Ekmek arası merhamet
By Konuk Yazar on Mar 19, 2009 in AKP, medya, Sosyal Devlet, Televizyon, Toplum
İçinde bulunduğumuz kültürün iyilik anlayışı, bana çok sakat ve bayağı geliyor. Cennette bir metrekare kapmak için dilencinin suratına fırlatan bozukluklar; ya da ışık geçirmez bir gelecek için bankaya yatırılan para gibi algılanıyor iyilik. Bu yüzden ebeveynlerimizin bize bakmalarına karşılık, kendimize az biraz geldiğimizde beklentileri ayağımıza pranga gibi dolaşıp, hayatımız boyunca sırtımızda taşıyacağımız bir kambura dönüşebiliyor. Vicdanımızın en geniş sahasına aksi bir ihtiyar edasıyla kurulan, söz konusu yıkıcı beklenti, kendine has kıskançlık ve benciliğiyle “olaylara karışma ha” direktifiyle tüm yabancıları kovalarken, vicdanımız da bu dar sorgulamalardan kurtulup, olması gereken yere hep uzak kalıyor. Kaldı ki iyilik yapmak kolay olmadığı gibi herkesin herkese iyilik yapabileceğini de söylemek çok zordur. Yaşlı bir insana arabada yer vermek, komşunun ağır poşetlerini taşımak, adres sorana uzatılan bir parmak olmak, borç para verip, kamçısını hazırlamak gibi basit günlük yardımlaşmalar birer iyilik olmaktan çok uzak şeyler. Yardımlaşma, gündelik hayat içerisinde karşılıklı yaşamımızı kolaylaştıran bir takım gereklilerden başka da bir şey değildir. Kaldı ki bu dahi yapılamıyor. Oysa iyilik, en başta derin bir kavrama gücünü, anlayış sezgisini ve karşılık beklememe erdemini gerektiriyor. İlişki de bulunduğumuz insanın, genelleştirirsek toplumu ve evreni anlayıp, potansiyelini, en derin ihtiyaçlarını görüp, bunun ortaya çıkarılması, yolunda yürümesi için destek olmak iyiliğin kapısını tıklatmaktır. Buraya kadar gelen bir insanın yapacağı fedakârlığı, minnet etmenin ateşinde kül etmeyeceği de açık bir gerçektir. İyilik yapabilme yeteneğine sahip olmak aynı zamanda bir liyakati, denkliği gerektirir. Bir dosta, bir arkadaşa, ya da herhangi birine bu şekilde bakmak, biraz da bizim içimizde “o değerlere” duyduğumuz sevgiden kaynaklanır. Bu iyiliğin her iki tarafı da tatmin eden yoğun bir eylem olduğunu gösterir. Yaşama değer veren biri için, yaşamı koruma çabası aynı zamanda kendini de koruma çabasıdır. Bu bir bencillikten öte, daha çok geniş bir ufkun, evrene sahiplenme tutkusunun bir işaretidir.
İyilik sandığımız birçok şeyi öldüren de minnet duygusudur. Bunu her gün o kadar çok görüyoruz ki, bir birine minnet edenlerin, haklı çıkma endişesinden bin dereden su getirenlerin bolca yaşadığı bir ülke burası. Haklı olmaya bu derece ihtiyaç duyanların kötü bir suçluluk duygusu altında ezildiğini de hesaba katmak lazım, ayrıca. Başbakanı bir yol asfaltlatmasını, suyunu onarmasını basit bir ihtiyaç olduğunu unutup, görev duygusundan, yardımlaşma mertebesine çıkarıp, eşi benzeri bulunmaz bir iyilik abidesi olarak görebiliyor. Ve bir çok politikacı, bunu ancak kendilerine kayıtsız şartsız bağlı kaldıklarında verilecek bir hizmet(!) olduğunu pişkince söyleyebiliyor. Böylesi çarpık bir mekanizmanın devamı da, iyilik yapanlar kadar, iyilik yapılanın da aynı düşüncede olmasıyla sağlanıyor. Kendisine iyilik yapıldığını düşünenin, asla yapılanın hafifliğini göremeyip bu ağır minnet duygusu altında ezilmesi, yönetenlerin hep işine gelmiştir. Hatta çoğu zaman iktidar bu yanılsamayı kullanarak, avucundaki, alın teri, sorumluluk, şeref borcu gibi kavramlarla tepemize öpülecek “bir baba eli” kutsallığıyla kuruluyor. Yaşam alanımız, daraldıkça daralıyor.
Son zamanlarda bunları bana tekrar düşündürten “İbo Şov” programına katılan Yıldız Tilbe ile İbrahim Tatlıses arasında geçen ve bu çarpık anlayışın en somut örneği olacak kadar, yaşanan açık tartışmaydı. Kendi programına katılan Yıldız Tilbe’nin şarkılarını sahnede kendinden başka hiç kimsenin varlığına katlanamayan isterik, bencil bir adamın kabalıklarıyla ikide bir bölüp, Yıldız Tilbe buna bozulunca, İbrahim Bey, çıkınındaki iyilikleri dökmek zorunda kaldı. Tilbe, dayanamayıp bunun yapmaması gerektiğini ısrarla söyledi. Tatlıses ise, insanın en mahrem duygularından tutun, zaaflarına kadar her şeyi, bir espriye malzeme olarak kullanma hakkını lahmacunların gücüyle çoktan satın aldığı için; bayan sanatçıyı deyim yerindeyse hiç tınlamadı. Tilbe’nin imparatorun bir sorusuna (kabalığın Everest’ine) şarkıdan sonra, geciktirerek cevap vermesi gerilimi iyice artırdı. Bir kadının erkeğe öyle ya da böyle, istediği her anda cevap vermesi gerektiğini düşünen, üstelik “misvakla terbiye etmekten” topuğuna sıkmaya kadar terfi etmiş İbrahim Bey, kabalıklarına ara vermedi. Midesindeki acılı çiğ köfteyi çıkardı sonunda. “Ben vakti zamanda seni dövmekten kurtardım, sen hala bana nasıl cevap verirsin” kabilinden iyiliğine karşı, kendisine yapılan nankörlüğü kınadı. Hayvanlar dahi böyle durumlarda türdeşini korurken, Tatlıses bunu öyle bir minnet duygusuyla pekiştirmiş ki, Tilbe ve diğerlerine de yapılanı asla unutmamak, gözlerde bir kara perde, dilde bir kekemelik olarak taşımak düşmüş. Yaptığı şey’in ne kadar iyilik olduğuna, değinmek artık gereksiz. Yalnız Yıldız Tilbe’nin de aynı minnet duygusundan payını aldığını son derece cılız çıkan sesinden gördük. İki toplum insanın kendi iyilik-minnet yanılsamaları içinde gırtlaklarına kadar çamura battıklarını, İbo’nun söylemlerine seyircilerin alkışları eşliğinde ekranlarda canlı izledik.
Bu anlayış(sızlık) sadece İbrahim’in sorunu değil, aydınından tutun, doktoruna, ve politikacısına kadar çoğumuzun çıkmazı. İyilik yap at denize, balık bilmesi Halik bilirden , bir had bildirmeye varan bir bakış. Bu yüzden bazı şeylerin kökten değişmesi için büyük bedelleri veriyoruz. Bir türlü muhalefet yapıp, layık olduğumuz bir hayatı yaşayamıyoruz. Bugün, Tatlıses’in kabalığını kınadığını sanan nice politikacının yaptıkları birbirine çok yakın şeyler. Beyaz eşya dağıtarak, ya da seçim yaklaşınca hummalı bir yol, kanalizasyon çalışması yapan tüm belediyeler, hepsi de bize aynı oyunun paçavraları gözüyle bakıyorlar. Adeta “biz size değil, hayatlarınıza, dilinize özgürlüğünüze değil; sadece oylarınızı talibiz; ve siz bir mühürden, bir kağıt parçasından daha öte değilsiniz diyorlar” . Bunları İbrahim Tatlıses’le bol acılı bir çiğ köfte partisinde bir araya getirip, ne zamana kadar fasıllarına, çiğ köftelik sözlerine kulak kabartıp, şakşakçılık yapacağız.
…Bu makale ilginizi çekti ise…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Öğretmenlik, savcılık, soytarılık, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
5 Yorum
Yazan:eg Tarih: Mar 20, 2009 | Reply
güzel bir yazı, güzel bir üslup. elinize sağlık…
Yazan:snowqueen Tarih: Mar 20, 2009 | Reply
Kişilerin zaten hakkı olanı, ihtiyaçlarını, bir lütufmuşcasına verip, hatta dağıtıp sonra da bunun karşılığı olarak minnet(siyasi rant olarak oy) beklemek, tipik bir orta sınıf ahlakı modelidir ve baştan aşağı sakat bir iyilik algısıdır.
En kötüsü de kişinin yaptığını, “erdemli” sayması ve bunun iç huzuruyla hoş olmayan gerçekliği, büyük resmi görmeyi reddetmesidir.
“öpülecek baba eli” güzel bir tespit ve sembol.
“padişahım çok yaşa” diyen çocuk kalmış toplumlarda otoriter baba figürünü devlette ve doğada (tanrıda) bütün cezalandırıcığıyla aramak, olmazsa olmaz. Buradan koşulsuz bir iyilik mekanizması ve sevgi çıkacağını beklemek saflık olur. Jung/vari tanımıyla “öpülecek baba eli”sembolünün ağır bastığı yerde, iyilik belli koşullar ve şartlar dahilindedir.Çünkü, eşitlik ve özgürlük tahayyülü gelişmemiştir.
Yazan:Sevgili Özbek Tarih: Mar 21, 2009 | Reply
Bir dosta, bir arkadaşa, ya da herhangi birine bu şekilde bakmak, biraz da bizim içimizde “o değerlere” duyduğumuz sevgiden kaynaklanır. Bu iyiliğin her iki tarafı da tatmin eden yoğun bir eylem olduğunu gösterir. Yaşama değer veren biri için, yaşamı koruma çabası aynı zamanda kendini de koruma çabasıdır. Bu bir bencillikten öte, daha çok geniş bir ufkun, evrene sahiplenme tutkusunun bir işaretidir.
Güzel bir yazı… Şunu derim daima : iyi insan yoktur, iyi olmak var ; iyi olmaksa zor iştir…
Metinden de anlaşıldığı gibi insan olmanın özelliklerine erişemedik henüz, beşeri adımlarla ilerliyoruz. Ali Şeriati’nin « insanın beş zindanı » diye bir kitap okumuştum, o kitaptaki insan tiplemelerini hatırlattı bana bu güzel kalem. Nedir insan olmak ve nedir iyilik ? Bunun özüne bakmak ve yapacaklarımızı ona göre yapmak. Eyvallah bu güzel yazıya, kendimizi gözden geçirmenin entremanıyla satın alınmayalım iyiliğin nabzında..
Yazan:duvar Tarih: Mar 21, 2009 | Reply
“misvakla dövmekten topuklara sıkmaya terfi etmiş ” lahmacunların gücüyle satın almak” içindeki aclıyı köfteyi çıkarmak” çok ince ve altı dolu cümleler Ayrıca orjinal bir uslub ellerinize sağlık
Yazan:Ömer Yağcı Tarih: Mar 23, 2009 | Reply
Bu yazıyla anlatılmak istenenler, “Liberallerin bireyi, Müslümanların kulluğu” başlıklı yazıya eklediğimiz yorum ile birlikte değerlendirilirse eğer, sorunların kaynağının hayatımızdaki İlahlar enflasyonu olduğu, duygu, düşünce ve davranışlarımızı şekillendirmek için durmadan bize vahiy indirdikleri, çözümün ise, duygu, düşünce ve davranışlarımızı bir başkasının şekillendirmesine fırsat vermemek/ onlara ibadet etmemekten geçtiği, daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyoruz. Yazıyı yazan kardeşimizin yüreğine sağlık diyor, Allah’tan rahmet diliyoruz.