyla insanın hakikatle bağını koparan, özünden soyan ve kuru bir kabuk haline getirerek yavaş yavaş öldüren (ki Foucault öznenin ölümünden bahseder) bir işlev görmüştür. İnsan olmak, yaratılıştan gelen bu ilâhi özü aramak ve sonlu olandan sonsuza ulaşabilmek demekken (sanatı sonsuza ulaşmak olarak tanımlayan Tarkovsky’yi hatırlamamak elde değil!), hissi ve maddi dünyanın realitesine teslim olmuş ve sonluya hapsolmuş bir insan görüşü sadece Batı medeniyetinin değil dünyanın da sonunu hazırlıyor bana kalırsa.

Mevlânâ, Divan-ı Kebîr’de ” Bu aşağı dünyaya gönderildiğin andan beri Bir merdiven hep oradaydı, hasretinden ötürü” dizeleriyle bize bir merdiven sunar. İşte bu merdiven, vahyin ışığında ele alacağımız tasavvufî insan görüşü olacaktır.

Kur’an-ı Kerîm’de Allah kendisini “Zahir” ve “Batın” olarak da adlandırır. Bu anlamda vahyin, içeriye doğru katmanlanarak açılan (“Allah’ın ayetlerini denizler mürekkep olsa bitiremez…”ayeti uyarınca) batınî yönü onun zahirdeki sınırlı yönünü aşarak sonsuza ulaşır. Tasavvuf, insana bu “batın” kapılarını açarken, aynı zamanda insana “ahsen-i takvîm”olan yönünü hatırlatır. Amacı ise kopup geldiği o “en yüce nispetlere” tekrar ulaşabilmektir.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın söylediği gibi (7) tasavvuf, insanı, onun tarafından normal bir hayat gibi algılanmakta olan ‘rüya’dan uyandırır (insanlar uykudadır ölünce uyanacaklardır hadisini tekrar düşünelim) ve insan ruhunu – din dilinde nesnel mukabili dünya olarak isimlendirilen – ben(ego)’in bu yanıltıcı hapishanesinden çıkartır. İnsanın hakiki tabiatına seslenmekle Sufîlik, beşerî tabiatın hakiki ihtiyaçlarına cevap verir; insanın içine gömülü olduğu dış dünyadan ruhun sürekli olarak almakta olduğu bu haricî sûretler duyumların sınırları içinde, kendi ihtiyaçları olduğunu sandığı şeylere değil! Tasavvuf insanı “ahsen-i takvîm”in fıtrî mükemmelliğine kavuşturmak için onu “esfel-i sâfilîn”in aşağı durumundan çekip almayı amaçlar. ” Pek çok yıllar boyuncaİstedi bizden kalbimizCemşid’in tasınıDışarda arıyordu oysa ki,(kendisinde) zaten sahip olduğu şeyi.”(Hafız’dan..)

Modern insanın problemlerinin temelinde aşkın olanla kopan bağın olduğunu söylemiştik. Yani insan bir taraftan “Tanrı’yı öldürüp”, öte taraftan insan kalmak istiyor. Bu da onda önünün nasıl alınabileceğini bilmediği bir çelişki yaratıyor. Tasavvuf bu anlamda insanı bu çelişkiden alıp, sonsuzluğa ulaşabileceği yolları sunuyor. Modern insanın psikolojik problemlerinin de kökeni bu tip bir çatışmaya dayanıyor. İnsanda içkin olan hakîkati arama isteğiyle, hakîkate ulaşacak yolların tümüyle kapalı olmasının getirdiği çatışmaya…tasavufun bu anlamda modern dünyanın hastalıklarının tümüne çareler de içerdiğini söylemekle yetinelim.

Tasavvufun insan anlayışına kısaca değindikten sonra bir önceki yazıda kaldığımız yere geri dönebiliriz. İslam tasavvufunun ontolojisi nasıl bir varlık görüşü öngörür? İnsan bu ontoloji ekseninde nasıl bir “seyr ü sülûk”dan geçerek nasıl bir hedefe ulaşmaya çalışır?

Tasavvufu, gelenekselci ekolden (Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Ananda Coomaraswamy vesaire…) gelenlerin analiz etmeye çalıştıkları gibi tüm dinlerin özünde bulunan bir “ezelî hikmet (philosophia perennis)” kavrayışı ile beraber ele almak mümkündür. Tasavvuf bu ezelî hikmetin İslam dini vahyine dayanan (ki İslam dini İbn Arabî’yi ele alırken de belirteceğimiz gibi bu ezelî hikmetin en kâmil formunun görüldüğü dindir.)

Bu ezelî hikmet kavrayışı ontoloji konusunda da çok önemli tespitleri beraberinde getirir. İslam tasavvufu için bu ontoloji “vahdetu’l-vucûd” (varlığın ya da ‘varoluşun’aşkın birliği) olarak adlandırılır. Bu ontolojiye bağlı olarak erişilmesi gereken hedef de “el-insânu’l-kâmil” (insan- kâmil) olarak adlandırılır. Bir sonraki yazıda detaylarına da girilecek olan bu konulara kısa bir girizgâh yapmakta fayda var.

Bütün eşya, Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri olup, varlıklarını hakîki anlamda sadece O “var olan” O biricik varlıktan almaktadırlar. İnsana gelince o, merkezî ve odaksal olarak bu dünyaya yerleştirilmiş biricik yaratıktır; öyle ki o, bütünüyle ve bilinçli olarak Allah’ın isimleri ve sıfatlarının aynasıdır. İslam’da veli olmak demek, insanî durumun bütün imkânlarını gerçekleştirmek ve “evrensel insan” olmak demektir…(8)

Bir önceki yazıda İbn Sinâ’nın varlık ile ilgili görüşlerini ele alırken, önemli bir noktaya temas etmiştik.

“Vahdetu’l-vucûd” anlayışına sahip olan mutasavvıflar için, mesela dış dünyadaki gerçeklik alanında, “Masa varlıktır” önermesi cevher-araz ilişkisi şeklinde anlaşılacak olursa anlamsız hale gelir. Çünkü, dış dünyada masa olarak adlandırılan ve kendi başına var olan bir cevher yoktur. Ayrıca “varlık” diye adlandırılan ve böyle bir cevherde olması gereken bir araz da yoktur. Yani “varlık” diye nitelenen bir masa fenomeni tümüyle bir gölge-resim gibi bir şey- tamamiyle ilüzyon değil fakat ilüzyonun mahiyetine yakın bir şey- haline gelmektedir. Böyle bir bakışa göre hem masa, hem de onun “araz”ı olan “varlık” rüyada görülen şeylere benzemektedir. (9)

Yani gerçek özne “varlık”tır ve “masa” ise özneyi belli  bir şey olma yönünde belirleyen bir “araz”dan ibarettir. Aslında masa olma, çiçek olma gibi sözde “öz” ya da mahiyetlerin hepsi “varlık” adı verilen tek ve yegâne gerçekliği sınırlandırıp farklı görünümlere sokarak sayısız şeyler haline getiren “araz”lardan başka bir şey değildir. Bu, aslında Batı düşüncesinde, Heidegger’in “varlık”tan “varoluş”a devrimci bir kırılma yarattığını iddia ettiği düşüncenin bin yıl önce Müslüman mutasavvıflar tarafından dile getirilişi demektir. (10)

Bu ontolojinin temeli ise “Mutlak” olan Allah’tır. Bir hadis- kudsî mutasavvıflar için bu konunun en temeline oturtulur: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi ‘sevdim’. halkı da bilinmek için yarattım…”

Bu ontolojinin tecrübe edilmesi, günlük hayattaki tecrübelerimize ters düşen bir bilinç durumu gerektirir. İşte bu bilinç durumu, bir sonraki yazıda detaylı olarak ele alacağımız “fenâ” ve “bekâ” olarak adlandırılan durumlara işaret eder. Bir sonraki yazıda fenâ ve bekâ ile birlikte sözü edilen ontolojinin ele alınmasına başlanacaktır.

Yunus’tan bir hikmet kıvılcımı ile bitirmek en doğru bitiriş olacaktır. (Niyazi Mısrî’nin bu şiiri şerhi bile kendi başına bir tasavvuf başyapıtıdır)

Çıktım erik dalına 
Anda yedim üzümü 
Bostan ıssı kakıyıp 
Der ne yersin kozumu 
 
Uğruluk yaptı bana 
Bühtan eyledim ona 
Çerçi de geldi aydır 
Hani aldın gözgünü 
 
Kerpiç koydum kazana 
Poyraz ile kaynattım 
Nedir diye sorana 
Bandım verdim özünü 
 
İplik verdim cullaha 
Sarıp yumak etmemiş 
Becid becid ısmarlar 
Gelsin alsın bezini 
 
Bir serçenin kanadın 
Kırk katıra yüklettim 
Çift dahi çekemedi 
Şöyle kaldı kazını 
 
Bir sinek bir kartalı 
Salladı vurdu yere 
Yalan değil gerçektir 
Ben de gördüm tozunu 
 
Bir küt ile güreştim 
Elsiz ayağım aldı 
Güreşip basamadım 
Gövündürdü özümü 
 
Kafdağı’ndan bir taşı 
Şöyle attılar bana 
Öylelik yola düştü 
Bozayazdı yüzümü 
 
Balık kavağa çıkmış 
Zift turşusun yemeğe 
Leylek koduk doğurmuş 
Baka şunun sözünü 
 
Gözsüze fısıldadım 
Sağır sözüm işitmiş 
Dilsiz çağırıp söyler 
Dilimdeki sözümü 
 
Bir öküz boğazladım 
Kakladım sere kodum 
Öküz ıssı geldi der 
Boğazladım kazımı 
 
Bundan da kurtulmadım 
Nideyim bilemedim 
Bir çerçi de geldi der 
Kanı aldın gözgümü 
 
Tosbağaya sataştım 
Gözsüz sepek yoldaşı 
Sordum sefer nereye 
Kayseri’ye âzimi 
 
Yunus bir söz söylemiş 
Hiçbir söze benzemez 
Münafıklar elinden 
Örter mâ’na yüzünü 
 

    1 – Evvele Yolculuk Mahmut Erol Kılıç – Tasavvuf Sohbetleri Dizisi Sadık Yalsızuçanlar

     2 – İlâhî İsimler Teorisi Allah İnsan İlişkisi – Abdullah Kartal

     3 – A.g.e.

     4 – Fusûsu’l- hikem – İbn Arabî

     5 – İlâhî İsimler Teorisi Allah İnsan İlişkisi – Abdullah Kartal

     6 – Tasavvufî Makaleler- Seyyid Hüseyin Nasr

     7 – A.g.e

     8 – A.g.e

     9 – İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler – Toshihiko İzutsu

     10 – A.g.e. 

Notlar:

    Yazının 1.Bölümü
    Mevlânâ üzerine konuyla ilintili bir yazı:
    Tasavvufun modern insanın problemleriyle ilişkisi üzerine bir yazı için:
    Sinema ile tasavvuf ilişkisi üzerine bir yazı:

Trackback URL

  1. 11 Yorum

  2. Yazan:Mustafa Tarih: Mar 4, 2009 | Reply

    yazinizi tebrik ederim. Hiristiyanlikta ve yahudilikte eski ahitdede insanin Allahin suretinde yaratildigi. Velakin hiristiyanlar burda durmayip Hz.Ademin yasak meyveden yeyisini insanligin topyekun o ilk seviyesinden düsüse sebeb olmus. Ontolojik bir günaha sahib olmuslar ve ancak hiristiyanliga vaftiz edilerek gecince bu kötü durumdan kurtulabilirmis. Aydinlik felsefi akimlar ise mesela Kantda insanin kendisinde ölcü ile ölcülemeyen izzeti oldugundan hareket eder. Insanin özü ve hür iradesi (determinist)tabiat aleminin disinda kaldigindan ölcüsüz kiymet ve izzetden yol alir Kant.

    Bu konuda bir adasimin yazisi:

    Islamiyetde Insanın izzeti ve şerefi

    Yüce dinimiz Islamiyet insanın yerini tarif ediyor „en şerefli mahluk“ ve „halife“ gibi muhteşem tariflerle en güzel ifadeler yerini buluyor. Insanın irade, davet ve fırsat verilmesi ile Hakikate yaklaşma Rabbine yaklaşma imkanına sahibdir. Veya tersine edebi olarak azab içine düşebilenlerden olabilir. Insan için birçok alim „alem-i sağir“ demişler yani „küçük kainat“ ve „büyük kainatın“ bir topluluğu halindedir. Insanın doğumu ve ölümü büyük kainatında başlangıcı ve sonunun göstergesi gibidir. Her insan günahsız ve yüce bir fıtrat ile dünyaya gelmekte. Bir alimin ölümü bir kainatın ölümü gibi kabul ediliyor Islamiyetde. Ve bir insanı öldükmek ile insanlığı öldürmek gibidir deniliyor. Insana akıl verilmiş ve bunu kullanıp, iman edib, nefsini tanıyıp, alemleri tanıyıp, Rabbini tanıyıp melekleri bile hayran bırakabilecek seviyeye çıkabilir. Kalbini hakiki aşka açabilir ve bu yüce aşka kavuşabilir. Insanoğlunda irade ve akıl vardır ve bunlarla beraber mesuliyeti vardır. Insanın Allahü tealanın „suretinde“ yaratıldığını anlatan hadis-i şerifi mecazi şekilde okuyoruz ve insanın sıfatlarının diğer mahluklara nazaran ileri olduğunu „ilim“, „irade“ gibi ve ilahi sifatlara „daha yakın“ denilebilinir. Tabi ilahi sifatlar sonsuz ve kıyas edilemez. Beşeri sıfatlar mahluktur ve sınırlıdır. Yüce dinimiz islamiyetde ahlaki ölçülere uymak Allah için Allahü tealanın rızasını kazanmak için ve buda ayni zaman insanın seadeti içindir. Allahü tealaya ibadet ayni zamanda ilim ve irfan ile ve marifet ile aydınlanmayı kapsıyor ve Allahü tealaya ibadet insana hakiki hürriyeti ve seadeti getiriyor, insanın ilime yönelip cehaletin esaretinden kurtulması misali gibi, kıyas caiz ise.

    Immanuel Kantda Insanın izzeti

    Yeni çağda alman filozofu Immanuel Kantın “Menschenwürde” (Insanın izzeti) felsefesi hakimdir artık birçok hukuk sistemlerinde. Alman anayasasının birinci maddesine tüm diğer maddeler dayanmaktadır. Yunanistan, Italya, Portekiz, Ispanya, Isveç, Finlanda, Irlanda, Isviçre, Güney Afrika ve Belçika anayasalarında ve yeni AB anayasasında “izzet” geliyor. Yeni avrupa anayasasındada ön görülüyor. Almanya anayasası birinci Maddesi şöyle :
    “Insanın izzetine dokunulamaz.Ona saygi beslemek ve korumak bütün devlet güçlerinine gerektir.”
    Kant insanın “değer” olmadığını yani herhangi bir şey için alet olamamasi gerektiğini savunur. Kanta göre tabiat tabiat kanunları altında sabittir ve deterministlik yani zorunluluk vardır. Kantdaki tabiat anlayışı modern fen ilimlerinin tabiat anlayışından farklı olarak eski aristotelik tabiat felsefesinin etkisi var. Insanda bu dünyada olduğuna göre insanın içinde maddi olmayan “kendisi” (subject) bu zorunluluk deterministlikden ayrı düşüyor çünkü hür irade sahibidir. Bu hür irade sahibliğine Kant izzeti dayandırıyor. Insan kendisi kendine kaide ve ölçü koymaktadır. Kısaca dayanak ne dinde ne tabiat felsefelerinde nede hukuk sistemlerinde. Insanın izzeti Kantda:
    • „doğuşdan var“ var ve kaybedilemez.
    • Bütün insanların izzeti var ve geçerlidir.
    • Insan hür, gayeli, akli davranışlardan ve ifadelerden kaynaklanıyor.
    • Umumi universel geçerlilik var başka insanın izzeti tanınmasında.

    Alman anayasasında devletin birinci görevi insanın izzetini (Menschenwürdeyi) korumaktır. „Menschenwürde“ hukukun kaynağı görülmektedir. Üstelik Insan haklarıda Menschenwürde için var oldugu kabul ediliyor.
    Izzet hakkında Kant diyorki :
    „Gayeler dünyasında herşeyin ya bir fiyatı var ama izzetde yok. Fiyatı olan şeyin yerine başka şey konulabilinir es değer olarak, ama her fiyatin üzerinde olan ve eşdeğeri olmayanın izzeti var.“ (Tüm eserler, IV, 434)
    Kantda tabiat ve insanın özü bir kutup teşkil ediyor. Iki ayrı dünya. „Autonomie“ yani hür irade ve buna olarak tabiata etkilemek insanın ve her akli tabiatın izzetisinin temelidir.
    ABD kurulduğunda 1776 senesinde 4.Temmuzda ilan edilen Bağımsızlık yazısında insanların „hayat ve hürriyet ve seadet peşinde gayret“ haklarını „vazgeçilmez“ olarak kabul ediliyor. Fransa Kant felsefesinden habersiz insan haklarıni öne sürdü ve insan hakları almanya gbi devletlerde birinci maddede değil sonraki maddelerde yerini buldu.
    Görülüyorki belirli bir felsefe en azından o felsefenin çekirdeğini daima devlet korumagı ve öğretmeği his etmektedir. Yazıda maksadım Izzet tarifini Kant felsefesinde yerini göstermek ve geniş etkisini. „Yazılan teoridir ve teoriktir“ diyecekseniz ve uygulamaya da bakmak lazım derseniz „Haklısınız“ derim. Evet insanın dili çok şeyler söyleyebilir ama tatbikat çok daha mühimdir. Elbette her husus hakkında geniş izahatlar ihtiyacı his edilebilinir velakin bu mevzular herhalde bir kitab hacimli olur ve makale çapını aşar.

  3. Yazan:arif Tarih: Mar 5, 2009 | Reply

    Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm…
    Rivayet odurki Mevlana hazretlerinin Mesnevisini okuduğunda; Yunus sözü uzun tutmuşsun, ben olsam iki dizeye sığdırırdım yazdıklarını deyip yukarıdaki dizeleri söylemiş. Bu elbette bir rivayet ve gerçeklik payı yok. Ancak Tasavvufun kal-söz-ilmi değilde, hal ilmi olduğu tespitiyle örtüşen bir hikaye. İnsanın nefis motivasyonu, ulaştığı birkaç kulak hırsızlığı bilgisiyle tanrılık ve kibir taslamasına da yol açmıştır geçmişte. Edep çizgisinden uzaklaşmış bir tanrılık iddiası ile karıştırılan, Allah’tan bir nefha taşındığının keşfi; zaman zaman belaları davet edegelmiştir. Bu nedenlede islam mutasavvıfları bu konuda konuşma ve yazılarına çok dikkat etmişler, sığ ve art niyetli kimselerin düşmanlığından sakınmışlardır. Hülasa öğrendikçe karışan, kavradıkça kuşatılamayan, söyledikçe bilinemeyen, bildikçe söylenemeyen bir konuda yazılanlar, yinede çok faydalı olacaktır kanımca. İlgi uyandırıp derununa girdikçe içindeki-içimizdeki cevherle tanışma şansına sahip olabileceğimiz bir alan tasavvuf. Köşeleri törpüleyen, ötekine kendi gibi bakmayı sağlayan, celal ve cemal sıfatının Allah’tan olduğunu anlayıp; yaşanan her çatışmanın bir cilve boyutu olduğunu sezdiren bir çabadır. Hülasa hayatın gerçek dialektiği için tasavvuftur diyebiliriz. Zıtların çatışmasındaki birliğin örtüldüğü neşedir. Sırların keşfine giden yoldur ve bu sırların dil ehline uygun bir lisanla anlatımıdır. Sözü kendiside bir Mevlevi dedesi olan Şeyh Galib’e bırakalım;
    Merteben aynı müsemmadadır esma sanma
    Merciin Haliki eşyadadır eşya sanma.
    Gördüğün emri muhakkakları rüya sanma
    Başkasın kendini suretle heyula sanma
    Keşf ile sabit olan manayı dava sanma.
    Hoşça bak zatına ki zübde-i alemsin sen
    Merdumei dide-i ekvan olan ademsin sen…

  4. Yazan:eg Tarih: Mar 5, 2009 | Reply

    arif ve mustafa bey,
    sadece “eyvallah” diyebiliyorum güzel katkılarınıza. gerçekten bu konuda yazmakla yazmamak arasında uzun süredir tereddüt yaşıyordum. sonuçta kabuktan içeriye öze bakmaya çalışan bir insanım ben. umarım sürç-i lisan etmem. teşekkürler

  5. Yazan:YUSUF KLINÇ Tarih: Mar 6, 2009 | Reply

    Öncelikle çalışmanız için tebrik ediyorum ancak beni eleştirmek istediğim yerler olacak yalınız yazınızın devamı olacağını yazılarınızdan anladığımdan dolayı sonraki yazıları beklemek gibi bir zaruretimin olduğuna inanıyorum.İkinci olarak tasavvufun tarikatleşmesi yani kurumsal ve hiyerarşik bir tarikat olgusunun oluşum ve gelişimi ile ilgili bir yazınızın olup olmayacağını merak ediyorum.Görüşmek dileği ile enver bey

  6. Yazan:eg Tarih: Mar 6, 2009 | Reply

    yusuf bey,
    öncelikle eleştirilerinizi doğrusu bilmek isterdim. belki bu şekilde eleştirilerinizi dikkate alarak yeni yazıları ona göre ele alabiliriz.
    ikincisi, benim için bu yazı dizisi ibn arabi ontolojisi üzerine bir giriş mahiyeti taşıyor. ilk iki yazı ise bu knouya bir giriş olarak düşünüldü. bundan sonraki bölümlerde ibn arabi’den hareketle vahdetu’l vücûd ontolojisini ele almayı amaçlıyorum. niyetim bu yazıyı tarikatlerin pratiği konusuna getirmek değil açıkçası. bu konu belki başka bir yazı konusudur ama bu yazı dizisinin konusu değil. ibn arabi ontolojisini karşılaştrmalı olarak ele aldıktan sonra belki son yazıyı tasavvuf ,sanat ve varoluşçu felsefe ilişkisini ele almak olabilir. ama eleştirileinizi duymak isterdim doğrusu.

  7. Yazan:bora Tarih: Mar 10, 2009 | Reply

    enver bey, çalışmanızı, azminizi tebrik ederim. tasavvuf zor konu, ibni arabi ise daha da zor. Allah size kolaylık versin. haddim olmayarak size tasavvuf dergisinin ibni arabi özel sayısının linkini gönderiyorum. belki çalışmalarınızda faydası olur. http://www.tasavvufdergisi.net/?no=32&bolum=dergi

    birde ekrem demirli fütühatı mekkiye’yi çevirmeye başladı biliyorsunuzdur. böylece ibni arabinin bu dev eseri ilk defa tam metin olarak türkçeye kazandırılmış olacak. litera yayınlarından ciltler halinde çıkmaya başladı 10. cilde kadar geldi. bitti mi devamı gelecek mi bilemiyorum.

    konu sadece mahiyet olarak değil ama hakim islami algı içinde zor. zahir alimler, fıkıhçılar tasavvufçulardan hiç bir zaman haz etmediler. hallac’ı, arabi’yi ve onların yaratmaya çalıştıkları zemin algısını kabul edemediler. oysa böyle bir zemin olmadan herşey havadadır. yerine de bir şey koyamadıkları için insanları tatmin eden bir hikmet maalesef ortadan kalktı. neyse, şikayette aslı bilen için yanlıştır aslında.

    bildiğim kadarıyla ibni arabi eserlerinde hiçbir zaman vahdeti vucud tabirini kullanmadı. onun manevi oğlu anadolu evliyası ve mevlana’nın çağdaşı ve arkadaşı sadrettin konevi’de vahdeti vucud dedi mi demedi mi bilmiyorum. cem ve tekrika olarak mevzuyu ele aldı sanırım. arabi’de ise “yaratmada vasıta olan hakk” olarak geçiyor yanlış hatırlamıyorsam. vahdeti vücud kavramı daha sonra devreye girdi. varlık birliği bu çağ insanları için aşikar olmaya daha müsaittir. insanlar uzaydan dünyanın fotoğrafını çektiler ve tek bir şey üzerinde var olduğumuz ve en azından bu itibarla birbirimizle irtibat içinde olduğumuz netleşti. muhtemelen eskiden böyle bir kavrayışa, birlikteki çokluğa varmak daha zordu.

    ibni arabi’nin öğretisinin önemli kısmının ilahi isimler ve sıfatların kavranışı olduğu yönündeki tesbitiniz doğrudur. ancak bunlar özü ve hakikati Allah’ın olan isimlerdir. yani insanı kamilin tüm isimleri yansıtması mümkün değildir. çünkü bu isimler arasında zat isimleri de vardır. insan ancak kendisinde tecelli edebilecek ve kendisi için nisbet olabilecek isimleri kısmen kuşanabilir. örneğin zengin biri kısmen gani ismini temsil edebilir ama kulluğu devam ettiği için o hiç bir zaman ihtiyaçtan münezzeh değildir yani gerçek gani değildir. bir doktor şafi ismini temsil edebilir yada bir yönetici rab ismini temsil edebilir ama bu nisbetler sadece Allah’ın sıfatlarını anlamak içindir. böylece insan çift taraflı tek’tir. bir yanıyla Allah’ın bazı isimlerinin temsilcisi, halifesi olarak ilahi, bir taraftanda bu isimlere bizzat ihtiyaç duyan olarak kuldur. Allah ise haşa böyle bir ihtiyaçtan münezzehtir. ortak isimler nelerdir yada isimler hiyerarşisi nasıldır konusunda çok ciddi inceleme yapmak gerekir sanırım. ibni arabi isimlerin anası olarak yedi isimden bahseder. bunları tam hatırlayamıyorum. ancak bu isim ve sıfatların putlaştırılması tehlikesi müslümanları bu işten uzak tutmuş gibi görünüyor. halbuki bunları ezberleyen cennet’e girer diye hadis var.

    oluş ve bozuluş içinde ibni arabi’nin yaklaşımı son derece özeldir. ona göre yaratılış tecellisi her nefeste tekrarlanır ve gelen giden kadar mükemmeldir. milyarlarca canlının, feleklerin ve meleklerin bir anda işlediği iş ve onlardan eksilenler ve bu süreç sonunda ortaya çıkan eser yepyenidir. böylece alem her nefeste yeniden yaratılır. bu bana muazzam bir sanat eserinin mükemmelliğini kaybetmeden evrilmesi gibi geliyor. öyleki bir ekleme yapılmadan önce mükemmeldi, ekleme ve çıkartma yapıldıktan sonra da mükemmeldir.

    tarkovski’nin tasavvuf alemine en çok yaklaştığı iki eseri, stalker ve solaris’tir. solaris insanların vicdanlarına ve içdünyalarına göre eserler,kişiler yaratıp onlara gönderen bir gezegende geçer. bu gezegen gönderdiği kişiler aracılığıyla insanlarla iletişim kurmaktadır ve elbette bu gezegen aslında dünyadır. alem böyle bir potansiyele sahiptir. yani bir şeyin değil herşeyin ruhu ile irtibat mümkündür ama insan için alıştığından fevkalade farklı bu dünya için gerekli nitelikler günümüz insanlarında malesef yoktur. insan olması sebebiyle bu potansiyel mevcut olsa da öğreti, azim, haya,cesaret vb nitelikler de gereklidir. sanıyorum tasavvuf aslında bu temas için gerekli nitelikleri kazandırmak ve onu engelleyen niteliklerden insanı kurtarmak sanatıdır.

    not isimlerle ilgili yorum ve yaklaşım bana aittir yani bu konudaki hatalar tamamen benimdir. şeyhi ekbere izafe edilemez 🙂

    çalışmanızın devamını merakla bekliyorum
    sürçi lisan ettiysek affola.

    selametle

  8. Yazan:eg Tarih: Mar 10, 2009 | Reply

    bora bey,
    çok teşekkür ederim yorumlarınız için. tasavvuf dergisi ibn arabi özel sayısı bende basılı halde var ve çokça faydalanıyorum da. tasavvuf dergisini zaten en baştan beri takip ederim. ibn arabi özel sayısının ikincisi de yakında çıkacak. mevlana özel sayıları da oldukça kapsamlı ve özenli hazırlanmıştı.
    çok teşekkürler değerli görüşleriniz için.
    tarkovsky’nin stalker’ının ve nostalghia’sının tam anlamıyla birer tasavvufî eser olduklarını düşünüüyorum ben.

  9. Yazan:eg Tarih: Mar 10, 2009 | Reply

    fütuhat’ın ekrem demirli çevirisinin ilk 10 cildi çıktı. 3-4 ayda bir yeni cildi çıkıyor. sanıyorum 27 cilt kadar olacak. bu şimdiye kadar tasavvuf literatüründeki en büyük işlerden birisi bence. ekrem demirli’ye minnettarm doğrusu fusus’un a ekrem demirli çevisi v şerhi oldukça nitelikli zaten.

  10. Yazan:bora Tarih: Mar 10, 2009 | Reply

    ben teşekkür ederim. tereciye tere satmak gibi oldu desenize :)çalışmalarınızda başarılar dilerim.
    selametle

  11. Yazan:eg Tarih: Mar 10, 2009 | Reply

    estagfirullah olur mu öyle şey. çok teşekkürler yorumlar ve önerileriniz için.
    sevgiyle

  12. Yazan:bi dost Tarih: May 3, 2011 | Reply

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin