Başbuğ’a “siyasi” ve “akademik” bir cevap
By Alinti Yazar on Nis 15, 2009 in Adalet, Askerlik, darbe, Demokrasi, Derin Devlet, Devlet, Militarizm, Özgürlükler, Ulusalcılık
Orgeneral Başbuğ’un Harp Akademileri’nde yaptığı, ama dokuz kanaldan canlı yayınına izin vermekle bütün Türkiye’ye seslenmeyi hedeflediği iki saatlik konuşmasını, esas olarak “sivil-asker ilişkileri” konusundaki “akademik” tezi üzerinden eleştirmek istiyorum.
Bu eleştiriyi, aşağıda “Neden Huntington değil” başlıklı beşinci maddede bulacaksınız.
Ama önce nispeten yumuşak tonuna, içerdiği “demokrasi” kelimelerine ve geçmişteki konuşmalarına kıyasla “tehditkâr olmayan” bir üslup taşımasına rağmen, Başbuğ’un konuşmasını neden esas itibariyle olumsuz bulduğumu dört “siyasi” başlıkta kısaca anlatmaya çalışayım.
1) NEDEN “DEMOKRATİK” DEĞİL
Lafı dolandırmaya gerek yok: Başbuğ’un dünkü konuşması, asker-sivil ilişkilerini demokratik bir çerçevede yürüten herhangi bir ülkede yapılması imkânsız bir konuşmadır.
Demokrasi, üzerinde üniforma, omzunda yıldızlar, emrinde yüz binlerce asker ve tonlarca ağır silah olan bir subayın, askerliğin çok net çizilmiş sınırları dışındaki hiçbir konuda kamuoyuna yönelik konuşmalar yapmasına izin verilmeyen bir rejimin adıdır.
Bir demokraside, genelkurmay başkanı çıkıp Anayasa’nın nasıl değiştirilip nasıl değiştirilemeyeceği, muhtemel bir “af” düzenlemesinin sınırlarının nasıl çizileceği, vatandaşlık tanımının ve sorumluluklarının nasıl anlaşılması gerektiği ya da dinin toplumsal hayattaki yerinin ne olması gerektiği konusunda görüş açıklayamaz.
Buna imkân veren bir düzen, demokrasi değil, olsa olsa “askerî vesayet rejimi”dir.
Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, kendisini dinlemeye bazı demokrat yazarları davet etmiş olması da, demokrasiye sahip çıkan cümleleri de, “terörist” dediği insanların “insan” olduğunu teslim etmesi de, Mustafa Kemal’in “Türkiye halkı” ifadesini tekrarlaması da olumlu ama bu temel gerçeği değiştirmeyen ayrıntılardır.
Başbuğ’un konuşması “demokrat” bir konuşma değil, olsa olsa “ılımlı” bir vesayet konuşmasıdır.
2) NEDEN “ÇAĞDAŞ” DEĞİL
Başbuğ’un çağdaşlık ve çağdaş uygarlık kavramlarını çok sevdiğinden kuşkum yok.
Genelkurmay Başkanı, muhtemelen yaptığı konuşmanın da “çağdaş” olduğunu, “çağdaş” mesajlar verdiğini düşünüyor.
Ancak siyasi tezlerine ve toplumsal algısına sadece “modernite”yi referans alan bir konuşmanın 2009 yılında artık “çağdaş” sayılabilmesi mümkün değil.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Koşaner’in geçen yıl görevi devralırken yaptığı konuşmadan anladığım kadarıyla, “postmodern” kavramını düşman ilan etmiş olan askeriyemize, bugün artık postmodern bile değil, post-postmodern bir dünyada yaşadığımızı hatırlatmak gerekiyor.
Modernite, onaltıncı yüzyıldan yirminci yüzyılın başına kadar uzanan ve bugün en az yetmiş yıl geride kalmış bir siyasi-felsefi-entelektüel dünyayı tanımlar.
Modernitenin, başta “ulus-devlet” yapısı olmak üzere, Başbuğ’un konuşmasında ısrarla savunduğu birçok entelektüel ve siyasi tezahürü, bugün artık “çağdışı” olmuştur ya da olma yolundadır.
Avrupa Birliği gibi, egemenliğin devrine ve ulus-devlet işleyişinin büyük ölçüde son bulmasına yönelik bir kurumun tam üyesi olmak için çalışan bir ülkenin genelkurmay başkanının çıkıp ulus-devleti her vatandaşın savunması gerektiğini söylemesi, çağından da, çağının ürünü olan Avrupa Birliği’nden de ne denli uzak düştüğünün hüzünlü bir kanıtı olabilir ancak.
3) NEDEN “BİLİMSEL” DEĞİL
Bir konuşmanın, bir metnin “bilimsel” olup olmadığı, bilim adamlarından alıntılar içerip içermediğiyle belirlenmez.
Bilimselliğin ölçütü yöntemdir.
Bu bakışla, Başbuğ’un konuşması, içerdiği bütün o Weber, Montesquieu alıntılarına rağmen, dün onu dinleyen gazetecilerden bir bölümünün mikrofonlara söylediğinin aksine hiç de “bilimsel” değildi.
Çeşitli konularda tarihî ve siyasi analizler yapıp tezler ortaya koyan Genelkurmay Başkanı, Türkiye’nin bugününü ve geçmişini bilimsellikten uzak bir bakışla irdeledi.
Aynı zamanda bir iktisat profesörü olan yazar Mehmet Altan’ın konuşmanın ardından söylediği gibi, Başbuğ’un, Kürt meselesinden dindarlık meselesine, her türlü konuyu sadece siyasi bir bakışla, belirleyici nitelikteki sosyo-ekonomik olguları hiç ama hiç görmeden anlayıp açıklaması bilimsel bakış açısından ne denli uzak olduğunu gösterdi.
Nitekim, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı verdiği Kemalizm’i, “Ne yapılacağını anlatan bir ideoloji değildir. Akla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür” diye tanımlaması Başbuğ’un çağdaşlık kadar bilimle ilişkisinin sınırlarını da çizdi.
4) NEDEN “TUTARLI” DEĞİL
Avrupa Birliği yolundaki bir ülkenin ilelebet “ulus-devlet” kalacağı hayalini içermesinden Türk ordusunun bu topraklardaki uygulamalarını, ABD ordusunun Irak ve Afganistan işgali sırasındaki uygulamalarıyla kıyaslamasına kadar, Başbuğ’un konuşmasında birçok mantıksal tutarsızlık vardı.
Generalin, Kürt meselesini 1984’te ortaya çıkmış gibi göstermesini ise konuşmasının tarihsel tutarsızlıklarına örnek verebiliriz.
Ya da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ayrımcı bir kadro politikasına sahip olmadığını söyleyen ve gayrımüslimlerin de milletvekili olabilmesi gereğinden dem vuran Genelkurmay Başkanı’na, “Niye o zaman Rum, Ermeni generaliniz yok? Niye o zaman dindar subayları tasfiye ediyorsunuz?” deyip sözleriyle uygulamaları arasındaki tutarsızlığa işaret edebiliriz.
Ama bence Başbuğ’un en büyük tutarsızlığı, bir yandan Samuel Huntington’ın sivil-asker ilişkileri yaklaşımını benimsediğini söylerken, bir yandan da bu yaklaşıma taban tabana aykırı davranması, askerin söz hakkını askerî konularla sınırlayan Huntington’a ihanet etmesiydi.
5) NEDEN “HUNTINGTON” DEĞİL
Öte yandan, Başbuğ’un demokratlıkla ve çağdaşlıkla uyuşmayan ana mesajlarından biri de Huntington’ın tezini sahiplenmesiydi.
Zira Huntington’ın bundan yarım asır önce yayımladığı Asker ve Devlet kitabı, sivil-asker ilişkileri üzerine çalışanlar için bir klasik olsa bile, bugün artık demokratik teoride benimsenmeyen temel yaklaşımlar içeriyor.
Huntington, bu kitapta, sivil-asker ilişkilerinin özünde bir çelişki barındırdığını reddeder. Sıkıntıyı, sivillerin askerleri denetleme yöntemlerinin yetersizliğinde görür. Bunu gidermek için de “objektif kontrol” dediği mekanizmayı önerir.
Mekanizmanın, Huntington’ın kafasındaki ideale uygun işlemesi, ordunun azamî profesyonelliğini gerektirir. Huntington’a göre, profesyonelliğin ölçütü, “sivillere tâbi” olmayı kabullenmektir. Ordu üzerindeki “objektif kontrolün” başarısını ise, sınırları iyi çizilmiş bir “işbölümü” garantiler.
Basitleştirirsek, sivil sivilliğini, asker askerliğini bilir.
Asker, sivilden gelen emirlere her zaman uyar, ama sivil de askere, askerî konularda özerklik sağlar; mesela, bir askerî harekâtın kaç askerle yapılacağı konusunda, askere emir vermez.
Başbuğ, dünkü konuşmasının başında işte Asker ve Devlet’teki bu temel tezlere sahip çıktı.
Oysa bu tezler, elli yılda birçok teorisyen tarafından delik deşik edildi.
Gene Lyons’ın 1960’larda Huntington’a karşı geliştirdiği “Ordu, tam anlamıyla profesyonel davranamayacak kadar siyasileşmiş, siviller ise, sonucu stratejik olan askerî kararları alabilecek kadar profesyonelleşmiştir” kabulü bugün demokratik ülkelerde revaçta.
Lyons’ın kabulünün temelinde, Huntington’ın önerdiği türden bir “özerkliğin” orduya asla tanınamayacağı, zira bunun, sivil iradeyi zayıflatacağı görüşü var.
Nitekim, “askerin tavsiyesini almak” ile “askeri, kendi alanında özerk bırakmak” arasındaki fark çok büyük ve Huntington’ın tersine, demokratik teori, bunlardan birincisinin “gerekli ve yeterli,” ikincisinin “sakıncalı” olduğunu savunuyor.
Ama öyle anlıyorum ki, Lyons’ın günümüz NATO ordularınca benimsenen bu demokratik yaklaşımı Başbuğ’a hitap etmiyor.
Genelkurmay Başkanı, Huntington’ın Batı’da artık sadece bir “klasik” olarak değer taşıyan ve sivil-asker ilişkilerinde belirleyici olma özelliğini çoktan yitiren tezlerini yeğliyor.
Yazık, çok yazık.
8 Yorum
Yazan:Mehmet Tarih: Nis 16, 2009 | Reply
***1_Neden demokratik değil
Demokrasi ha deyince olacak bişey değildir.İçinde bulunduğumuz ne olduğu belirsiz rejim-sistemde başbuğun konuşması ancak demokrasi yolunda bir adım olarak nitelendirilmelidir.(Demokratik değil tanımı ya kökten yanlıştır ya da kastettiğiniz durumu anlatmaktan çok uzaktır)
****2_Ulus devlet’i savunmak ???? ortalama bir kültür ve zeka seviyesindeki herkes ulus devlet yapısının çoktan modasının geçtiğini kavrayabilecek durumdadır. Gerekeni gayet açık bir şekilde yazmışsınız. Teşekkürler.
Yazan:mehmet Tarih: Nis 16, 2009 | Reply
***Sorunları çözmenin ilk adımı önce sorunun varlığını kabul etmektir. Malesef hala ”inkar politikası” nı çözüm metodu olarak görenler var.(İyiniyetime binaen alışkanlık diyorum)
***tarihsel gerçeklikleri inkar et, kürt sorununu inkar et, din-laiklik sorununu inkar et, rejim sorununu inkar et(demokratikmiyiz?), vsvsvsvsvsvsvsvs
***bravehearttan aklımda kalan bir cümle”gerçek insanı özgürleştirir”. Gerçeklerin inkarının politika olduğu bir yerde özgürlükten dolayısıyla demokrasiden bahsedilemez.Ancak kendinizi yalnızca ve yalnızca kendinizi kandırmaya devam edersiniz.
***NE ALAKA demeyin. Gerçeğin kabulü ilk adımdır her sorunun çözümü için.
***Rasim beyin yazısına ne diyeyim.Okuduğum her yazısının altına tereddütsüz atarım imzamı.Fazlası var eksiği yok zaten….saygılar
Yazan:mehmet Tarih: Nis 16, 2009 | Reply
edit: ***Sorunları çözmenin ilk adımı…….
hataen bu yazı altına gönderilmiştir.Doğru yere tekrar yazdım. Kirlilik olmasın.Mümkünse kaldırınız…..
Yazan:Mustafa Akbas Tarih: Nis 16, 2009 | Reply
Sayısız halkina karşı darbe yapmış, hatta hür iradenin seçtigi Türkiyenin Başbakanını asmiş bir kurumun başı çikip demokrasiden bahsetmesi çok vahim bir olay. Bence Başbuğ samimiyse önce darbe sevdalisı Kemalistleri Ordudan derhal uzaklaştırsın.Yapamaz çünkü gücü yetmez.
Yazan:Ali Duman Tarih: Nis 16, 2009 | Reply
paşa diyor ki Atatürk “Türkiye halkı” dedi, buna “Türk halkı” denmiş olsa tüm cümle düşer” diye buyuruyor.
Günaydın paşam, Atatürk’ün “Türkiye halkı” dediğini 75 yıl sonra mı hatırladınız, bunu hatırlamanız için 30 yıl savaşmak 30 bin şehit vermek mi gerekiyordu?
75 yılda bir arpa boyu yol gitmek, özgürlük ve demokrasi yolunda kayayı ancak 1 mm oynatabilmek buna denir ancak.
1 mm daha oynatabilmek için umarım bir 75 yıl daha beklemeyiz sayın paşam.
açın bu milletin önünü artık paşam, tren kaçıyor, sonra çok geç kalmış olacağız, bırakın çürümüş ve miadını doldurmuş moderniteyi, 1963 yılında AB için imza atarken düşünmek gerekiyordu ulus-devletçiliği, ayak direyerek AB’nin bizi almamasını beklemek siyaset değil ve bunun bir açıklaması yok.
Yazan:Mustafa Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
Sayin saygideger Yasemin Congar hanimefendi,
1.Basbugun konusmasi anti-demokratikligi bati demekoratik devletlerindeki böyle konusmalarin yapilmadigina dayandiramazsiniz. Alman savunma bakani böyle konusma yapsa olagandisi olur tartisilir ama mutlak sekilde anti-demokrat bir tavir olmaz. Cünkü söylenenler “fikir” babindadir. Evet mümkündür konusmasi devletimizin yeni cercevesi nasil olmali onu kasd edebilir. Ama illa böyle yorum olmalimi? Baska sekilde okumak gayr-i mümkünmü?
Genel kurmay baskaninin böyle devlet felsefesi hakkinda konusmasi görevi degildir. Ama her görev disi hareketde mutlaka anti-demokratik degildir. Basbug millete seslenis yapmadi. Belirli sekilde adet olan askeri cati altinda ve sivil dünyadan bircok davetlilerinde katildigi bir konferanstir. Fikirlerini belirtiyor. Baska birsey degil. Böyle okumakta mümkün olmali.
2.Avrupa Birligi ulus-devleti kaldirmayacak. AB tek bir devlet olacak diye birsey yoktur. Avrupa Devletler Birligidir. Aslinda menfaat isbirligidir. Tek devlet falan bunlar utopiktir. Tarihte öyle sey olmamistir. HUkuki olaraktasiyasi olarakta kesin öyle hedefte yoktur.
3.Bilimsel olma iddiasi varmiydi Basbugun?
4.Tutarli olub olmadigini bir takim ifadelerde ve kelimelerde kesin olarak ne anlatmak istedigi bilince hüküm verilir. Manaya bakilir harflere ve kelimelere takilmamak lazim.
Tutarsiz gözükmek ve tutarsiz olmak esit degildir her zaman.
5.Huntingtona baglanti kurmus olsa bile Basbugu Huntingtoncu yapmak veya daha yeni olusumlari degerlendirmedigi manasina cekmek olurmu acaba?
Yazilarinizi ilgi ile okuyan bir nevi “fan” olan bir okuyucunuz.
Yazan:ender güçlü Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
Yandaş medya bundan önceki GKB klasik açıklamalarına, önceden yazdığı tepkileri hep beraber verip kurtuluyordu. Beklemediği bu tarz karşısında ahenk bozuldu, herbiri şaşkınlık içinde başka başka konuşmaya başladı. 2 gündür ekranlarda, gazetelerde tam bir komedi var keyifle izliyorum.GKB gerçek anlamda ezberi bozdu Kendisine teşekkür ediyorum.Bu tarz tabanda da çok tutacak.
Yazan:schoolmaster Tarih: Ağu 31, 2010 | Reply
DENETİMSİZ GÜÇ, GÜÇ DEĞİLDİR!
Topluluklar, toplumlar ve uluslar sürekli gelişme içerisindedirler. İnsan toplumları da adeta biyolojik varlıklar gibi sürekli bir değişim, dönüşüm ve gelişim sürecini izlerler. İnsanların nasıl ki bir çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemleri olur, insanların oluşturduğu toplumlar da sürekli bir gelişim ve dönüşüm süreci içerisinde bulunurlar. Bu gelişme ve dönüşme süreci toplumlarda yönetim açısından da olur.
Tarih boyunca yönetim biçimleri sürekli değişim içerisinde bulunmuştur. Krallık, imparatorluk, monarşiler, meşruti monarşiler, tek partili demokrasiler ve sonunda insanlık çoğulcu demokrasi yönetimlerine kavuşmuştur. Yönetim biçimleri kendiliğinden değişmezler. Toplumların entellektüel düzeyi yükseldikçe toplumda yeni düşünce yapıları ortaya çıkar. Bunlar toplumda tartışılır ve halk bu düşünşeleri benimserse yönetimde bulunan yetkin ve yetkili insanlar bu yeni düşünce yapılarına isteyerek veya istemeyerek uymak zorunda kalırlar.
Bu değişimler tarih boyunca sürekli olmuştur. Toplumdaki sorunlar insanlar içerisinde huzursuzluk ve memnuniyetsizlik ortaya çıkarır. Toplumları ve yöneticilerini arayış içerisine sokar. Değişim ve dönüşüm adeta bir doğum olayı gibidir. Yeni düşünceler ve kanatler toplumu adeta hamile bir kadını kıvır kıvır kıvrandırdığı ibi rahatsız eder. Hiç bir doğum ağrısız ve sancısız olmaz. Toplumlardaki bireyler de yanlış giden birşeylerin etkisiyle adeta yeni düşünce ve kanaatler ortaya koyarlar ve sorunlara çözümler bulmaya çalışırlar. Yeni düşünce ve kanaat önderlerinin de ortaya koyduğu değişik yöntemler her zaman tepedeki yöneticilerin rahatını ve huzurunu kaçırır. Onları günlerce uykusuz bırakır. Ayaklarının altından zeminin kaydığını gördükçe paniğe kapılırlar.
Cumhuriyet ve demokrasiler de gün geçtikçe değişmekte, dönüşmekte ve evrilmektedir. Çağımızda artık insanlığa tek partili demokrasiler de yetersiz kalmaya başladı. İnsanlar demokrasi adı altında bir avuç azınlık ve toplum katmanları tarafından yönetildiklerini farkettiler. Çoğulcu demokrasilere geçmeye başladık. Yasama-yürütme-yargıdan oluşan kuvvetler ayrılığı ortaya çıktı. Kuvvetlerin yetki alanları ve sınırları vardır. Modern demokrasilerde son yetki, mutlak yetki seçilmişlerin elinde bulunur. Atanmışlar memurdur seçilmişler amirdir gerçek demokrasilerde. Ama körpe demokrasilerde gerçekler böyle olmadı sık sık atanmışlar seçilmişleri yönetmeye kalkıştılar. Kuvvetler ayrılığı kuvvetler ayrıcalığına dönüşmeye başladı. Kimi kuvvetler tek başlarına demokrasinin koruma ve kollama görevini üzerlerine aldılar. Kurucu güç biziz dediler.
Güç ve kuvvet bazı ayrıcalıklı kesimlere her şeyi yapabileceği his ve duygusunu verir. Zorba güç karşısında zayıfların, halkın, silahsızların ellerinden çok bir şey gelmez. Bu yüzden güç ve kuvvetlerin sınırlandırılması için önce yasallık, sonra halkın yetkisinin göz önünde bulundurulduğu, önemsendiği ”Halk Yönetimleri” kurulmuştur. Çoğunluğa karşı azınlığın ezilmesini engelleyen, temel hak ve özgürlüklerin güvencesini veren çoğulcu demokrasiler ortaya çıkmıştır geçen yüzyılda. Demokrasinin evrimi, gelişmesi; bireyi, kitleleri, silahsızları; güçlüler, silahlılar, ordular, zora dayanan yönetimler karşısında koruma yönüne girmiştir. Denetimsiz güç, güç değildir. Denetimsiz güç her an zorbalığa dönüşmeye hazırdır. Nasıl bir arabanın motoru varsa, depriyaz ve fireni de vardır. Arabanın yalnızca gaz pedalı olmaz. Sürekli gaza basamazsınız. Arabanın sürücüsü gerektiği yerde gaz, gerektiği yerde depriyaj ve firen pedallarını kullanır. Fireni boşalan bir kamyon adeta tarfik canavarı olur yollarda. Onun için Kamyonun motoru depriyajsız, firensiz ama sürücüsüz hiç mi hiç olamaz.
Kuvvetler ayrılığı sisteminde tam olarak biri birinden ayırmak çok zordur ve olanağı da yoktur. Hep iç içedirler bu güç ve kuvvetler ama, demokrasilerde temel ve vazgeçilemez olan ulusun iradesidir. Ulusal parlamentolar sembolik olarak ulusu temsil ederler. Bütün güç ve kuvvetleri parlemento ulus adına denetler. Atatürk’ün “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün muhatabı TBMM’dir. Yargı ve silahlı kuvvetler kendinden ortaya çıkan ayrıcalıklı bir yetki bulup parlementoya rağmen ulusu yönetemezler. Bu ülke artık bu çağda silahların ve cübbelerin gölgesinde yönetilemez. Artık entellektüel düzeyi yükselmiş halk, yığın ve kitle olmaktan çıkmıştır. Militarizm ve juristokrasi yönetimlerini halk benimsemez ve yaşamalarına izin vermezler.
Darbeler yapan, ulusu bir hizaya sokan ve bunları yapabilmek için eylem planları hazırlayan, hükümetler yıkıp hükümetler kuran, başbakanlara beyaz kefenler giydirip ipe götüren, bağımsız olması gereken yargıyı denetim altına alan, her türlü gizli emelleri için özel kuvvetlere sahip olan, hukuku, politikayı, ulusu yönlendiren bir güç kesinlikle kendisini sınırlandıracak ve durduracak düzenlemeler istemez. Ama, darbe kokularını temizleyip korkularını atmak istiyorsak bu gücü sınırlandırmamız ve dengelememiz gerekiyor. Bütün çağdaş batı toplumlarında olduğu gibi devlet aracının fren ve direksiyonuna geçecek parlementoya bu yönetim ve denetim yetkisini vermek gerek. Kontrolsüz ve denetimsiz güç, güç değildir. Atanmışlar her zaman seçilmişlere boyun eğmek be bağlılıklarını açıklamak zorundadırlar gerçek çoğulcu demokrasilerde.
Artık 21. Yüzyılda bir avuç azınlıkların yönetimde olduğu oligarşik, militarist ve juristokratik yönetimlerle yönetilmiyoruz. Yönetimimiz kırallık veya askeri dikta değildir. Demokrasilerde herkes hukuk önünde eşittir ve herkes görevleriyle ilgili hesap verir. Suç işlediğinde de ben ayrıcalıklıyım, ben paşayım deyip hakim önüne çıkmamazlık edemez gerçek demokrasilerde. ‘’Gerçek Demokrasilerde’’ bir er ile bir paşa insan olarak hukuk önünde eşittir. Ben paşayım, mahkemeler de ne oluyor diyemez.
Siyasiler seçilmişlerdir, asıl ulusa karşı sorumlular onlardır. Generaller ise atanmışlardır. Onlara görev verilir, onlar da görevlerini yaparlar. Gerçek demokrasilerde hiç bir zaman askerler yönetici değillerdir. Görev tanımlamalarında hangi görev ve sorumlulukları varsa onları yaparlar. Hiç bir zaman siyasilerin yerine geçip ulusu yöneltmeye kalkışmazlar. Hele hele postallarını çekip, tankları sokağa döküp ulusun seçtiklerini ipe çekemezler. Gerçek demokrasilerde siyasiler beğenmedikleri genarallerin yaş kararlarında emekliliklerini isteyebilirler. Demokrasi budur. Gerçek demokrasilerde hiç bir zaman atanmışlar seçilmişleri yönetemezler.
Ordunun sorgulanmazlığı ve denetimsizliği onu yıpratır ve köhneleştirir; dinamik ve kendini çağdaş düşünceler ışığında yenileyemez. Teamüller yasaların üstünde olamaz. Hukuk devletinde yasalar konuşur, teamüller değil. Bu güne kadar palet gıcırtılarından ve silah şakırtılarından sinip seslerini çıkaramadılarsa, bu gün de öyle olacak değildir. Kefen gibi beyaz gömleğini giymiş , Ali Menderes örneğinde olduğu gibi koca yürekli seçilmişler ve sivilleşmenin ve demokratikleşmenin bilincine erişmiş bir kitle karşısında silahlarına dayanan bir güç ne kadar zorlayabilir ki? Yeltsin gibi tankların üstüne çıkıp çiçek dağıtacak Hasan Celal’ler gibi sivilleri üretir bu toplum. Artık silah zoruyla sivillerin sesinin kısıldığı dönemler çok gerilerde kalmıştır. Kefen gibi beyaz gömleğini giyen yürekli yiğit seçilmişlerimizle demokrasi coşacak ve zirveye ulaşacaktır.
Şehitlik gibi yüce bir kavramın arkasına sığınıp hiç bir otorite ve yetkili yaptıkları hata ve gerçekten varsa ihanetlerini ört bas edemezler. Hiç bir kimse, hiç bir paşa Ordunun şerefli adının arkasına sığınıp hesap vermemezlik zırhına bürünemez. Eğer gerçekten HERONlar terörisleri tesbit ettiği halde önlem almadıysa, gerçek demokrasilerde siviller bu paşaların yakasına sarılıp olan bitenlerin hesabını sorar. İnsan denen şey, bir eşya gibi keyfi ve hoyratça kullanılacak bir malzeme değildir. Eğitim zayiatı ve çatışmada şehit oldu deyip sorumluluklarınızdan kaçamazsınız. Eğer burada bir hatanız varsa adil mahkemeler önünde sivil veya askerler hesabını vermelisiniz. Gerçek demokrasilerde hukukun üstünlüğü budur. Biz artık güçlülerin üstünlüğünü değil, hukukun üstünlüğünü istiyoruz. Denetimsiz güç, felakettir.
Askerler gerçek domokratik bir ülkede asker olmayı içseleştirmeli ve sivillerin kararkarını içlerine sindirebilmelidirler. Artık Ali Menderes dönemleri çoook gerilerde kalmıştır. Bir Apo’yu bile asamıyorsunuz. Başbakanı hiç asamazsınız! Bunu yapmaya kalkanlar, hangi yüzle çağdaş ve demokratik dünyaya utanmadan bakabilecektir?
Sivillerin kararlarını içselleştirin ve sivil yönetime boyun eğin gerçek demokratik yönetimlerde olduğu gibi… Denetimsiz güç felaket getirir!!!…