RSS Feed for This Post

Örtmenim bu konular kitapta yazmıyor…

Çoluk çocuk durmadan yazıyor, sana okulda öğretmediler mi Atam vatanı kurtardı diye? Pes yani bu kadar bilgisizlik olmaz, bak ilkokul kitapları bile yazıyor. İlkokul kitaplarında YAZMAYAN bir şey gerçek olabilir mi? Feryadı basıyorlar: Örtmenim Sevan dersini çalışmamış!!

Halbuki ilkokul kitaplarında benim bildiğim bir sürü şeyi yazmıyorlar. Belki unutuyorlar, belki de vatanmillet edebiyatından sıra gelmiyor. Buyurun, aklıma gelenlerden bir demet sunayım. Daha bir sürü var, bunlar misal.

Dünya harbinde DÜŞMAN’ın amacı yurdumuzu bölmek parçalamak ele geçirmek sömürgeleştirmek değil miydi?

Birinci Dünya Savaşının son döneminde düşman savaştan sonra kurmak istediği düzeni herkesin anlayacağı şekilde açık seçik ilan etti. 5 Ocak 1918’de İngiltere Başbakanı Savaş Hedefleri deklarasyonunu yayınladı. Ondan üç gün sonra ABD Başkanı meşhur Ondört İlkesini açıkladı.

Türkiye’ye dair ikisinin söylediği neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır. A- Türkiye’nin nüfus çoğunluğu Türk olan kısmında sağlam, güçlü, güvenli (secure) bir devlet kurulmalıdır. B- Nüfusu Arap olan yerler Türkiye’den ayrılmalıdır; bu yerlerin “serbestçe” gelişmesi için galip devletler gerekli idareyi kurmalıdır. C- Türkiye’nin kalkınması için gerekirse bir veya birkaç devlet yardımcı olmalıdır. D- Savaş esnasında Almanya’nın Türkiye’ye verdiği devasa krediler silinmelidir. E- İstanbul Türkiye’ye bırakılmalıdır. F- Boğazlar galip devletlerin kontrolünde uluslararası trafiğe açılmalıdır.

Hepsi bu. Arzu eden bakıp okuyabilir, Wilson’s Fourteen Points veya Lloyd-George’s War Aims Declaration diye ararsanız her yerden bulunur. Sonra da bir zahmet Lozan Antlaşmasını okuyun, aradaki yedi farkı bulun. Ben şahsen bulamıyorum.

Neden bu yolu seçtiler? Hep sanırdım ki Rusya’daki ihtilal yüzündendir; 1917’de Rusya’ya Bolşevikler iktidara geldi, ondan korktular. Rusların İstanbul’a çıkmasını, yahut Anadolu üzerinden Akdeniz’e sarkmasını en büyük tehlike olarak gördüler. O yüzden sağlam bir Türkiye istediler. Çokuluslu eski yapının yürümediği yüz seneden beri belliydi. Nereden tutsan elinde kalan o yamalı bohça yüzünden büyük devletler dört-beş kez birbiriyle savaşmanın eşiğine gelmişti. O yüzden yeni Türkiye’nin imparatorluk sevdasından vazgeçmesini şart koştular.

Şimdi ta 1911 yılında İstanbul’daki İngiliz büyükelçisinin yazdığı analizleri okuyorum, hayrettir ki orada da hemen hemen aynı şeyleri demişler. Aman Türkiye’nin Anadolu’daki toprakları bölünmesin, yahut farklı devletlerin etki alanları kurulmasın, yoksa dünya savaşı çıkar… İngiltere’nin tek başına Türkiye üzerinde garantörlüğe soyunması da olmaz, tehlikelidir… En iyisi Batılı devletler ortaklaşa Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garantilesinler, reformlara yardımcı olsunlar. Ya da illa müdahale gerekiyorsa hep birlikte konsorsiyum halinde müdahale edilsin… Merak ederseniz Sir Louis Mallet’in raporu, Feroz Ahmad’in kitabında tam metni var.

Vatanımızı İŞGAL edip bütün kalelerini zaptetmediler mi? Bütün tersanelerine girmediler mi?

Ettiler tabii. Dünya savaşı çıkartıp yenilirsen seni de zaptederler. Hoşuna gitmiyorsa elalemin dünya savaşına girme, gireceksen de yenilme.

Ama askeri işgal başka şeydir, ilhak (el koyma, istimlak etme, “bura benimdir” deme) başka şeydir. Adamlar Türkiye ile aynı tarihte Almanya’yı, Avusturya’yı, Macaristan’ı, Bulgaristan’ı da işgal ettiler. Aşağı yukarı aynı mütareke belgesini imzalattırdılar: yenik ülke derhal ordusunu terhis edecek; askeri teçhizat teslim edilecek; düşman esirleri bırakacak; galipler gerekli gördükleri limanları, demiryolu istasyonlarını, stratejik noktaları işgal edecekler. Girdiler, bir-iki sene kaldılar, barış imzalanınca çekip gittiler.

Türkiye’de de 1923’te Lozan antlaşmasına kadar kaldılar, sonra bir damla kan dökülmeden bırakıp gittiler. Türk antlaşmasının aslında 1919 yazında imzalanması planlanmıştı, Batı gazeteleri 1919 baharında öyle yazmıştı. Neden dört yıl gecikti? Bu soruyu sorabilsen, zaten gerisi çorap söküğü gibi gelir, modern Türk tarihini birdenbire ANLAMAYA başlarsın.

İşgalin nedeni EMPERYALİZMİN doymak bilmez iştihası değil miydi? Kaynaklarımızı sömürmeye, kanımızı emmeye gelmediler mi?

Eğer öyle niyetleri varsa hiç belli etmediler. İşgalin ilk altı ayının belgelerini okuyun bakın, yıllar önce vatanmillet tarihçilerinden Bilal Şimşir yayımlamıştı. Adamların sanki tek derdi varmış gibi görünüyor: savaş suçlularının cezalandırılması. Bir de, memleket çapında İttihatçı direniş odaklarının dağıtılması.

Savaş suçlulardan kasıt, bir, ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki önderleri; iki, Ermeni katliamında adı çıkanlar; üç, savaş sırasında sivil halka ve esirlere kötü muamele ettiği ileri sürülen Ali İhsan Sabis Paşa gibi birkaç komutandı. Bildiğiniz Ergenekon tayfası.

Bunlarla uğraşmalarındaki amaç bana çok net görünüyor: Yüz yahut ikiyüz kişiyi şiddetle cezalandır, geri kalanına günah çıkarma şansı tanı, “emir kuluyduk, Türk milleti olarak suçlu değiliz” dedirt. Bir keçi bul, suçu ona yükle. Eskiyi yıka, pakla, siyasette yeni bir sayfa aç. Bunu yapmadan, dünün düşmanıyla dost olamazsın.

1945’te Nürnberg’de ve Japonya’da bu işi daha beceriklice yapacaklardı; 1918’de acemiydiler, olmadı. İşin yürümeyeceği 1919 Mart-Nisan’ında belli oldu. Ondan sonra işgalci güçlerin tavrı yüzseksen derece değişir. Öfke, kin, intikam, hakaret, cezalandırma gibi duygular söylemlerine hakim olur. Mayıs başında Paris’te toplanıp bir dizi karar alırlar. Bir kere Türk barışı belirsiz bir geleceğe ertelenir. Amerika, Türkiye mandasını KABUL ETMEYECEĞİNİ açıklar. Kilikya dedikleri Adana ve Maraş’ın Fransızlar tarafından işgaline yeşil ışık yakılır. Kars, Ardahan ve Batum’da kurulmuş olan geçici Türk hükümetinin lağvı için düğmeye basılır. Yunanlılar İzmir’e çıkartılır.

Soru sormak iyidir. Mesela şu soruyu sorabilirsiniz: 1918 Ekimi ile 1919 Mayısı arasındaki altı ay, bir yandan Türkiye’nin tam bir askeri ve siyasi teslimiyet içinde olduğu, öbür yandan İngiltere’nin henüz ordularını terhis etmediği, dolayısıyla aktif bir müdahale için ideal koşullara sahip olduğu dönemdi. Amaç eğer Türkiye’yi yemek, yutmak, bölmek veya ezmekse, neden altı ay beklediler? Neden o altı ayda hiçbir ciddi düşmanlık belirtisi göstermediler de, iş işten geçtikten, müttefik orduları terhis edildikten, İngiliz maliyesi çöktükten, Avrupa kamuoyu savaş aleyhine döndükten, Türkler yenilgi şokunu atlattıktan SONRA gösterdiler?

Düşman SEVR Antlaşmasıyla yurdu esaret zincirine vururken Kurtuluş Savaşı vermeyip ne yapacaktık?

Atatürk’e göre Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919’da başladı (gerçekte daha o yılın Şubat-Mart’ında başladı, ama burada farketmez). Millici rejim Sivas Kongresi’nin (Ekim 1919) hemen ardından Anadolu’ya hakim oldu, tüm vilayetlere kendi valilerini atadı, bürokrasiyi denetimi altına aldı. Ankara meclisi 23 Nisan 1920’de toplandı.

Sevr Antlaşması 18-24 Nisan 1920’de San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs’ta kamuoyuna açıklandı, 10 Ağustos 1920’de imzalandı.

Demek ki mantıken Kurtuluş Savaşı Sevr’e tepki olamaz. Buna karşılık Sevr belki Kurtuluş Savaşına tepki olabilir.

Kurtuluş Savaşına karşı çıkanlar VATAN HAİNİ gerici yobaz softalar değil miydi?

Güzel ülkemizde vatanmillet deyince akan sular durduğundan, Milli Mücadelecilere kamuoyunda açık açık açık karşı çıkan pek az kişi oldu. Baştan sona açık ve tutarlı bir duruş gösterenler benim bildiğim üç kişidir.

Bir, Rıza Tevfik: Galatasaray mezunu. Modern Türkiye’nin ahlak felsefesi üzerinde ciddi şekilde kafa yormuş ilk ve muhtemelen son düşünürü.

İki, Refik Halit: Galatasaray mezunu. Çağın en dürüst ve duyarlı yazarı, modern Türk edebiyatına “Anadolu’yu” sokan kişi.

Üç, Ali Kemal: Mülkiye mezunu. İstanbul Üniversitesinde edebiyat profesörü. Türk edebiyatında evlilik dışı beraberliği savunan ilk yazar. Gazeteci Hasan Fehmi cinayeti üzerine 1909’da Türk tarihinin ilk üniversite yürüyüşünü örgütleyen kişi. 1920’de üniversitenin tüm fakültelerinin kız öğrencilere açılmasını yasalaştıran Maarif Vekili.

Üçü de resmi dilde “vatan haini” diye geçer.

* * *

Daha ne sorular var bir bilseniz.

Atatürk 1919’da Anadolu’ya çıkmak için neden Karadeniz’de İngiliz işgali altında olan tek liman kenti Samsun’u seçti?

Düşman madem Irak’ı Suriye’yi vesaireyi sömürgeleştirme peşindeydi neden ilk iş bu yerlere yirmi sene içinde bağımsızlık vermeyi taahhüt etti?

Lozan’da Türkiye bilmem kaç yüz bin kişilik ordu besleme hakkını kazanınca daha mı bağımsız oldu daha mı az bağımsız oldu? Bu devasa orduyu teçhiz etmek için 1933 ve 1936’da kime başvurdular?

Amerikan mandasının 1918’de değil de 1946’da kurulması Türkiye için daha mı iyiydi?

Haydn hastası olan Damat Ferid mi daha Batılıydı, meyhane havaları ile pavyon artistlerinden başka müzik bilmeyen bazı millici askerler mi?

İlkokul kitaplarının sınırları dışına çıkınca insanın zihni açılıyor, ufku genişliyor, nefesi ferahlıyor. Deneyin, siz de hoşlanacaksınız.

Trackback URL

  1. 13 Yorum

  2. Yazan:Mehmet Ali Ayvacı Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Asıl sorulması gereken soru,Yunanlıların çekilip gittiği veya denize döküldüğü 9 eylül 1922 ila ingilizlerin Istanbulu terki 6 ekim 1923 arasında nelerin olduğudur.
    Doldurma bir tarih pespektifinden dünyaya bakanların,geleceğe dair hiçbir öngürüsü doğru olamaz.hüsranımızın birinci sebebi budur.

  3. Yazan:Bibliyofil Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Açıkcası, 1945’de işgal edilen Almanya ve Japonya’nın, gelişen sürecin ardından dünyanın en büyük ekonomileri olması bana her zaman garip gelmişti. “ABD, kendisine rakip yaratmak için mi bu ülkeleri işgal etti acaba?” diye düşünmüştüm. Ancak gerek 1945 ile 1919,gerekse de Almanya ve Japonya ile Türkiye arasında bir fark olduğu da aşikar. İki tarih dönemi arasındaki fark yazıda var. İşgal ve ardından bir düzen kurma çabasındaki ustalaşma 30 yılda bayağı bir fark etmiş. Ancak esas fark özneler arasında sanki. Bu noktada bu topraklarda iradi bir çaba olmasaydı, bu toprakların daha özgür olacağını düşünmek bana anlamlı gelmiyor. Savaş mantığı ve hukuku, belki işgalden bir nefret üretmeyi doğru kılmaya bilir. Yani savaşı kazanan işgal eder. Ama o tarihte ve koşullarda, işgal edilenin işgalcinin iyi niyetine sığınması tartışılır bir konu. Sonuçta Almanya’nın 1945 deneyiminden önce, I. dünya savaşı sonrasında yaşadığı bir Versay deneyimi var. Bu deneyimin sonucunun Hitler’e vardığını da görmek gerekir. Bence şansızlığı direnmede değil, direnen kadroda ya da onların peşinden gidenlerde aramak gerekir.

  4. Yazan:özlem Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    “Ama o tarihte ve koşullarda, işgal edilenin işgalcinin iyi niyetine sığınması tartışılır bir konu.”

    Çok doğru, hatta bence mantıksız. Hatta işgalcinin sicilini düşününce akla zarar.
    Kocaman bir imparatorluğun ingilizlerin ya olmuyor kardeşim sen arap topraklarını bırak misaki milli içerisinde sana güçlü sağlam modern bir devlet kuralım sözlerine insanların bunlar ne kadar akıllı mantıklı adamlar hadi el sıkışıp öyle yapalım tarzı bir tepki vermelerini beklemek sanırım gerçekçi değil. Ve sanırım bu düşüncenin mimarı ingilizler dahi bir sonraki adımın ne olacağını da gayet iyi bilirler.

    Hele ki Filistin’in felaketine bakınca …
    neyse buraya uygun bir laf bulamadım idare edin:)

    Tarafsızlık imkansız olduğu kadar saçma da bir iddia ama belki tarihe bakışta biraz tutarlılık aranabilir. O gün için insanlar denize düşen adam misali sarılacak yer aradılar belki. İhtimal ki bu yolda bazı kelleler epeyce kazık yedi. Ama buradan geriye tarihe bakarken böyle bir tercih zorunluluğu duymadan işgalciye de mesafe alınabilir. İşgal etmiş ilhak etmemiş falan gibi yorumlar oldukça zorlama . Ya da işgale direnen adamın Sevri yarattığı mantığı. İstanbul işgal altında kaldığı sıra insanlar sabretmediler diye gol mü yedi şimdi. (ki ben bu işgal esnasında istanbul’da yaşayan anne tarafımın anılarını, ne şartlarda hayatlarını sürdürdüklerini de dinlemiş biriyim.)Kaç işgal kansız direnişsiz sona ermiştir. Ya da böyle sona eren kaç işgal sonrasında bir Hitler doğurmamıştır.

    Bir de adam Konya ovasını bölüp parçalasa ne yazar ki zaten Türk yoğunluğu olmayan toprakların bölünüp parçalanması tabi ki de bölmek sömürgeleştirmektir. Adamlar TC ye girmediler Osmanlı ile savaştılar.

    Ama meselenin özü şu cümle ; “ya dünya savaşına girme ya da girersen de yenilme.”

    Yok yenilmişsen de direnirken kılavuzunu adam gibi seç.)

    Bunun ötesinde yaziyi eleştirmem de bu yazının çok güzel ve zihin açıcı bir yazı olduğu gerçeğini değiştirmez. ben Sevan Nişanyan’ın yazılarını % 90 hayranlıkla ve bana çok şey öğrettiğini düşünerek okur kalan %10 u için ise hır çıkarmayı severim:)

  5. Yazan:eg Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    nişanyan’ın (ve benzerleri)bence “hatası” bulunduğu ülkenin resmi ideolojisini ve tarihini eleştirirken (ki gerçek bir aydın için bu her zaman sorgulanmalıdır) , bu eleştirel tutumu emperyalistler ve batılı devletler için hiç yapmamasıdır. bu yazıda öyle cümleler var ki el insaf nişanyan demesi geliyor insanın! açık söyleyeyim batıya kayıtsız şartsız biçilen bu “iyi niyet” giysisi, sevan nişanyan’ın fikirlerini sadece kemalistlerin tam tersi olan bir antitezi yapıyor; ama doğru bir duruş olduğunu hiç düşünmüyorum.

    yıllar önce gülay göktürk, çanakkale savaşı’na aileler çocuklarını göndermeseydi bu ülkede savaş mavaş olmaz herşey güllük gülstanlık olurdu gibi birşeyler söylemişti. tabii savaş kötü, hepimiz bunu biliyoruz. ama bunda ideolojik olarak kendimizi emanet ettiğimiz kesimin (batı!)dahlini düşünmezsek düştüğümüz nokta “canım ingilizlr sadece savaş suçlularını yargılamak için buraya gelmişlerdi” türü bir garabet olabiliyor. zaten ingilizler filistine de o yüzden girmişlerdi. savaş suçlularını temizlediler!!!! el insaf nişanyan, el insaf!

  6. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    enver bey,

    Aynen katılıyorum. Sevan bey, tarihe sanki İngilizler tarafından bakıyor.
    Bir İngiliz mühendis yemekte bana “Türkiye’nin eskiden hangi ülkenin sömürgesi” olduğunu sormuştu. Bu soruya cevap vermek benim için büyük zevkti. Ve bana bu cevabı verdiren atalarıma şükran duyuyorum elbette.
    Tabi atalarımın savaşma sebebi hürriyetin yanında; İslam’dı, hilafetin, Osmanlı sultanlığının bekasıydı. Ortada feci bir aldatmanın olduğu kesin.

  7. Yazan:denememeler Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Şirince’ye gitmek var, oturmak var bu bilgenin dizinin dibinde, meyve şarabı içip dinlemek var bu üstadı. şirince neree, bura nere. teey.

  8. Yazan:özlem Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Nişanyan’ın o kadar da kayıtsız şartsız iyi niyet biçtiğini zannetmiyorum. Ama görmezden geliyor diye düşünüyorum. Ya da önemsemiyor. ya da başka bir şey.:) Bu yazıyı bir önceki yazı ile beraber okuyunca ya da iki önceki ile de aslında daha farklı bir şeyin izini sürdüğünü söyleyebilirim.

    Tabi durduğu yer bana göre de fazla garbi, bu duruş beni de zaman zaman isyan ettiriyor.
    Kemalizme bakarken bu kadar çakışan düşünce yapılarımız bir başka noktada nasıl bu kadar farklılaşıyor dünyayı nasıl bu kadar farklı kavrıyabiliyoruz şaşırtıcı geliyor.

  9. Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Yazıma Otto von Bismarck ile başlamak isterim bilindiği gibi otto alman birliğini kendi yönetimi döneminde sağlamış ve avrupadaki gç dengelerini alt üst etmiştir.Ancak değinmek istediğim konu bu değil değinmek istediğim konu otto bismarck ın siyaset ve diplomasi anlayışı.Bu aşmış şahıs önce avusturyayla ittifak olup danimarkaya girmiş sonra fransayla ittifak olup avusturyaya girmiş sonra avusturyayla ittifak olup fransaya girmiş ve alman imparatoru dahil herkesi fazlasıyla şaşırtmıştır.Görüldüğü gibi adam jole gibi.Neyse peki bu adam ne yapmıştırda konuyla alakalı hale gelmiştir.Efenim bu adam yendiği hiç bir ülkenin başkentine girmemiştir veya büyük bir toprak parçasını işgal etmemiştir.Buna rağmen fransa kralına tacını giydirmiş, avusturya imparatorluğunun almanya üzerindeki etkisine son vermiş, danimarkayıda baya bi yamultmuş ama yoketmemiştir.Şimdi bu ülkeler bu adama teşekkür mü etsin? Büyük bölümü etmiş, bazı siyasi adamları ottoya napıyon olm düşmanları dost yapıyosun dediğinle düşmanlarımı dost yaparakta onları yoketmiş olurum dermiş.Bu siyasi mantık döneme fazlasıyla damgasını vurmuş ve bütün sömürgeci devletler bi ülkeyi komple kontrol altına almayalım belli bi hareket alanı bırakalım bize bağlı kalsınlar hem daha rahat ederiz. Sonucuna ulaşmışlar. Ancak türkiyenin misaki sınırları dahilinde işgal edilmiceğni sanmak pek te akıl karı değil. Böyle söylemek normal, almanyayada öyle söylemişlerdi rahatınızı bozmucaz hacı girip çıkcaz almanya gene almanya olucak diyerek girdiler adam versay antlaşmasıyla ne hallere geldi. Yani bu tür söylemler işgali kolaylıştırır. Mesela son 200 yılda şöyle diyerek işgal eden bi ülke gördünüzmü girdiğimiz her yerde taş taş üstünde kalmıcak çocuklar açlıktan ölen ailelerin başında ağlama fısratı bile bulamadan madenlere yollanacak, hakkınızda yazılan bütün tarihi kaynakları yaktırıcaz ve evet buna gücümüz yeter ve bundan 300 sene sonra yaşayan nesiller sizin varlığınızdan bile haberdar olmucak nhohahaha die mongols die.Suriye, ırak, iran evet hepsinin özgürlüğü verildi ama kaçı petrol kaynaklarını bpnin shellin ki ikisisde rotshcild ailesiyle bağlantılıdır tekelinden kurtarabildi.İngilizide fransızıda ordan istediğini aldı. Türklere bir yer bıraklıcaktı fakat misaki milli kadar bir yer asla değil, muhtemelen rahatta ediceklerdi ama özgür olucakmıydık o konuda süpheliyim. Bi örnek daha vericem söylentiye göre amazonlar eğer çocuk erkek olursa onun kolunu bacağnı koparır, kırar ve onu yanlızca çiftleşmek için kullanırmış. Erkeğin karnı doyuyomu doyuyo, işlevini yerine getiriyomu getiriyo, ama hiç bi zaman eline bi taş alıpta iktidarı ele geçiremiyo. Tıpkı şimdiki almanya, japonya gibi ve babam üniversiteyi almanyada okumuş gittiğinde halen amerikan kuvvetleri almanyadaymış yer yer zorbalıkta ediyolarmış ama almanlardan pek ses çıkmıyomuş.Yazının birbirinden çok bağımsız bölümlerden oluştuğunun farkındayım fakat anlatmak istediğimi anlattığımı düşünüyorum.Bir birinci dünya savaşına girmeseydik falan diyenler olmuş, girmesen sonuç değişirmiydi, savaştan bile önce ingiliz-italyan, ingiliz-rus, ingiliz-fransız gizli antlaşmaları zaten izmiri,antalyayı,istanbulu,arbistanı paylaşıyo ve biz bu antlaşmaları okulda görüyoruz tarihli falan hatta şimdi defterim kitabım okulda ama bu okutuluyor bize.Eğer bu anlaşmaları hocalar sallamıyosa bi işgal planı çok önceleri varmış.Savaşa girmeyince yırtarız şeklinde bi mantık doğru değil.Bide atatürk neden ingiliz işgalindeki tek limana çıktı direniş samsuna çıktıktan sonra başlıyor gemide değil gemi nereye giderse o gemi nereye bağlı osmanlıya osmanlı nereye bağlı ingiltereye o zaman samsuna gitmesinden daha normal bir şey yok tabi macera olsun deyü gemi kaçırılabilirdi ama o dönemde karadenizdek ingiliz gemisi bilmem kaç ton falan yakalarlar yani.Amerika o dönemde avrupaya göre nispeten daha samimiymiş fakat o dönemde amerikanın gücü şimdiki gibi değil hatta 2.dünya savaşına girmeden önce amerikan ordusu yugoslav ordusundan çokta büyük değil imiş.1. dünya savaşı zamanlarındaysa arjantin seviyelerinde bi ülke imiş amerika ikinci dünya savaşından sonra coştu.Hatta bir japon generali demişki amerikayla ilk altı ay çok iyi savaşırız baya bi yamulturuz ama teksastaki petrol kuyuları ve araba fabrikaları er yada geç bizi yener tarzı bir laf söylemiş.

  10. Yazan:Bibliyofil Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Bir yorum daha yazmak farz oldu gibi;
    Bu yazıdan doğrudan “işgale karşı bir direniş olmasaydı daha iyi olurdu” anlamı çıkarılabilinir mi? Aslında bu anlamın ipuçları var. Ben yazıda, tarihin yaşanan bu evresinden sonra, bu evreye dair oluşturulmak istenen bakış açısına dair bir eleştiri hissettim. Daha doğrusu üretilen ve dayatılan bu bakış açısınından doğan kısır mantığa bir eleştiri var.

    Bunu birkaç noktadan ele alabiliriz; Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya Fransa’yı işgal etti. Fransızlar direndi ve ülkelerinin özgürlüğünü yeniden kazandılar. Ama gelişen süreçte, yaşanan bu zaman diliminden süregen bir nefret oluşturmadılar. Aksine barışa evrilecek kanalları yarattılar. Oysa, savaşın ardından Fransızlar, arkadan gelen nesilde süregen bir işgal korkusu yaratabilir, bir Alman nefreti geliştirip, tüm bu korku ve nefret üzerinden bir toplumsal düzen kurabilirlerdi. Hala toplumun belirli bir kesiminin yaşadığı 1919 sendromunun temelinde, bu süreci kullanarak üretilmek istenen toplumsal yapı yok mu? İlkokuldan itibaren bizlere öğretilen şeyler, yaşanan süreci analiz etmekten çok, bir sendrom örmeye yönelik değil mi?

    Diğer bir noktada şu olabilir; Sayın Nişanyan işgalcilere bir iyi niyet atfediyor mu bilemem. Daha doğrusu bundan emin değilim. Ama işgalcilerin istediklerini yapmak konusunda engelleyen şartların olduğuna değinmeye çalışıyor, ki öyleyse bende benzer bir şekilde düşünüyorum. Kendisi Bolşevik Devriminin etkisinin tahmin edilenden az olduğunu söylüyor. Ben ciddi bir etki olduğunu hala düşünüyorum. Ama elbette tek ve yeterli bir etken değil.

    Mevcut otoriter sistem bize, batının bu coğrafyada istikrarsız ve bölünmüş bir yapı arzuladığını ezberletiyor. Oysa aksine aynen bugünde olduğu gibi,istikrarlı ve batının sistemine entegre olabilecek bir yapı arzuladığına bende inanıyorum. Ancak birbirlerine güvenmeyen ve ortak bir noktada buluşma şansı olmayan işgalci devletlerin bunu başarma şansı olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü bir yanıyla herkesin anlaşacağı ve istikrara giden bir çözüm isteyen devletler, diğer yandan da “acaba diğer ülkeler daha fazla mı pay alıyor*” kaygısı ile attıkları her adımla istikrarı ve ortak çözümü daha fazla zora sokacaklardı. Öylede oldu zaten.

    O noktada, işgalci devletlerin kaale almak zorunda olacağı bir gücün varlığı kaçınılmazdı. O da askeri anlamda belirli başarı gösteren Mustafa Kemal ekibi oldu. O iradenin rüştünü ortaya koymasından sonrada sürece çok fazla müdahil olmadılar zaten.

    Problem, bizim açımızdan bu direniş hareketinde askeri kanadı dengeleyek güçlü bir sivil kanadın olmamasıydı. Böyle olunca savaşta başarı sağlayan askeri kanat, savaş sonrasında gelişen sürecinde tek söz sahibi oldu.

    Sorunumuzun direnmek direnmemek meselesi olduğunu zannetmiyorum. Mesele o süreçten otoriter bir düzen yaratmak için faydalanılmasıdır.

  11. Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Sokaktaki fransızla sokaktaki alman birbirinden ölesiye nefret eder mesel iktisadi çıkarlar.Başlarındaki adamlar olmasa Alman-Frsansız ittifağı mümkün olmazdı. Bizde savaştan hemen sonra yunanistanla balkan paktını imzaladık sınır kapılarını açtık şimdi biz yunanlarla savaştan hemen sonra kankamı olduk?

  12. Yazan:Ali Duman Tarih: Nis 15, 2009 | Reply

    Yazının esas konusu, resmi ideolojinin okullarda öğretiklerinin hakikatla ne denli çeliştiğine ilişkindir. Zira çelişkiler sadece bunlarla sınırlı değildir ve başka çok önemli çelişkilerde mevcuttur.

    Ankara hükümetinin kurtuluş savaşı dönemine ait dış politikasının iyi incelenmesi halinde müttefik SSCB’ye ihanet, düşman İngiltere ile işbirliğine yönelik stratejik manevralara ihtiyaç duyulduğu ve uygulandığını görmemiz mümkündür. Taktiksel amaçlı olan ancak en nihayetinde müttefik olduğumuz SSCB’ye karşı iki yüzlülüğü de içinde barındıran bu konular şunlardır.

    1. Bizzat Atatürk tarafından yurda davet edilen TKP lideri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının; Kapitalist İngiltere’nin gözüne girmek maksadıyla katledilmeleri,
    2. Anadolu’da bir komünist avı başlatılarak, tüm komünistlerin tasfiye edilmeleri,
    3. İngiltere’nin gözüne girmeyi kafasına koyan Ankara Hükümetinin, SSCB toprağı olan “Batum”u işgal etmesi.
    4. Ankara Hükümeti bu uygulamalar ile İngiltere’nin gözüne girmiş ve amaçlamış olduğu -İstanbul Hükümetinin de çağrıldığı- Londra Konferansına davet edilmiştir.
    5. Londra Konferansına davet edilen Ankara Hükümetinin baş temsilcisi Bekir Sıtkı Bey, İngiltere’nin gözüne girmeyi garantilemek adına en nihayet; Londra’da çıkan gazetelerinin manşetlerine çıkacak şekilde “Misaki Milli sınırlarımızı tanıyın, dilerseniz SSCB’ye savaş açarız” resmi beyanatlarını vermiştir.

    bu beyantların ne anlama geldiğini Atatürk’e soran SSCB’ye bizzat Atatürk tarafından “benim görüşlerim değil, kendi şahsi fikirleridir” şeklinde taktik içeren bir cevap verilmiş, bunun üzerine SSCB Dış İşleri Bakanı Çiçeron, “barış antlaşmasına sadık kalacağız, ancak sizinle dost olmayacağız” yanıtı vermiştir. Lenin ise Atatürk’e hitaben “Bolşevik olmadığınızı biliyoruz, size yardım etmemiz için Bolşevik olmanıza gerek yok, yardımlarımıza devam edeceğiz” demiştir.

    “Batum’un işgali”, “SSCB’ye savaş açma” vurgusu, olağanüstü yardımlarıyla bu yönde en etkili tek müttefikimiz olan SSCB’ye ihanet değil midir? müttefikimize karşı düşmana işbirliği teklif etmek değildir midir?

    henüz bu konular tartışılmadı ve tartışılmayı bekliyor, elbette sıra bu konulara da gelecektir.

  13. Yazan:Hakkı Bentek Tarih: Nis 16, 2009 | Reply

    Ali Duman yorumunda bu sefer ilginç konulara parmak basmış. Tebrik ederim. Gerçekten de Türkiye resmi tarihinde Rusya ile olan ilişkiler konusunda bazı eksiklikler var.
    Mesela Taksim anıtında 2 Rus generali var. Rusya’nın bize kurtuluş savaşında yardımcı olduğu söyleniyor. Peki sonra ne oldu da, biz Rusya yerine işgalciler ile yakınlaştık ?
    Öte yandan açıkçası Sayın Nişanyan’ın düşmanların iyi niyeti ile ilgili yaklaşımına katılmıyorum.

    Sayın Nişanyan’ın bu görüşünde umarım Ermenistan’ın üzerinde hak iddia ettiği bazı topraklarımızın, Misakı Milli sınırları içinde olmasının etkisi yoktur !

  14. Yazan:nazli Tarih: Kas 1, 2009 | Reply

    Cok hos bir fikir alisverisi olmus, tebrikler. 20. yuzyilin basinda ulus devletler kuruldu, ulusalcilik konsepti vardi, simdi kuresellesme konsepti icinde farkliliklar etnisiteler destekleniyor. Tarihten ders alma diye bir becerimiz varsa, bu sfer savasmaya hic gerek yok, torunlarimiza da kahraman askerlerimizi degil, soft ve hard sanayimizi anlatsak ne guzel olurdu.
    Ergenekon davasi desteklenmeli ve savas konsepti terk edilmeli, acilen…..

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin