Somut durumun somut analizi
By Alinti Yazar on Mar 12, 2009 in medya, Politika
Etyen Mahçupyan-Taraf
Yaklaşan yerel seçimlerin niçin referandum anlamı taşıdığını idrak etmekte zorlananlar çok… Bazıları muhtemelen bu yaklaşımı AKP iktidarını pekiştirme yönünde bir tür zorlama olarak görüyorlar. Ergenekon üzerinden yaşanmakta olan kırılmanın bu seçimlerde sahada sınanacağını ve hükümetin de durumdan yararlanmak üzere topyekûn bir strateji izlediği değerlendirmesi yapıyorlar. Kim bilir belki benim gibi yazarların da bilerek veya bilmeyerek AKP yandaşı konumuna düştüğümüzü düşünüyorlar…
Ama bir de ‘somut durumun somut analizi’ var… Solcuların bir dönem sıkça kullandıkları bu söz, yapılacak önermenin ‘bilimselliğinin’ kanıtı gibi algılanırdı. Bir köşe yazısının bilimsellik iddiası sınırlı olsa da, gerçekten ‘somut durum’ önemli… Diğer bir deyişle önümüzdeki dönemde Türkiye’nin kendi toplumsal ivmesiyle hangi yöne meylettiğini anlamak, son yirmi yılın somut değişimine de daha yakından bakmayı gerektiriyor. Ancak o zaman yaklaşan seçimlerin gizli anlamını deşifre etmek mümkün.
Son yirmi yılda muhafazakâr kesimde bir zihni sekülerleşmenin adım adım ortaya çıkmasına tanık olduk. Kendisini ‘dindar’ olarak tanımlayanların oranının arttığı, buna karşılık dindarlığın içerik değiştirip gündelik hayata adapte olduğu bu süreç halen etkisini sürdürmekte. Söz konusu zihnî açılım aynı zamanda küreselleşen dünyada yeni bir kent tasavvuru da üretti. İstanbul ve Ankara’ya muhtaç olmayan bir Anadolu yarattı. Giderek yabancı dil bilen, yöneticiliğin eğitimini almış genç bir kuşağın öncülüğünde kendine has bir yeni burjuvazi ortaya çıktı.
Bu değişimin laik kesimde de yansıması oldu… Laik ve dindar şeklinde kaba bölünme kentli hayat tarzı içinde muğlaklaştı. Farklı kesimlerden gelen aileler çocuklarını aynı okullara göndermeye, benzer tatiller yapmaya, aynı mobilyaları beğenmeye başladılar. Böylece cemaatsel ayrışmanın üzerini örten yeni bir orta sınıf doğdu.
Ne var ki birçok saha çalışmasından elde edilen gözlem ve tespitlere dayanan bu değerlendirme yine de yeterince ‘somut’ değil. Sanki elimizde birtakım rakamlar olsa, Türkiye’deki değişimi daha iyi anlayabileceğiz… Neyse ki elimizde böyle rakamlar var. Gazetemizin yazarlarından Erol Katırcıoğlu’nun bir süre önce derlediği bazı basit istatistikler içinde olduğumuz değişim dinamiğini gözler önüne seriyor.
Katırcıoğlu 1985, 1993, 2001 ve 2004 yıllarına ait verileri biraraya getirmiş. En çarpıcı olan, Türkiye’yi ‘merkez’ ve ‘çevre’ olarak hayali iki bölgeye ayırdığımızda yaratılan katma değerin seyri. 1985 yılında merkezin katma değerdeki payı yüzde 66 imiş. Bu oran sürekli düşüş halinde ve 2004’e gelindiğinde yüzde 49. Çevrenin payı ise aynı sürede 34’den 51’e çıkmış. Diğer bir deyişle 2004 yılında bu ülkenin tarihinde ilk kez çevrenin katma değerdeki payı merkezinkini aşmış…
İkinci önemli gösterge istihdam… Yine aynı yıllara ait istatistikleri ele aldığımızda merkezin sağladığı istihdam oranının yüzde 52 ile başlayıp düz bir çizgi halinde 33’e indiği, çevrenin katkısının ise yine düz bir çizgi olarak 48’den 67’ye çıktığı görülüyor. Kesişme noktası ise 1987 yılı… Yani o tarihten bu yana çevrenin yarattığı istihdam merkezinkini aşmakla kalmayıp, bugün iki misline varıyor.
Katırcıoğlu 2000-2006 dönemi için sanayide kullanılan elektrikteki ve banka kredilerindeki artış oranlarına da bakmış. Genelde ‘azgelişmiş’ olarak adlandırılan ‘Orta’, ‘Ortadoğu’ ve ‘Güneydoğu’ Anadolu’daki şirketlerin elektrik kullanımındaki yükselme Ege, Doğu Marmara ve Akdeniz’dekinden fazla. Banka kredileri ise daha da çarpıcı… Kredilerdeki yüzdesel artışın en yüksek olduğu bölgeler Güneydoğu ve Ortadoğu Anadolu. Orta Anadolu da ülke ortalamasının epeyce üzerinde…
Bu veriler zihniyet düzleminde gözlemlenen değişimin en azından ekonomi dünyasında bir karşılığının olduğunu gösteriyor. Ülkedeki iktisadi aktörleri coğrafi bazda ‘merkez’ ve ‘çevre’ olarak ikiye böldüğümüzde, merkezin ekonomiyi sürükleyici gücünün son yirmi yılda hızla azaldığını ve bunun geriye dönüş emaresi vermeyen bir süreç olduğunu anlıyoruz. AKP bu değişimin sonucu ve taşıyıcısı olarak ortaya çıktı. Bugün Doğan Grubu ile hükümet arasındaki çekişmenin arka planında kaybeden merkez aktörlerinin umutsuzca direnmesi var. Aynı nedenler, merkezdeki ‘laik’ çevrelerin niçin Ergenekon davasına destek vermekte isteksiz olduklarına da ışık tutuyor. Çünkü bu davanın gidişatı demokrasi dışı bir alternatifi ortadan kaldırdığı ölçüde, çevre aktörlerinin siyasetteki hâkimiyetini tescil edecek.
Seçimlere bu atmosfer içinde gidiyoruz. Merkez umutsuz… Güç ellerinden kayıp gidiyor. AKP’ye anlamlı bir alternatif üretmekte acizler, çünkü kendileri de ekonomi kulvarında teslim bayrağını çekmek üzereler. Çevre ise bu seçimlerle birlikte Türkiye’ye damgasını vuracağı bir dönemin açılacağını umuyor. Böylece bir ‘referandumun’ eşiğine geliyoruz. Sonuç ise beklendiği gibi olacak… Yirmi yıldır yaşanmakta olan toplumsal dinamiğin, demokratik mekanizma sayesinde yeni bir meşruiyet kazanmasına tanık olacağız.
…Bu makale ilginizi çekti ise…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Öğretmenlik, savcılık, soytarılık, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
1 Yorum
Yazan:OKTAY ÇAPAROĞLU Tarih: Mar 12, 2009 | Reply
AKP VE SİYASAL REJİMİ ANLAMAK…
Son beş yılı, önceki onlarca yıldan kopararak anlayabilmek mümkün müdür?
Bu ülkede iktidar sahipleri, sermaye grupları ve militarist oligarşi, NATO üyeliğinden 1990lara kadar (ki o birliğe üyeliğin kendisi dahil) artık siyasal-politik-ideolojik yönsemesini tamamen ve hiç bir sadakatsizliğe yer vermeden Sovyetler Bloğu karşısında Kapitalist-Emperyalist sistemin yeni öncüsü ve lider gücü olan ABD’nin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmişlerdir. 1990lardan sonra Doğu Blokunun çökmesi ve reel sosyalizmin yenilgiye uğramasından sonra da mevcut tercihini hiçbir sapmaya mahal vermeksizin sürdürmüştür. O nedenle AKP tıpkı 1946’da kurulan DEMOKRAT PARTİ gibi gayet reel ve sürecin zorunluluklarından doğan normal bir sonuçtur. Demokrat Parti iktidarı dönemine gelen süreçte ALMANLARA yaranmak adına ülkede uygulanan YAHUDİ DÜŞMANI politikalarından tutalım da, sonrasında MARSHALL YARDIMLARINI alabilmek adına onca yıllık uluslararası stratejik ortağını satarak ona savaş açan ve ardından yeni emperyalist bloktaki anti-komünist rolünü oynamaya başlayan ‘TAM BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜK’ paradigmasına rağmen gerçekte tamamen emperyalizme bağımlı ve onun Ortadoğu ve Önasya’ya uzanan bir karakolu görevini üstlenen bir siyasal rejim ve ekonomik politika tercihini anlamdan süreci doğru anlamlandıramayız.
Siyasal rejimin niteliğini ortaya koyabilmek ve bir çıkış yaratabilmek için özetle;
‘Dilden korkan, türbandan korkan, namazdan korkan, semahtan korkan, şarkıdan türküden korkan, renklerden korkan, şiirden, yazıdan, resimden özetle sanattan korkan, farklılıkları TEHDİT olarak algılayan, insanların düşünsel aydınlanmasından tartışmasından birlikte hareket ederek hak ve özgürlüklerini savunmasından ve bu amaçla örgütlenmesinden korkan, EMEK düşmanı bir rejimin ürettiği yalanlarla, sahte gündemlerle ideolojik yanılsama ve manipülasyonlarla mücadele etmek için, bir düşünsel tartışma platformu ve politik mücadele hattı yaratabilmek…’
Olaylara akılcı ve vicdan sahibi gözlerle bakan ve dünyayı anlarken onun ekonomik-politik-askeri-bölgesel güç dengeleri bağlamında ele alan herkes, çelişkinin özünün sınıfsal olduğunu, asıl meselenin kaynakların bölüşümü meselesi olduğunu ve özü itibariyle KAPİTALİST-EMPERYALİST sistemin KÂR güdüsü ile hareket ederek dünyayı bir SÖMÜRÜ-YAĞMA-TALAN-SAVAŞ-ÖLÜM-YIKIM ve ÇATIŞMA cehennemine çevirdiği gerçeği olduğunu bilir. Ve bu doğrultuda büyük roller üstlenen ÇOK ULUSLU ŞİRKETLERİN,az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ilk elden EKONOMİK ardından SİYASAL yapısını nasıl KISKAÇ altına aldığını ve bir AHTAPOT gibi dünyayı nasıl sardığını görür.
Korkularla, yalanlarla, yapay gündemlerle, düşmanlıklarla, etnik-kültürel ayrışmalarla temel çelişkinin üstünü örten ve yalnızlaşmış bir toplum yaratma kaygısı ile insanlar arasında güvensizlik-çatışma-öfke-kin ve husumet duygularını yaratan egemen güçlerin KİMLERİN ÇIKARLARINA hizmet ettiği açıktır. Bu ülkede KEMALİZM adı altında EMPERYALİZM yanlısı politikalar meşrulaştırılmıştır. AMERİKADAN VE İSRAİLDEN başka dostu ve seveni (Kİ BU NASIL SEVMEKSE) olmayan, sınırlarına 1 milyon MAYIN döşemiş bir ülkedir. ‘YURTTA SULH CİHANDA SULH’ sözü taş heykeller üzerinde kalmış ve Türkiye tüm komşlarıyla sürtüşmeler yaşayarak YAPAYALNIZ bir ülke haline gelmiştir. Ve bu durumun sorumlusu İSRAİLİ TANIYAN AMA CEZAYİRİN BAĞIMSIZLIĞINI TANIMAYAN, ABD ÇIKARLARI İÇİN KÖRFEZ ÜLKELERİNE AMBARGO UYGULAMAKTAN KORE’YE SOMALİ’YE AFGANİSTANA ŞİMDİ DE BİLMEM HANGİ OKYANUSA ASKERLERİMİZİ YOLLAYAN uluslararası POLİTİKA VE İLİŞKİ tercihlerini yapanlardır.
Bu tercihleri o veya bu siyasi partiye yüklemek anlamsızdır. Çünkü her ne kadar TAM BAĞIMSIZLIK iddiasında olsa da resmi görüş, tercihler daha sistem kendini inşa ederken yapılmış, emperyalistlere verilen taahhütler gizli ve açık anlaşmalarla garanti altına alınmış, ne zaman siyasal partiler bu çizginin dışına çıksa ASKERİ DARBELER VE DİKTATÖRLÜKLERLE karşılaşarak SİYASAL ERK durumunu yitirmiştir.
Herkes bilir ki bu ülkede hükümetler, seçimlerden aylar önce ABD’DE BEYAZ SARAY’DA KADEH KALDIRILARAK kurulur. ABD’den yani EMPERYALİZMİN ÖNCÜ GÜCÜNDEN icazet almadan hiç kimse SEÇİM falan kazanamaz. İktidar olamaz.
Doğruları böyle koymak gerekir.
AKP de, bu ülkedeki sözüm ona ATATÜRKÇÜ ama özünde EMPERYALİZMİN HİZMETİNDE olan oligarşik derin yapılanmanın ( Kİ BU YAPILANMA, ASKERDEN SİVİL BÜROKRASİYE, SERMAYE GRUPLARINDAN, SİYASETE, MEDYADAN SPORA,HOLDİNGLERDEN EKONOMİK KURUM VE ÖRGÜTLENMELERE KADAR GENİŞ BİR YELPAZEDE KENDİNİ ORGANİZE ETMİŞTİR.) İTTİFAKINDAN doğmuştur.
AKP, İSLAMCI falan değildir. Siyasal İslami güç odakları ağırlıkta olsalar da hizmet ettiği yapı ve sistem bakımından ‘REJİMİN VE ÖRGÜTLEDİĞİ DEVLET AYGITININ BEKAASININ KORUNMASI’ haricinde bir hedefi olmayan bir partidir. CHP’nin bir dönem ALMANCI, öteki dönem AMERİKANCI, bir sonraki dönem SOLCU, bir sonraki dönem KÜRTÇÜ, bir sonraki dönem MİLLİYETÇİ bir sonraki dönem SAĞCI ve şimdilerde DİNCİ olması gibi ( bu dönemeçler ve savrulmalar arasında ya askeri müdahaleler ya da değişen uluslararası ve bölgesel konjönktür vardır.) AKP de benzer politikayı izlemektedir.
Bu politik tercihin kaynağında, toplumun ABD VE EMPERYALİZMİN çıkarları temelinde yeniden şekillendirilmesi, değişen uluslararası dengelerin ABD lehine yeniden örgütlenmesi ve gelişen dalgaya göre onu kontrol altına alacak siyasal güçlerin SİSTEMİN VE SİYASAL REJİMİN içinden örgütlenip alternatif gelişimlerin önünü kesecek biçimde sunulması amacı vardır.
Demokrat Parti döneminde, SİSTEMİN BASKILAMIŞ olduğu NUR CEMAATİ, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Kıbrıs Türktür Cemiyetleri adı altında yeniden örgütlendirilmiş, tarikatların da önü bizzat siyasal rejim tarafından açılarak devletin hizmetine alınması sağlanmıştır. Bu tercihi yapan DEMOKRAT PARTİ değildir sadece. Ki DP, CHP’den gelen kadroların kurduğu bir partidir. Tabandan oluşan yeni bir hareket değildir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, iktidar olan ASIL DEVLET PARTİSİ, kendi içinden yeni bir PARTİ çıkararak, döneme ve koşullara tarihsel değişimlerin ve yeni güç ilişkilerinin ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde politika değiştirmiştir. SOSYALİZM karşısında emperyalizmin hizmetinde kitlelerin yeni bir alternatif ve çıkışa yönelmelerinin engellenmesi amacıyla bir RAHATLAMA ve MİLLİ ŞEFLİK dönemi uygulamalarının yarattığı toplumsal basınç, öfke ve patlama riskinin ortadan kaldırılması amaçlanmıştır.
***
Ülkemizde iktidarlar, provokasyonlarla, iç çatışmalarla, sabotajlarla, katliamlarla, aydınların ve muhaliflerin katledilmesi-susturulması- işkenceden geçirilmesi ve gözaltında kaybedilmesiyle ancak kendini koruyabilmiştir.
Gücünün yetmediği yerde ise ASKERİ DARBELERLE, MÜDAHALELERE, MUHTIRALARA ihtiyaç duymuşlardır.
Her koşulda bedel ödeyen de bu ülkenin tüm kahrını çeken İŞÇİLER, KÖYLÜLER, MEMURLAR, EMEKÇİLER, ESNAF VE ORTA SINIFLAR olmuştur.
Sömürü ve talan çoğalmış, ülkenin ekonomik kaynakları emperyalizmin yağmasına açılmış, sefalet, yoksulluk ve işsizlik artmıştır.
27 Mayıs 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde görev alan generallerin daha sonraları emekli olduktan sonra TÜSİAD ÜYESİ HOLDİNGLERDE YÖNETİCİLİK GÖREVLERİNE getirilmesini bu açıdan anlamak gerekir.
DEVLETİN BEKAASI VE MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜ adına KÜRTLERE, ALEVİLERE, AZINLIKLIKLARA karşı ASİMİLASYONDAN İNKÂR POLİTİKALARINA, KIYIMLARDAN, DEVLET HİZMETLERİNDEN GERİ BIRAKMAYA kadar bir çok yasak ve zulüm uygulanmıştır. Toplumda ALEVİ VE KÜRT DÜŞMANLIĞI her dönem SİSTEM tarafından DİRİ tutulmuş AZINLIKLAR DA aynı yöntemlerle BASKI ALTINA alınmıştır.
Tüm bunlar da MUKADDESATÇI-MİLLİYETÇİ ideolojik argümanlar kullanılarak yapılmıştır. Öznesi kimdir diye sorarsak TAN GAZETESİ BASKININDAN 6-7 EYLÜLe onlarca provokasyon, katliam ve kıyımı toplumu sindirmenin ve itaate zorlamanın zorunlu koşulu olarak gören KEMALİST etiketli AMA ÖZÜNDE EMPERYALİZMİN HİZMETİNDEKİ DERİN YAPILANMA ve onun MİLİTARİST DİKTATÖRLÜĞÜdür. Tüm bu faaliyetler EMPERYALİZM çıkarlarının korunması için yürütülmüştür.
Vatanını, milletini, devletini seven bir iktidar, önce bu ülke topraklarında yaşayan milyonların mutluluğunu, refahını, özgürlüğünü, haklarını düşünmek durumundadır. Çoğunluğun perişan ve mutsuz, küçük bir grubun ise lüks ve mutluluk içinde saltanat sürdüğü bir ülkede hiç kimse BU DEVLET AYGITININ VE İKTİDAR SAHİPLERİNİN BU ÜLKENİN VE HALKININ HİZMETİNDE OLDUĞUNU iddia edemez.
Darbe hukukuyla süregiden ve darbecilerin yargılanmayı bırakın bizzat anayasa tarafından korunduğu bir ülkede AKP gibi bir SONUÇ ile uğraşmak ne kadar anlamlıdır bilmiyorum. AKP, tüm bu yukarıda sözünü ettiğim süreçlerden doğan ve KEMALİST olduğu iddiası taşıyanların İSLAMİ SERMAYE ile kurduğu ortaklık ve gizli pazarlıklar sonrasında örgütleyip piyasaya sunduğu bir NEOLİBERAL partidir. Ve doğru tavır bir bütün olarak topyekün sistemin reddi ve ondan bağımsız bir alternatif arayışıdır.
Kürt meselesinin artık iyice ülkemiz siyasetini ve ekonomisini zorladığı, statükocu militarist çözüm anlayışının çıkmaza girdiği, ekonomik darboğazın ülkeyi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bıraktığı, ithalat, dış açığın ve borçlanmaların inanılmaz boyutlara geldiği bir süreçte, toplumun susturulması, sindirilmesi, içindeki öfkenin teskinleştirilmesi için bir SİPAP işlevi görmektedir AKP… Ezilenlere umut olmuştur ve DEĞİŞİM yaratacağı vaadleriyle görsel boyutta şekli bir çok açılım yaparken, pratik anlamda elle tutulur bir olumluluk yaratamamıştır.
Ürettiği çözümsüzlükler sayesinde onlarca yıldır ülkeyi istedikleri gibi yöneten emek düşmanı ve halkına yabancı iktidar sahipleri, şimdi bu çözümsüzlüğün batağında kendileri debelenmektedirler. Ve ülkemizde ciddi bir İKTİDAR PAYLAŞIMI VE YÖNETEMEME sorunu başgöstermiştir. Bunu Marksist açıdan değerlendirirsek rejimin aşılması açısından bir DEVRİMCİ DURUM sökonusudur. Fakat emekçiler, tüm bu süreçlerin tamamen dışında durmakta ve tek söz söyleyememektedir ülkesinin ve kendisinin geleceğine dair.
Öyle ya, darbelerde ilk dokunulan, işçi ve emekçilerin mücadele ve emek örgütlenmeleri olmuştur. Emekçilere, işçilere ÖRGÜTLENME hakkı bile çok görülmüş, hak arama mücadelesinde insanlık onurunu ve emeğini savunurken karşısına DEVLETİN ASKERİ VE POLİSİ dikilmiş, sendikacılar katledilmiş, işkencelerden geçirilmiş ve hak arama bilinci KORKUYLA sindirilmeye ve yok edilmeye çalışılmıştır.
Bu gerçek apaçık göz önündedir.
12 Eylül darbesinden sonra SERMAYE GRUPLARININ VE HOLDİNGLERİN kârları yüzde BİNLERE varan oranlarda artmıştır.
Emperyalist işbirlikçisi sermaye ve onun hizmetindeki DEVLET aygıtı, onlarca yıldır bu politikalarla ülkede AT KOŞTURMUŞTUR.
Bu çözümsüzlüğün aşılabilmesinin tek koşulu TOPLUMSAL BİR DEĞİŞİM VE DEVRİMİN gerçekleştirilebilmesidir.
Ordunun, askerin, polisin, devletin ve tüm devlet kurumlarının HALKIN ÜSTÜNDE değil HALKIN HİZMETİNDE olduğu bir siyasal-ekonomik rejimin kurulması tek kurtuluş yoludur.
Bu ise NE ŞERİATLE NE DE DARBE ile gerçekleştirilemez.
Sosyal bir ekonomik model ve DEMOKRATİK bir siyasal rejimin örgütlenmesi tek kurtuluş yoludur.
Ve tekrar edeyim.
AKP ile uğraşmak, sorunun görünen yüzü ile uğraşmaktır. Ve ‘AKP GİTSİN’ söylemi, bir aymazlığın ifadesidir, çelişkinin özünü örtmektir. Emekçilerin ve işçi sınıfının sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız,ayrımsız eşit ve özgür bir dünya idealine ihanettir.
Çünkü AKP, tüm bu çelişki ve çözümsüzlüklerden ve iktidar sahiplerinin artık süreci İDARE EDEMEZ-YÖNETEMEZ-ALTINDAN KALKAMAZ oldukları bir noktaya getirmelerinden doğan bir SİYASİ VE İDEOLOJİK MANİPÜLASYON ÖRGÜTÜDÜR. Siyasi bir ‘PARTİ’ bile değildir.
AKP GİDİCİDİR. Bunu kendileri de biliyorlar. Yerine yenilerini örgütlemeye başladılar bile.
O zaman da o yenilerle mi uğraşacağız.
‘SOSYALİZM GELECEKSE BİLE ONU BİZ GETİRİRİZ’ diyen bir zihniyetle yöneltiliyor bu ülke. Yani ŞERİAT gelecekse onu AKP değil, EMPERYALİST-KAPİTALİST sitemin bekçiliği, savunuculuğu rolünü büyük bir ustalıkla sürdüren sözünü ettiğim DERİN YAPILANMA getirecektir. Ve bunu MÜSLÜMANLAR İÇİN değil EMPERYALİZMİN VE SERMAYE SAHİPLERİNİN ÇIKARLARI GEREKTİRDİĞİ için yapacaktır.
Bu ülkede siyasi partilerin özünde bir İHALE partileri olduğunu ve derin güçlerle yaptığı pazarlıklar sonrasında ‘SİSTEMİN ÖZÜNE DOKUNMAMAK’ karşılığında istediği ‘YAĞMAYI VE TALANI’ gerçekleştirme hakkına sahip olduğunu hergün ortaya dökülen YOLSUZLUKLARDAN, HORTUMLAMALARDAN, VURGUNLARDAN ve HIRSIZLIKLARDAN anlamak mümküdür.
Mahir Kaynak ‘ÇOK DEŞMEYİN, KURCALAMAYIN. BU ÜLKENİN TARİHİ PİSLİK DOLUDUR, DEŞTİKÇE KOKUSU DAYANILMAZ HALE GELİR. ÇOK SUÇ İŞLENMİŞTİR’ gibi bir laf etti geçenlerde.
İşte o pislikledir bizim işimiz. O pisliğin vücuda getirdiği ve bir yıkamayla temizlenecek örgütlenmelerle değil.
O pisliğe dokunabildiğimiz gün, ülkemizin de kurtulacağı gündür. Ve emperyalizme açık tavır konulmadan bu başarılamaz.
Sadece pisliğin yarattıklarıyla değil kendisiyle de savaşmaktır doğru olan.
Bozuk düzenin bozuk çarklarıyla uğraşarak çözümsüzlüklerin kaynağını yanlış yerde aramaktansa, düzenin kendisini EMEK ve İNSAN’dan yana EVRENSEL bir bakış açısıyla masaya yatırmak en doğru tercihtir. AKP de, bozuk düzenin devamlılığını sağlamak için, ülkedeki gizli iktidar ve güç odaklarının ittifakıyla HÜKÜMET OLMA ihalesini alan SİSTEM tarafından beslenen ve desteklenen bir dişlidir.
Kulak vermemiz gereken ve cumhuriyet rejimi tarafından ‘YASSAHLANAN, ve hatta ‘Türk’ olmasına rağmen TÜRKÇE kitaplarında ve TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI bölümlerinde bile SANSÜRLENEN VE YOKSAYILAN bir asi ozanımız var tam da bu noktada.
Yüzyıllar öncesinden sesleniyor PİR SULTAN ABDAL;
‘BOZUK DÜZENDE SAĞLAM ÇARK OLMAZ’…
Sevgiyle…
Oktay Çaparoğlu