RSS Feed for This Post

Taş Atan “Çocukların“ Hikayesi (2)

 

Her hikaye güzel değildir. Yazdığın an unutmak istediğin hikayeler vardır. Her zaman güneş, deniz ve umut kokmaz hikayeler. Bazen de bir üvey anne masalı gibi uykularını kaçırır okuyanın. Bir şeyler düğümler okuyan insanın boğazına. 

 Hep mutlu sonları severiz bizler. Bizim hikayelerimizdeki çocuk çok üzüntü çekse de, itelenip kakalansa da mutlaka mutlu sona ulaşmalıdır. Nice görüntüleri ıskalarız da hayatın içerisinde bir Sezercik gülümseyişine tav oluveririz.  

 Taş atan “çocukların” hikayesi bu ülke insanının bilinçli ıskaladığı, sevilmeyen nice hikayeden biri. Ben bile sevemedim bu hikayeyi. Taş atan “çocuklar” yazısını yazdığım gün içimde bu çocukların her nedense bir Yeşilçam filmindeki gibi mutlu sona kavuşacağına, benim de bu konuyu kapatacağıma dair bir ümit vardı. Nasıl olsa Hebun, Salih ve ismini bilmediğim diğer 800 kadar çocuk ilk duruşmalarında serbest bırakılacak ve bu konu da kapanacaktı… Öyle olmadı. Elbette onların davalarında tahliyeler de yaşandı bolca. Ama pek çoğu bugünlerde TMK(Terörle Mücadele Kanunu) dan yargılanarak üç yıl, beş yıl, yedi buçuk yıl ceza almaya başladılar.   

      Sevilmeyen bir hikaye bir de uzadı mı insan ne yazacağını da bilemez oluyor. Sahi ne yazmalı. Onların çocuk olduğundan mı bahsetmeli öncelikle. Çocukların büyükler tarafından

çoktan unutulmuş, her birinin birer kahraman, birer dik başlı efe olduğu kırılgan dünyalarını mı anlatmalı cübbeli amcalara. Acaba kanun yapıcılara mı sataşmalı. Taş atan bir çocuk da en nihayetinde çocuktur. Aynı hırsızlık yapan, gasp suçuna karışan hatta adam öldüren çocuk gibi çocuk suçları kapsamında yargılanmayı, yaşının gereği olarak maksimum koruma ve kollanmayı hak eder. Nasıl ki hırsızlık yapan bir çocuğu yaşı itibari ile diğer büyüklerle aynı muameleye tabi tutamazsak, bütün dünyada onu suça iten şartlar ve gelişimi göz önünde bulundurularak çocuk mahkemelerinde yargılanırsa, suçun soruşturma aşamasından gönderildiği ıslahevine, cezasındaki indirime kadar en çok çocuk lehine olan şartlar gözetilirse taş attığı söylenen çocukta bir çocuktur ve terör ile mücadele kanunu kapsamına sokularak ağır ceza mahkemelerinde yargılanması bir skandaldır. Üstelik bu skandal sistemli olarak bu ülkenin bir gerçeği haline gelmiştir. Bırakın 12 Eylül yıllarında darbe koşulları altında işkencehanelerden geçen, bir duvara slogan yazdı diye yıllarca hapis yatmış yüzlerce 18 yaş altı çocuğu, daha 28 Şubat günlerinde lisede okurken katıldığı başörtüsü eylemlerinde tutuklanıp idamla yargılanan Saatçioğlu ailesinden üç kız kardeşi, hali hazırda 800 çocuk TMK kapsamında yargılanmakta ancak garabet diye nitelenebilecek çifte standartlara tabi olmaktadır bugün mü demeli. 

      (Yer Diyarbakır: 15 yaşında bir çocuk 13 yaşında bir çocuğu gasp ederek öldürme iddiası ile çocuk suçları kapsamında yargılanıyor. Ceza istemi 24 yıl. Çocuk olması sebebi ile üçte bir  indirime tabi olduğundan 16 yıla düşüyor. İyi hal  indirimi eklendiğinde 13 yıl. 8 yıl bilfiil yattıktan sonra şartlı tahliye hükümlerinden yararlanabilir.

      Yer yine Diyarbakır.: 15 yaşında bir çocuk TMK kapsamında polise taş atmak suçu ile yargılanıyor. Ceza istemi 23 yıl. TMK kapsamında yargılandığından otomatik olarak cezası % 50 artacağından 35 yıla çıkıyor. Kaç yıl ceza alacağı hakimin taktirine kalmış. Bu yargının eline verilmiş keskin bir kılıç. Sonuçta 23 yıl istemi ile yargılıyoruz taş attığı iddia edilen çocuğu. 35 e kadar yolu var!) 
 

      Peki şöyle desem ayıp mı etmiş olurum acaba kanun yapıcı devletlularımıza. Bakın siz cübbeli amcalara demişsiniz ki duruşmaya çıkardığınız bu çocuklar için psikiyatristlere danışın. Soracağınız şey basittir. Öyle çocuktur ruh halidir, içinde yaşadığı sosyal şartlardır falan ortalığı karıştırmak yok. Gayet açık meselemiz bunlar deli midir değil midir? Eğer deli değil ise bu durumda a şıkkını eğer deli iseler b şıkkını işaretleyin. 

      -Sayın meslek erbabı psikiyatr dostum, şu görmüş olduğunuz bilmem kaç tarihinde elinde taş iziyle yakalanan çocuk sizce akıl sahibi mi? 

      -Ehm öhöm değerli cübbeli Marslı bey, bu çocuğu heyetimiz titiz incelemelerden geçirmiş, yapılan kafa muayenesi sonucunda akıl sağlığının yerinde olduğuna karar vermiştir. Çocuğumuz taşı, polisi, copu, devletin şefkatli kollayıcılığı ve kuşatıcılığını, bayrağı, her şey vatan için sloganını, 10. yıl nutkunu, 20. yıl nutkunu, 110. yıl nutkunu, 1110. yıl nutkunu tanıyacak, bilecek, gereğini yerine getirecek yeter ve yetkinliktedir. Üstelik geçen zaman sürecinde dört yıldızlı hapishanemizde bolca sıçan kuyruğu proteini almış ve çorbalarına çivi katılmak suretiyle kanındaki demir değerleri yükseltilmiştir. Uygulanan şefkatli tedavi sürecinde deli olmadığına heyetçe şehadet ettiğimiz bu çocuklarımız maalesef nedamet göstermeyi bile becerememiştir. İş bu nankör vatan evlatlarının beşeriyete muzır dünyalarından arındırılması ile ilgili nihai kararı vermek üzere yüce makamınıza görüşlerimizi sunar, gereğini arz ederiz. 

      -Yaz kızım karar: Dava konusu olan tehlikeli küçük boylu insanların deli olmadıkları anlaşılmakta olup öncelikle kolluk kuvvetleri tarafından itina ile sorgulanması ve ifadelerinin alınmasına, TMK nın ilgili maddesi hükmünce ağır ceza mahkemesinde yargılanması sonucunda %50 arttırılmış şekilde 35 yıl hapis istemiyle kendilerinin ve ailelerinin ruh sağlığı ile oynanmasına, yuh artık bu kadar da verirsek batı da matıda bizi tefe koyarlar maddesinin hükmü uyarınca aylarca davasının sürdürülmesinden sonra, hakimin o günkü eşref saatinin saat kaça denk gelmesi ile orantılı olarak bir yıl, üç yıl, beş yıl, yedi buçuk yıl hapis cezalarına çarptırılmasına karar verilmiştir. Bu davalardan aylarca yargılandıktan sonra tahliye edilen öteki çocuklara iç geçirerek bakan diğer küçük boylu insanları toplumumuzun asla sorgulanamaz, şüphe dahi edilemez kural ve değerlerini öğrenmek üzere bugünden itibaren dün de olduğu gibi cezaevlerimizin konforlu hücrelerine armağan ediyorum. 
 

      Dedim ya sevimsiz bir hikaye. Söyleyin ne yazmalı o zaman. Bu çocukların, bu çocukların babasının, bu çocukların babasının babasının dağ Türkü olarak gözlerini açtıkları dağı taşı “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazan o cennet vatanın okullarında, mutlu dağ Türkü olması gerektiğinin bilincine varamamış nice dağ Türkü yavrunun mutlu dağ Türkü olması gerektiğini hatırlatan hoca dayaklarını mı, müdür azarlarını mı? Ya bir komutanımızın veciz ifadesi ile kendisini Kürt sanan Güneydoğulu vatandaşlarımızın Diyarbekir cezaevlerinde yaşadıkları akıl almaz işkencelerin, beyaz Toroslarla kaçırılan babaların, kaderini ve mirasını taş atan “çocuklara” bırakmanın vicdansızlığını mı? Bir gün köye yolu düşen devlet otoritesinin siz PKK ya yardım ediyorsunuz yallah diyen sözleri ile köyleri yakılmış, hiçte kendilerini özlemle kucaklamayan batılı kentlerin varoşlarına her şeyini geride bırakarak sürülmüş, trafikte zengin arabalarını pis cam silecekleri ile silerek para kazanmaya çalışan, her köşe başında selpak satan çocukların halini mi? Belki de zabıtanın kovaladığı ‘vergisini de vermiyor bunlar, bu mağazaların suçu ne, cık cık’ dediğimiz işportacı tezgahlarını. Dile kolay köyleri yakılmış, kentlerin varoşlarına sürülmüş, bazen kot taşlama atölyelerinde ölümü armağan ettiğimiz bir milyon insanın sevimsiz hikayesidir taş atan çocukların hikayesi. Bizler onlara açlığı, aşağılanmayı, dilsizliği, ölümü, zulümü armağan ettik, onlar bugünlerde taş armağan etmeye başladılar her nedense.  

      Hiç kimse kendisini temize çıkarmasın. Kolluk kuvveti yapmış, komando yapmış, şu parti yapmış, bu yapmış hepsi hikaye. Musa Anter ben bu davanın şahidiyim, mağduruyum davacısıyım demişti. Bizler ise bu davanın şahidi, mücrimi ve davalısıyız. Bu ülkede Kürt meselesinin bazı insanlara ne kadar acı verdiğini görmek için Diyarbakır cezaevine gidip bok yemek gerekmiyor. Okul kapısında, hastane odasında ananızın da azarlanmasına ‘kadın Türkçe konuş hangi ülkede yaşıyorsun hööö!’ denmesine de gerek yok. Bir akşam haberlerinde şehir çetelerinin eline düşen Güneydoğulu çocukların nasıl hırsızlıkta kullanıldığını da mı işitmedik. Neden şehir çetelerinin kandırdığı çocuklar ekseriya Diyarbakır’dan, Mardin’den, Şırnak’tan çıkar? Ya o her sokak arasında rastladığımız selpak satan çocukların da mı yüzüne bakmadık usulca. Hiç mi Cumartesi anneleri, gözaltında kayıp sözcükleri çalınmadı kulağımıza. Hep duymadık, görmedik bilmiyorduk mu idik tüm bu zamanlar boyunca. Kendimize, necip ırkımıza, kuşdilimize, tarih(sizliği)mize hep en güzel methiyeleri dizerken Kürtçe bir türkü söyleyeceğim diyen adamın çatal bıçaklarla kovalanması da mı içimizde bir şeyleri cız ettirmedi odun kafalıların sofralarından. Yoksa o çatal bıçakları atan 10.yıl marşı kargalarının safhında bir yerlerde mi olmayı arzu ederdik için için. Öyle ya bir cumhuriyet tarihi boyunca bir arpa boyu yol gidememişsek bu konuda gelebildiğimiz yer en fazla dağ Türklerinin Kürt olduğunu fark edip TRT Şeş açılımını bir nimet olarak öpüp başımıza koymaksa dönüp de biraz aynada kendi yüzümüze bakmamız gerekmez mi acaba. Adalet talep etmediğimiz, yanına yaklaşmaktan bile hoşlanmadığımız bir ülkenin halkının adaleti taş atan çocuklarla mı doldurmaktır cezaevlerini. Çankaya’da, Arnavutköy’de, Konak meydanında taş atmayan çocuklar bu ülkenin gerçek cici çocukları da Şırnak’ta, Adana’da, Diyarbakır’daki taş atan çocuklar kötü ruhların mı eseridir acaba.   

       Bu hikayenin sonuda bir Sezercik masalı bir Hülya Koçyiğit gülümseyişi yok nice zamandır. Asit kuyuları, ceset hikayeleri, kan kokuları geliyor dört bir yandan. Yakılan köylerin sıcağı vuruyor hepimizin yüzüne. 

      Kötü hikayeler armağan ettik çocuklara. Onlar da taş armağan ediyor bugünlerde kötü hikayelerin müsebbibi gördüğü insanlara. Ama onlar çocuk. Bilmiyorlar büyüklerin bu oyunu nasıl acımasızca ustalıkla oynadığını. Sizin taşınız var, bizim ağırlaştırılmış yasalarımız, sizin yaşanacak demir parmaklık ardınca hayatlarınız var, bizim 23 yıl sopamız. 23 yıl sopamızla kovalarız sizi dağlara. Hele bir hiçbir şeyin değişmeyeceğine inancınız pekişsin. Hele bir umudu da gömelim o kuyulara. Nasıl kolay olacak göreceksin. 

      Sizin çocukça öfkeleriniz bizim kibirli dünyamıza söker mi sanmıştınız? 

Trackback URL

  1. 22 Yorum

  2. Yazan:özlem Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    bu yaziya da sanirim bir onceki yazi gibi pek yorum olmayacak. Bari ben bir yorum yazayim. bu konuda acaba insanlari sessiz, çekinceli kılan nedir. Bu çocukların bir şekilde pkk ya alet olması mı?
    Ben merak ediyorum bu çocukların pkk tarafından kullanılması normal şartlarda diyelim ki herhangi bir şehirdeki hadi ısparta diyelim bir aile için mümkün mü idi?
    Peki bu çocukların ağır cezada terörist olarak yargılanması sorunu çözecek adaleti yerine getirecek vicdanlarımızı rahatlatacak mı?

    toplum adaleti nasıl talep edecek nasıl adaleti sağlayacak.
    Bugun bir çocuk gordum 6-7 yaşlarında. 20 yaşlarında bir delikanlı apartman köşesine sıkıştırmış kapısının önünde bally çektiği için dövüyordu. kuşkusuz bally çekmek korkunç bir davranış. birilerine taş atmak da öyle. Peki çocuklarımız nasıl bu hale geliyor. nasıl bu hale gelmesini engelliyebiliriz? ya da bally çeken çocuğu sille tokat dövmeli, taş atan çocuğu iyice bilenmekten fazla bir işe yaramayacak hapishanelere mi tıkmalıyız?
    Mesele bu.

  3. Yazan:özlem Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Cahit koytak’ın bu şiirini de sizlerle paylaşmak isterim.:)

    CAHİT KOYTAK / * ‘Yoksullar İçin Tezler’

    Taş Atan Çocukların Şarkısı

    madem, taş atmak şöyle dursun,
    taşları okşamamız,
    taşlarla oynamamız bile suç sayılıyor,
    o halde, biz de taşları bırakalım,
    bomba gibi şiirler gönderelim onlara,
    bomba gibi şarkılar gönderelim ki,
    suç aramak için
    okurken dizelerimizi,
    sözlerimiz ağızlarında patlasın,
    ağızlarında patlasın
    ve daracık kafalarındaki duvarları
    yerle bir etsin
    önyargılarını havaya uçursun,
    kinlerini çözsün, nefretlerini dağıtsın,
    zihinlerini çözsün, belleklerini açsın
    ve kendi çocuklarını düşündürtsün onlara,
    kendi çocukluklarını hatırlatsın!

    ***

    madem taş atmak şöyle dursun
    taşları okşamamız,
    taşlarla oynamamız bile suç sayılıyor,
    o halde bizde, taşları bırakalım,
    megatonlarca isyan gücünde
    patlayan düşünce gönderelim onlara,
    patlayan duygu gönderelim ki,
    suç aramak için
    ölçüp biçerken düşüncelerimizi,
    yaka paça tıkmak için kodese
    çekiştirirken duygularımızı,
    haklılığımız kafalarında patlasın,
    kafalarında dolaşan kurtları, tilkileri dağıtsın!
    masumiyetimiz kalplerini parçalasın,
    vicdanlarını ışığa boğsun
    ve gözlerini açsın bakar körlerin;
    kendi çocuklarını düşündürtsün onlara,
    kendi çocukluklarını hatırlatsın!

    ***

    madem taş atmak şöyle dursun
    taşları okşamamız,
    taşlarla oynamamız bile suç sayılıyor,
    o halde biz de, delici bakışlarımızla

    ***

    en zayıf oldukları yerden
    vuralım onları,
    en yalnız oldukları yerden,
    aşil kemiklerinden vuralım onları,
    uykularını delelim fenerlerimizle,
    içlerindeki çocuğu bulalım
    ve çocukluklarından
    vuralım onları!

    ***

    yerle bir edelim
    karakollarını, dar kafalılığın,
    nezarethanelerini, bönlüğün,
    mapushanelerini, sevgisizliğin,
    ve adliye saraylarını adaletsizliğin
    ıslıklarımızla,
    çığlıklarımızla,
    kahkahalarımızla!

    ***

    yerle bir edelim
    yasa kitaplarıyla örülmüş
    duvarlarını hak hukuk tanımazlığın,
    taşlarla değil, hayır, taşlarla değil,
    taştan hafif,
    sözden hafif,
    gülden hafif
    güllerimizle:
    şarkılarımızla, şiirlerimizle!

  4. Yazan:MY Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Ne yazik ki çok haklisiniz Özlem Hanim, yazdiklarinizi çaprazlama okuyan biri acindirma pesinde oldugunuzu düsünebilr. “Eh ne yapalim, onlar da tas atmasalardi!” diye dudak büküyor bir çok insan bu durumda.

    Hapisten çiktiktan sonra tas yerine roket atma ihtimali daha yüksek olacak bir kisminin.

    Kötü insan nasil üretilir? isimli yazinin altinda bu konuyu tartismistik.

    Adalet sistemi elbette ceza vermeye yönelik degil suçu engellemeye dönük olmali. Ama bizim ülkemiz iktidar partisi de dahil son kullanma tarihi geçmis siyasetçilerle dolu. Endüstri devriminden kalma bir zihniyet bu. Bir fabrikada üretim bandinin sonuna yerlestirilmis kalite kontrol görevlisi bozuk, norm disi parçalari (EIN STÜCK) alip genel kaliteyi yükseltiyor.

    insani merkeze almayan devletimizin gözünde vatandaslar birer insan degil birer PARçA. Ermeni, dinsiz, basörtülü ya da kürt kökenli gibi “makbul olmayan” parçalar eleniyor.

    Polis ve Yargi sisteminin yeniden düsünülmesi ve insan merkezli olarak dizayn edilmesi lazim. Peki bu sözünü ettiginiz çocuklar ne olacak o zamana kadar?

  5. Yazan:özlem Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Acındırmak değil ama ben toplumun onlara acımalarını istiyorum doğrusu. Çünkü onlar kendilerine acıyamayacak kadar gençler. Onlar şu anda belki de bir destanın direniş destanını kahramanları kendi dünyalarında.Belki de ilgileri bile yok ya da bir anlık özenme orada diğerlerinin arasına katılıverdiler. Ben ise hapiste 5-10 yıl yatmış yetişkin insanların dahi nasıl ruhen ve bedenen tabiri caizse posa olarak çıktıklarını yıllarca hayata normal bir şekilde katılmakta güçlük çektiklerini gördüm.

    bu çocuklar bir düşünsenize bir iki yıl içerisinde kimlerle aynı koğuşta kalacak. Neler yaşayacak. (şu anda dahi çocuk ıslahevinde kalıp kalmadıklarını bilmiyorum)

    Biz bu taş atan çocuk manzarasını başka nereden hatırlıyoruz. Filistin’de hatırlıyorum ben. Yani bu dünyanın en ümitsiz coğrafyalarından biri. Umarım bu coğrafyanın da gerçeği aynı ümitsizliğe doğru gidiş değildir.

    Bir de şu çok büyük bir gariplik değil mi? Ben bu yaşlardaki ergenlerin yaptıklarının tamamı ile bilincinde olamayacak derecede küçük olduğunu düşünmüyorum. Ama biz gasp etmek için 13 yaşında bir çocuğu öldürmüş 15 yaşındaki bir ergene maksimum hoşgörü gösteriyoruz, bir kez terörist damgasını bastığımız çocuğa maksimum ceza hakkını kendimizde buluyoruz. Suç ve ceza orantılı olmalıdır. Yazıda iki üç kelime değindim intizar saatçioğlu 28 şubatta malatya’da iki kız kardeşi ile beraber bir başörtüsü eyleminde tutuklandı. Üçü ağır işkence gördüler(biri rahmetli oldu şimdi) 16 yaş civarında idamla yargılandılar. Lise öğrencisi idiler. İntizar en ağırıma giden biz APO ile aynı maddeden yargılandık diyor. Buyrun burdan yakın. Bu da tam farklı yerde duran bir genç. Adalet bir gün herkese lazım.

    Bu çocuklarla ilgili bir küçük not daha. Psikiyatristlerden biri bu çocuklara büyüynce ne olmak istediklerini sormuş Çoğu avukat hakim vs. demişler. Anlatan psikiyatr diyor ki hukuken bunun mümkün olmadığını (en azından şu şartlarda) bilmiyorlar.

  6. Yazan:eg Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    altta aynı konuda yazdığım ama gündem dolayısıyla taraf’ta yayımlatamadığım bir yazım var. özlem hanımla bu konuda aynı şekilde hissediyorum. biz merhameti bilemediğimiz sürece taş atan çocukların elindeki izden “terörist” avına çıkmaya devam edeceğiz herhalde!
    ***********************************

    Ahmet Altan’ın yazısında da vardı; polis, Diyarbakır’da kendilerine taş atan çocukları, avuçlarındaki taş izine bakarak yakalıyormuş.

    12 yaşlarında bir çocuğun “devlete” taş atıyor diye tutuklanıp 40 yıla varan hapis cezaları istemiyle yargılanabildiği bir devletin vicdanından söz edilebilir mi? Devletlerin vicdanı olmaz diyenleri duyar gibiyim! Peki, bu çocuklara o cezaları isteyenlerin, o çocukları tutuklayanların da mı vicdanı olmaz?

    Hiç çocuk olmadınız mı? Ne söylenirse, o söylenen şeyi bir macera gibi görüp çocukçasına uyguladığınız olmadı mı hiç? Çocukları örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklamanın nasıl bir vicdana işaret ettiğini görmeyelim mi? Çocuk onlar, taş atıyor olsalar bile başları okşanası çocuk…

    Daha Uğur Kaymaz’ı unutmamışken bunların olması ne kadar acı verici. Bir çocuğu, oyuncasına yaptığı bir eylemden dolayı hoşgörmek, başını okşamak, onlara attıkları taşların karşılığında gül, çikolata atmak gerekirken, tutuklamak da neyin nesi? Hayatı yoksulluklar içinde geçen bir çocuğun taş atmaya ikna edilmesinin çok kolay olduğunu görebilmek çok mu zor?

    Vicdan, insanlar, dinler, ideolojiler, fikirler arasında ayrım yapmadan geldiği kaynağa işaret edercesine bütün olarak kalırsa ancak vicdandır. Vicdan, her şeyden önce kendisini, çocuğunu, yakınını “öteki”nin yerine koyabilmeyi becerebildiği oranda vicdandır. Bir bütünün acısını hisseder gibi, kimsenin acısının kendi acısından ayrı olmadığını hissettiği oranda vicdandır. Çocuklar arasında ayrım yapmadığı oranda vicdandır.

    Çocukları taş attıkları için tutuklayan devlet görevlilerine soruyorum şimdi. O çocuklardan birisi yerine kendi 12 yaşında çocuğunuzun getirin. İlkokul çağında pırıl pırıl bir çocuk, daha neyin ne olduğunu, kimin neye işaret ettiğini bilmeden oyun gibi birilerine taş atsın. O birileri de size gelip, çocuğunuzu götürmeleri gerektiğini ve onun 40 yıl hapis cezasıyla yargılanacağını size söylesin. Mutlaka, karşıdaki insana “siz şaşırdınız mı, bu bir çocuk görmüyor musunuz? Ne yaptığının farkında bile olamayacak kadar, yaptığına oyun olma dışında bir anlam yüklemeyecek kadar çocuk. Nasıl yaparsınız bunu, hiç mi vicdanınız yok?” diye sorardınız. Peki, bunun tersine nasıl göz yumabilir, destek olabilir ya da bizzat yapabilirsiniz?

    Çocuklara “devlet dersi” vereceksek, devlet denen organizmanın merhametli, vicdanlı olabileceğini göstererek yapmalıyız bunu, onları yargılayıp ne olduğunu dahi bilmedikleri bir suçtan mahkum ederek değil! Onların başını okşayıp, merhametle göstermeliyiz devletin ne demek olduğunu, yoksa Uğur Kaymaz’a yaptığımız gibi değil! Bir çocuğun gözüne merhametle, sevgiyle baktığımızda alacağımız karşılığın mutlaka ama mutlaka onun tarafından da çok sevilmek olduğunu defalarca test etmişizdir. Bunu “devletin âli menfaatleri” söz konusu olunca yapamayışımız nedendir? Yoksa hayattaki en büyük problemimiz, hepimizin ayrı ayrı kendimizi gücün ve devletin yerine koyuyor olmamız olabilir mi? Normalde isyan edeceğimiz bir şeye, işin içinde “devlet” olunca göz yumuyor olmamız eninde sonunda “sıradan insanların faşizmine” götürmez mi bizi?

    “O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma

    Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk

    Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark

    Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri ”

    Sezai Karakoç bu dizelerinde ne güzel anlatmış çocukluğun farkını! Çocuk için savaşın acısının bile kiraz bahçelerinin büyüleyici güzelliğinden daha anlamlı olmadığını. Savaş içinde bile masum çocuk bakışlarının yitirilmemesinin aslında umuda yelken açmak demek olduğunu! Çocuklara ne yaparlarsa yapsınlar kiraz ağaçlarının güzelliğini hediye etmek varken, ellerinde taş izi aramak neyin nesi?

    Devletikten gösterebildiğimiz bu mudur bizim? Çocukların ellerinde taş izi aramak! İki yanlış birden! Bir taraftan, bir çocuğu suçlu ilân edebilecek vicdana aykırı bir tutum, diğer taraftan da suçu sabit olmayan bir insanı sırf elindeki bir izden dolayı mahkum edebilmek. O çocuğun, bir dere kenarında, hepimizin çocukluğunda yaptığı gibi suya taş attığı için elinde oluşan taş izinden dolayı devlet dersinden sıfır alması muhtemel demek ki! Diyelim ki bütün çocukları topladınız ve bir yere hapsettiniz, sorun çözülecek mi? Yoksa bir çığ gibi olup aşılamaz bir hâle mi gelecek? Ortalıkta, sırf masumiyetleri yüzünden vicdanımızın kapılarını açık tutma potansiyeli olan çocuklar olmayınca, daha mı kolay çözeceğiz her şeyi?

    Bu dünya vicdanları parçalayanlardan çok çekti. Ayırdılar çocuklarını Filistinlinin Kürdün, Türkün, Yahudinin, Somalilinin, Amerikalının…ayırdılar acıları, hepsine ayrı ayrı baktılar. Birisine gösterilen vicdan, diğerinden esirgendi çoğunluk. Üstelik bunu sık sık vicdan çağrıları yapanlar da yaptılar. Filistinli çocuklar ölürlerken her gün yazdığımız gazetelerde bir aylık sessizliğe büründük bazılarımız, çığlık atıp karşı durmak yerine! Kürt çocukların ellerinde taş izi aranırken, birilerimiz yattı vicdanının üzerine, olur da rahatsız eder diye! Hâlbuki çocuk sadece masumiyet demektir. Taş atsa bile masumdur. Çocuk Allah’ın emanetidir, emanete ihanet edilmez! Bir çocuk gözündeki ışıltıyı karartmak dünyayı karartmakla eşdeğerdir çünkü.

    Buradan önce Başbakanımıza, sonra İçişleri Bakanı’na, Valilere ve Emniyet Müdürleri’ne sesleniyorum. Bir kez daha düşünün. Çocuklarınızı o çocukların yerinde düşünün bir kez bile olsa. Çocuklarınıza kıyabilecekseniz onlara da kıyın; çocuklarınızın hayatını karartabilecekseniz onların da hayatını karartın! İdeoloji, devlet, terör hepsi çocuk kalbi yanında anlamsız şeyler kalacaktır. Bir çocuğun kalbini kırmanın dünyayı, bir daha eski hâline dönemeyecek hâle getirmek olduğunu bir defa daha düşünün.

    Bu dünyada hiçbir devlet görevlisi çocukları tutuklayan, çocuklara eziyet eden insan olarak tarihe geçmek istemez. Biliyorum ki siz de istemezsiniz. PKK ile terörle mücadele çocuklarla mücadele edilerek kazanılmaz! Çocuklar, ne yaparlarsa yapsınlar, başları okşanarak ve merhametle, güzelliğin yolu gösterilerek kazanılır ancak. Yoksa bugünün çocuklarından yarının düşmanları üretilerek, hem onların hem de hepimizin geleceği karartılarak değil!

  7. Yazan:eg Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    özlem hanım,
    vicdan her insanda bulunan ama toplu hale gelip ideolojik tavır alındığında ise kolayca çöpe atılan birşey. bu yüzdendir taş atan çocuklara merhametsizliğimiz; bu yüzdendir açlık grevine giren f tipi cezaevlerinde yatanlara vicdansızlığımız; bu yüzden hep bu yüzden anlamakta başarısız olmamız. ben çok az insan tanıdım gerçekten ideolojinin at gözlüğünden bakmadan vicdanıyla duruşunu belirleyen…işte böyle insanları çok seviyorum. leyla ipekçi gibi..siz de onlardan birisiniz ve sizi çok takdir ediyorum. keşke hepimiz sizin gibi olabilsek…

  8. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Yıllar önce bir film seyretmiştim.Sanırım bildik Hollywod ürünü değildi.Dünya Sinemalarının bağımsız yönetmen türünden bir yapımdı zannedersem.Hangi isimle gösterime girdiğini de hatırlamıyorum.Öyle pek sağlam bir senaryosu falan yoktu.
    Çevresindeki olaylara kayıtsız bir grup insanı resmediyordu film.Sanki insanlar yaşayan birer ruha veya hayalete dönüşmüştü.Mesela,öfke içersinde bir insanın öldürücü bıçak darbeleriyle yere serilişi çevredekileri pek şaşırtmıyordu… mutlu bir aile market alışverişi dönüşü sevinçle arabalarına biniyor,olaya yakın bir başka yerde bankta oturmuş genç delikanlı ile kız birbirlerine kur yapıyordu.Buna benzer bir dizi sahne geçiyordu filmde.Kimse kimseye karışmıyordu.Farklı zaman ve mekanda,adeta birbirlerinden habersiz,birbirlerini duymuyor, görmüyorlardı.Tepki yeteneklerini yitirmiş gibiydiler;bir nevi bağışıklık gibi bir şey.
    Özlem hanımın yazısını okuyunca aklıma o üzerimde bir hayli etki bırakmış filmi hatırladım.Sanırım o filmdeki gibi bize bir haller olmuş.Tepkisiz,duyarsız,kayıtsız bir topluma dönüşmüşüz.Değil ki çocuklarımızın hikayelerine,gözümüzün önünde başlarına gelen olayları bile kayıtsızız.Vahşi yaşam belgesellerinde tanık olduğumuz sahneleri izler gibi sıradan ve doğal karşılıyoruz.

  9. Yazan:eg Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    aziz bey,
    film bunuel’in “phantom of liberty (özgürlüğün hayaleti)” filmi olabilir mi acaba? o filmde de buna benzer bazı sahneler vardır.

    o film de aynen “özgürlük” denen şeyin maliyetinin vicdanların yitirilmesiyle ödendiği bir modernitenin şiddetli bir eleştirisiydi. bnece taş atan çocuklara bu merhametsizlik de modernitenin vicdanlara yaptığı büyük kötülükle birebir ilgili…

  10. Yazan:özlem Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Enver bey yazınızın yayınlanmadığına çok üzüldüm. Çok güzel bir yazıymış. Olsun hani derler ya cenazemi kaldırsın üç beş inanmış adam. Kalabalıklara ulaşmak her zaman çok da önemli değil. burada üç beş on artık ne kadarsa paylaştık bu yazıyı.

    Az önce Yıldırım türker’in yazısında unuttum Diyarbakır7daki çocuklar mahkemeylerini beklerken gecikmelerden ve hücrelerine döndüğünde yemek saatini kaçırdığından bir tam gün aç kalmışlar.

    biz devleti sanki çok afaki bizden ayrı bir şeymiş gibi görüyoruz. bir kaç gündür aklıma bir cümle takıldı. belki bir başlık. Gerisini bir türlü getiremiyorum. Toplum adalet talep etmezse…
    sahi toplum adalet talep etmezse ya da toplum iyilik talep etmiyorsa o zaman ne yapacağız.

  11. Yazan:özlem Tarih: Nis 21, 2009 | Reply

    Gecenin bu saatinde fazla okumak düşünmek iyi değil galiba. İyice kasvet bastı. Aziz Beyin yorumu eski bir yazımı hatırlattı bana. Ekleyeyim dedim:)

    BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

    Martın son günü olmasına rağmen sanki geri gelmiş bir kış gününde sıcak evimde oturuyor internetten günlük haberleri takip ediyorum. Baldır, popo galerilerine, şovenist ağızlı sarışın güzellere bakacak halim yok. Gerçek olan dünya ile ilgilenirim ben. Işıltısı ile beni aldatan, hislerimi uyuşturan jan janlı uyuşturucularla hiç işim olmadı. Bir doz gerçek, üstüne belki bir Çetin Altan yazısı.

    15 yaşında olduğu söylenen en fazla on iki, on üçünde görünen dünyalar tatlısı bir Kürt çocuğunun kolu bükülmüş ağlarkenki görüntüleri, 2005 yılında Irak’ta basılan iki evde öldürülen 8 i çocuk 24 sivilin katillerinin serbest kaldığı haberi, annesinin boğazını kesmiş bir genç kızın babası tarafından yazılmış iç acıtan mektubu. Hep vahşet, hep öfke, hep karamsarlık. Ne zaman farklı olmuştu ki bu dünyanın düzeni.

    Aniden sokaktan müthiş oynak bir davul, zurna sesi gelmeye başlıyor. Çok kozmopolit orta sınıf bir semt bu yaşadığım. İstanbul’un en eski mahallelerinden. Hani şu Büyükşehir’in olası bir depremde en çok ölüm beklenen mahalleler listesinde ya birinci ya ikinci sırada olan. Özellikle yaz günleri hiç canınız sıkılmaz bu en çok ölüm beklenen mahallede. Hiç olmasa haftada bir iki vukuat vardır. Kızılca kıyamet kopar, Romanlar Lazlar birbirine girer, gece karanlıkta “bak anne bak nasılda kocaman bıçağı var, öbürü de sopayı kapmış” seslenişlerinden ve kulaklarımız en galiz küfürleri işittikten sonra işin bitmesine doğru bir iki ekip arabası gelir. Şöyle biraz telsiz sesi ve kadın ciyaklamasının ardından apartman dairelerinin camlarından sarkan kafalar yarım kalmış bir filmin sonunu merak edercesine hayal kırıklığıyla içeri çekilir. Çok değişik değer yargıları, gurur ölçüleri vardır kavga eden insanların.

    – “Ulan i …ben p… miyim? Ekmeğimi taştan çıkarırım, alnımın teri ile uyuşturucumu satarım, bilmem ne satarım aciz mi sandın lan sen beni” diyen kılçık gibi erkekleri genellikle bu erkeklerin iki katı irilikte kadınlar usulünce teskin eder, geçen yaz ki yıkımdan sonra artık tek tük kalmış tek katlı gecekondu evlerine sürükler.

    Kimi zaman Balkan göçmeni bir kadın yanında minicik kızı ile akordeon çala çala dolaşır aynı sokaklarda. Hep aynı ezgiyi çalar ama her defasında çok güzel gelir nedense o ezgi kulağıma.

    Nadir de olsa düğünler çoğu zaman evlenmez olaydınız lanet yaratıklar ne vardı evlenip kafamızı didikleyecek dedirtecek kadar eziyetli bir şamatayla kutlanır bu mahallede. Allah’ım bu zurnayı kim icat etmiş yetmemiş bir de yanına davulu katmış. Hiç mi o tokmak yanlışlıkla elden fırlayıp zurnacının kafasında patlamaz. Yok mudur bu Türk işi işkenceye bir hal çaresi diye söylene söylene kendimi sokağa atmaktan başka çözüm bulamam böyle zamanlarda.

    Şimdi ise beni gazete haberlerinden koparan davul zurna bir türlü susmak bilmeyince ve yeter miktarda tepem atınca pencereye koşuyorum ben de. Öyle sıradan bir düğün tantanası değilmiş meğer. Aşağıda iki erkek köçek sarılı, mavili, kahverengili kat kat etekler, belinde ponponlar öyle bir oynuyorlar ki dünya umurlarında değil. Beyaz gömlekler, eteklerin altında lacivert pantolonlar, sivri sivri siyah ayakkabılar…Ponponlar hopluyor, omuzlar sallanıyor, etekler fırıl fırıl açılıyor. Bıyıklı, etekli beylerin yüzündeki mutluluk ifadesini anlatmaya benim gücüm yetmez. Trafik bile durmuş sabırla bu merasimin sonunu bekliyor. Son davul vuruşu ile beraber apartman pencerelerinden bir alkış furyası.

    Sen ne kadar kaçarsan kaç. Hayal gerçek birbirine girdi gene. Hangi dünya gerçek. Köçeği davulu zurnası ile bizim mahalle mi, her hafta sonu havai fişeklerini balkondan izlediğim Reina mı Laila mı her neyse ismi; bana uzak, “benim oyum dağdaki çobanla bir mi” diyen sarışına yakın o dünya mı, şimdi karakolda gün sayan ağlayan güzel yüzlü çocuk mu, çoktan toprağa karışmış Iraklılar mı?

    Selahattin Duman bugünkü yazısında hali pür melalimizi az sonra kavurma olacak kurbanlık koçun son anlarında bile yanındaki koyuna duyduğu vurdumduymaz aşk oyununa benzetmiş. Bir yerlerde insanlar gözden ırak, zamansız ve sessiz sedasız ölüyor. Biz ise ağzımız açık Paris Hilton için birbirini ezen gazetecilerin yüzsüzlüğün dibine vurmuş görüntülerinden çok daha haberdar günlerle tüketiyoruz ömrümüzü.

    Nice çocuklar ağlarken ne köçekler göbek attı bu dünyada. Yüzünde istihzai bir gülümseme seyredip durdu kuru kalabalıklar. En akıllıcasıydı şüphesiz bulaşmadan seyreylemek bu dünyanın hallerini. Hayat akıyor, varacağı son noktaya kadar. Giden gidiyor kalan sağlar da bir gün gidecek. Ne güç, ne para, ne harala ne gürele. Ne üzerine titrediğimiz huzurlu hayatlarımız.

    Bir varmış bir yokmuş…

  12. Yazan:çuvaldız Tarih: Nis 22, 2009 | Reply

    Bütün dünyada suça karışmış çocuklar, yetişkinlerden farklı bir muameleye tabi tutulurlar. Onları suça iten şartlar ve gelişimleri göz önünde bulundurularak, çocuk mahkemelerinde yargılanırlar. Suçun,soruşturma aşamasından gönderildikleri ıslahevine, cezalarındaki indirime kadar çocuk lehine olacak tüm şartlar gözetilir.Bir şekilde suça karışmış olsalar bile en tabii toplumsal koruma ve kollama sorumluluğunun gereği olarak çocuk olabilme hakları gözetilmiş olur.

    İtiraf ediyorum sizin yazdıklarınızı okuyana kadar bizdeki durumun da bu şekilde olduğunu düşünüyordum.Aşağıda yazdıklarınızdan bihaberdim.

    Aynı hırsızlık yapan, gasp suçuna karışan hatta adam öldüren çocuk gibi “taş atan bir çocuk” da çocuk bir çocuktur ve yaşı gereği çocuk suçları kapsamında yargılanmayı, maksimum koruma ve kollanmayı hak eder. Ama pek çoğu bugünlerde TMK(Terörle Mücadele Kanunu) kapsamına sokularak ağır ceza mahkemelerinde yargılanarak üç yıl, beş yıl, yedi buçuk yıl ceza almaya başladılar.Suçları taş atmak olan bu çocukların ağır ceza mahkemelerinde yargılanması bir skandaldır.

    Skandal!

    Pek çoğu için bu yine belki de “Türkiye’nin özel şartlarının gereği” gibi algılanmış ve sırf bu mazeretle de bu çocuklar TMK kapsamında ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaya “layık” bulunmuşlardır.Birileri bir yerlerdeki konuşmasında kindar olmadıklarını ve hiçbir kanuni uygulamanın da bu gerekçe ile gerçekleştirilmediğini söylemişti.Ama yazdıklarınıza bakılırsa bu çocuklar doğdukları şehir,sahip oldukları anne ve babaları,bulundukları bölgenin ekonomik durumu,eğitimi vb.nedeniyle daha kanun yapılırken yargılanmış ve “suçlu” ilan edilmişler.Dünyaya gelmeden “suçlu” olduğu hükmüne varılmış çocuklar!

    Bunu sadece “Skandal” olarak görmek olayın vahametini anlatmaya yetmiyor bence.Dağda olanı indirebilmek için “af” tasarılarından bahsedilirken ve dağa çıkışın önlenmesi için gerekenlerin yapılması tavsiye edilirken bu taş atan çocukları TMK göre yargılıyor olmak nasıl tanımlanabilir bilemiyorum.

    Bari ben bir yorum yazayim. bu konuda acaba insanlari sessiz, çekinceli kılan nedir.

    Kendi adıma bu sorunuza verebileceğim “cevap” umursamazlığımızdır.Çekinceli yada sessiz kılan şey vicdanımız yada bunda sorumluluk sahibi olduğumuzu düşünmemiz değil!Kadın-erkek eşitliğinden,3.cinsin özgür sexinden,ortaokul çocuklarının okul bahçesinde rahatça öpüşememesinden,dini kamusal alandan uzak tutmaya çalışmaktan,kriz nedeniyle cebimize giren parayı habire ve tekrar tekrar sayarken, istediğimiz yerde rahat rahat alkol tüketmemizi engelleyen yükselen(!)bir muhafazakar zihniyetle uğraşırken “taş atan çocukları” unuttuk!

    Hiç kimse kendisini temize çıkarmasın.

    Haklısınız.İlk taşı günahsız olan atsın!Hiç birimiz bir çocuktan daha masum ve günahsız değiliz!

    Yüreğinize kuvvet,böyle bir yazıyı kaleme almak hiç kolay olmamıştır.

  13. Yazan:özlem Tarih: Nis 22, 2009 | Reply

    Teşekkurler Çuvaldız(sanırım) Hanım:) Hem yorumlarınız hem de ses verdiğiniz için.
    Umarsızlık dışında bir konu daha var ki hepimizi susturuyor o da korku sanırım. Bu ülkede Kürt meselesinde konuşmak bir şeyler söylemek oldukça tehlikeli. İnsanlar bir taraftan bu konunun bundan önce olduğu gibi sonrasında da acılara gebe olabileceğini biliyor diğer yandan PKK ile aynı safta gözükmeye korkuyor. Doğrusu mesela başörtüsü gibi konular bu ülkenin ciddi bir problemi kangren olmuş bir meselesidir ama Kürt meselesini konuşurken ki tedirginliği duymadan insanlar konuşup tartışabilir. Orada böyle bir şiddet sarmalı yok. Ne garip bu ülkede hepimiz konuşurken ürküyoruz. Ben dahil. Korkularımız ise çözümsüzlüğü besliyor ancak.

  14. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 22, 2009 | Reply

    Enver bey olabilir belki.Son zamanlarda ciddi bir unutkanlık problemi çekiyorum.Bazan tv.de izlemeye değer bulduğum bir filmi,aileden birinin uyarısı üzerine daha önce seyrettiğim ortaya çıkıyor.Yani o kadar sağlam bir hafızam var:))O nedenle tam da emin değilim.Bir kaç filmden hafızamda yeretmiş ilginç kareler de olabilir.
    Ancak dediğiniz gibi,insanın bu denli kendine yabancılaşmasının altında vicdan ve merhamet duygusunun yitirilişi var.Ki bu da modernitenin insanlığa kazandırdığı(!)bir şey bence.
    Tabii çok da fazla ileri gitmemek lazım,malum,modernitenin eleştirisi de pek makbul karşılanmıyor:))

  15. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 22, 2009 | Reply

    Çuvaldız hanım,
    “İyi insan lafının özerine gelir”deriz ya.İnanın yazıyı okurken aklımdan sizi geçirdim.Sizin de bir yorumla katılmanızı,tartışmaya derinlik katmanızı bekler gibi oldum.Tam da bunları düşünürken yorumunuz beliriverdi.Sezgisel bir durum belki,ama yine de şaşırtıcı bir tesadüf.
    Tespitlerinize gelince,bence tam da düşündüğünüz gibi,maalesef didişmekten burnumuzun ucunu göremeyecek duruma gelmişiz.Tabii bunda,kuşatıldığımız ve içinde boğulduğumuz sorunların da etkisi büyük.İster istemez oluşan bu atmosferin bir parçası oluyoruz;ya yıpratıcı bir tartışmanın tarafı olmamak adına sessiz kalmayı yeğliyor,ya da alabildiğine tartışmayı bir kişisel hesaplaşmaya dönüştürüyoruz.
    Sanırım ikisi arasında yaptığımız seçimler tartışma ve eleştirinin rotasını belirliyor.Eğer önceden yeterince tartışma malzemesi barındırıyorsa zaten mesele yok,uzayıp gidiyor konu.Değilse,yani Taş Atan”Çocukların Hikayesi”ise okumakla yetinip geçiyoruz.
    Oysa omuz vermemiz,bir yerinden tutmamız gerekir.Belki bir iki cesaret sözcüğü,belki kalbimizle iştirak ettiğimizde/paylaştığımızda sesler eminim daha bir gür çıkacak,yükselecektir.
    Bakın,hatırlarsanız kırılgan bir anımda bana siz destek olmuştunuz.Hiç unutmayacağım bunu.Martı hikayeniz,bana ikilem içerisinde olduğum zamanlarda sorumluluklarıma sahip çıkmamı öğretti.Ve eminim sizden öğreneceğim daha çok şey vardır.
    Saygı ve muhabbetle…

  16. Yazan:çuvaldız Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    Aziz bey,
    Kalp,kalbe karşıdır 🙂 Bir zaman sonra burada yazılanlardan dolayı bir şekilde tanışıklık hasıl oluyor.Konulara yaklaşım,üslup vs. derken mutlaka bir şekilde yazanın da hislerini,verebileceği tepkiyi az da olsa sezinleyebiliyor insan.Bunun için ne ve nasıl söylenmiş olduğuna biraz daha fazla dikkat ve ilgi gerekiyor.Sizin de bu konuda oldukça ilgili ve dikkatli olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim.Hangi yorumcunun ne zaman ne yazdığını hatırlayabilecek kadar güçlü bir hafızaya sahip olduğunuzu ise yazdığınız tespitlerden anlamak mümkün.(hafızanıza haksızlık etmeyin lütfen :-))

    Bazen tersten başlayıp önceliği sizin gibi benim için yazdıkları farklı bir ehemmiyet taşıyan kişilerin yorumlarını okumaya veriyorum.Çoğu başlık altında öncelikle sizin yorumunuzu aradığımı da itiraf etmeliyim.Bu şekilde yazıda gözden kaçması muhtemel olanlara karşı daha dikkatli ve çoğaltılabilir bir bakış açısı ile okuma imkanım oluyor.Bunu kısmen bir göz muayenesinde görme netliğinin anlaşılabilmesi için doktorun farklı derecelerdeki camları test etmesine de benzetebilirsiniz.:-)

    Omuz vermek,bir yerinden tutmak gerektiği konusunda ise kesinlikle haklısınız.İkilemler arasında denge tutturmaya çalışmak bazen zor oluyor.Kişiselleştirme hesaplarından aman kaçalım derken dozu kaçırıp bu sefer de kalbimizle iştirak ettiklerimizin fısıltıya dönüşmesine sebep olan bir bencilliğe yakayı kaptırmış oluveriyoruz.

    Martılarla ilgili kısma gelince ise onlar öğretti ben ise bunu sizinle paylaştım.Mahcup eden bu yazınız için teşekkür ederim.Dilerim, saygı ve muhabbeti arttıracak olan iyi ve güzel şeyleri görebilmek için her zaman birbirimize vesile oluruz.

  17. Yazan:Sevgili Özbek Tarih: Nis 24, 2009 | Reply

    Seni ne çok sevdim bilsen çocuk..
    Özlemine tutunduğum yekta ülkem de
    Çok uzaklardan bağrıma işleyen
    Hardan,
    Ateş oldun kilitlendin ben de….

    Sorun ne çocuklarda, ne anne babalarda, ne bulunduklari mekânlarda… Sorun beyinlerde, kültürde, sistemde, egitimde…Anababalarimiz bile ne olduklarini bilmezlerken çocuklarimiz nasil bilecek veya nasil olacaklar?

    Kars’ta Türk çocuklariyla Kürt çocuklarinin durumunu anlatan bir yazimla saygilar sunuyorum bu güzel kaleme….

    Güneşin Üvey Çocukları

    Onlar,

    güneş doğarken, şafak ezgisine yansıyan buğday sarısının, mavi ışığını bilmeden, hayallerinde ki atiyi, gül nesline benzetip yaşamaya çalışan;

    bir yangın sonrası gibi, bakır tenlerinin çatlak çizgiler gölgesinden, yoksulluğun bir başka gecesinde, üzerinde şaklayan kamçının ucunu, bilinçsizce yakalamaya uğraşan;

    gümüş bedenlerinde minik kalpleriyle, hayatın ince sızısında, kin ve nefretle büyüyen, büyütülmek üzere salıverilen, güneşin üvey çocuklarıydı.

    Onlar,

    mümkünü yok, kendi iç dünyalarında kocamandılar. Erken vakitlerde dana ve kuzu güderek, hayatın yelpazesine, sanki şimdiden alışmak gibi devam ettiriyorlardı yaşamlarını. Kangalları toplarken; ellerine gurbet gibi batan dikenlerin acısına aldırmadan, kendi aralarında, keyifle günü akşam ediyorlardı.

    Onlar,

    yurdumun tüm çocukları gibi, isteksizce, hazırlıksız doğmuşlardı.Üvey çocuk olmanın koşullarında daha bir değişmeyen…’ Böyle gelmiş böyle gider’ değimini doğrularcasına, bilemeğe ömür törpüsü gibi bırakılmışlardı.
    Yetiştirme tarzımız anlayışından, çocuklar, yalnızca çocuklarla ve kendi aralarında oynardı. Hayatlarında öğretmenleri dahil, yetişkin bir insanla oyun oynamamışlardı hiç. Artı,yine güneşin üvey çocukları muamelesi görüyorlardı. Onlara; ‘Haydi, ya kar topu oynayalım.’ dediğimde gülüşmüşler, ciddi olduğumu gördüklerinde de şaşırmışlardı.Oyun esnasında, ilk yadırgamaları geçtikten sonra, yüzlerinde ki mutluluğun çoğrafyasını çizememiştim bir an.Toz içinde kalmış yüzlerinde, tıpkı, tuz ve kül arasında açan nadide karanfilleri yansıtıyorlardı.

    Düşündüm bir zaman; uzun yıllar çocuklarla çalıştığım dönemlerde, türk çocuğu, arap çocuğu, fransız çocuğu diye bir şeye rastlamamıştım. Hangi ulustan olursa olsun, hangi renkten olursa olsun, aynı isim altında, (ÇOCUK) aynı koşullarda, aynı muamele görüyorlardı.
    Ağaç yaşken eğilir* kavramından;
    kin ve nefretle, sevgisizliğin sıkıntılarında şefkatten yoksun, ayrıcalıklar içerisinde büyüyen çocuklar, gelecekte, insanlığa ve ülkeye ne gibi faydalar getirebilirdi?

    Kıssadan hisse,
    yeryüzüne sunulan yağmurdan sonra, renkler cümbüşünü tüm yeryüzüne akseden gökkuşağı, dünyanın heryerinde aynıdır.

    Şair demiş; bebeklerin ulusu yok* diye. Şimdi aynı şey, çocukların ulusu yoktur.İnsanlığa armağan olan çocuklar, evrenin ağustos yadigârıdır.

    Üşüyen göğsümüzden, onlara olan değerin altın saçaklarından tutam tutam çıkarıp, güneşle ısıtarak, irfan tohumlarını saçalım.Her tanenin bırakacağı ileti ekosunda kalıntılar ve alıntılar yaşadığımızı, yaşayacağımızı hatırlayarak…

  18. Yazan:özlem Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Tesekkürler Sevgili Özbek,
    gözümün önünde öğrencileri ile kartopu oynayan
    iyi kalpli, idealist bir öğretmen canlandı. Yazınızı sevgiyle okudum. Ne iyi ettiniz de paylaştınız.

  19. Yazan:çuvaldız Tarih: Haz 20, 2009 | Reply

    Adana’nın Ceyhan ilçesi Belediye Evleri Mahallesi’nde 15 Şubat 2007’de yapılan gösteriye katılıp, Öcalan ve PKK lehine slogan attıkları ve yine aynı eylemde polise taş attıkları iddiasıyla dört çocuk hakkında ‘Örgüt adına suç işlemek’ ve ‘Örgüt propagandası yapmak’ suçlamasıyla açılan dava sonuçlandı. Mahkeme heyeti çocuklara, yedi yıl altışar ay hapis cezası verdi. Böylelikle, katıldığı eylemlerden dolayı ceza alan çocuk sayısı 84’e yükseldi.

    23 de değil 40 da 7 yıl.Ne değişir ki? 12,14 yada 15 yaşında bir çocuğun taş ve slogan attı diye 7 sene hapis cezası alması çözüm mü olacak?

    Psikiyatristlerden biri bu çocuklara büyüyünce ne olmak istediklerini sormuş Çoğu avukat hakim vs. demişler. Anlatan psikiyatr diyor ki hukuken bunun mümkün olmadığını (en azından şu şartlarda) bilmiyorlar.(Ö.Yağız)

    Yirmili yaşlarına kadar hapis hayatı yaşayarak büyüyecek bu çocuklar için verilen ceza Mehmet bey’in yazdığı gibi “İntizar en ağırıma giden biz APO ile aynı maddeden yargılandık” şeklinde mi algılanacaktır yoksa aksi şekilde bir çeşit kahramanlık gibi mi değerlendirilecektir ;taş atmaktan daha fazlasını yaparak daha çok taktir(!) edilebileceği, yeni fırsatları yaratacak bir çeşit referans gibi!

  20. Yazan:özlem Tarih: Eyl 24, 2009 | Reply

    P.İ. (16 yaşında. Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ‘silahlı terör örgütü üyeliği’ suçlamasıyla hakkında 14.5 yıla kadar hapsi isteniyor. Beş duruşmaya çıktı): “Şubatta Cizre’de, taş atmışım diye tutuklandım. Okulum açılıyor. Bizi bırakırlar diye düşünmüştüm ancak ertelendi. Lise 3 öğrencisiydim. Yedi aydır içerdeyim. Açıköğretime kaydolacağım. Bizim yaşımızdaki çocuklar okula gideceklerken biz cezaevindeyiz. Kimliğimiz farklı diye böyle davranılıyor. Cinayetten yargılansam bu kadar ceza istemezlerdi… Psikolojimiz bozuldu. Koğuştan kötü kokular geliyor, nefes alamıyoruz. Doktor yok, gardiyanlar tedavi ediyor, ilacı onlar veriyor… Ailem görüşüme geliyor ama her defasında telefonlar bozulduğu için görüşümüz yarım kalıyor. Bayramda dışarıda olmak güzel olurdu.”
    Y.S. (16 yaşında. Cizre’de tutuklandı, hakkında hâla dava açılmadı. Dört aydır tutukluolarak parmaklık ardında): “Lise 1 öğrencisiydim. Okullar açılıyor, ben içerdeyim. Okulumu çok seviyordum, elimden aldılar. Hakkımda kaç yıl ceza istiyorlar, bilmiyorum. İlk defa bayramda evden uzaktayım. Akşam yattığımda en çok annemi düşünüyorum. Arkadaşlarımızın çoğu ceza almış. Dışarı çıkacağımı düşünüyordum. Arkadaşlar ‘Sen de ceza yiyeceksin’ dediler. Her akşam televizyonda bizimle ilgili haber çıkacak diye bekliyoruz ama bahseden yok.”
    İ.K. (16 yaşında. Cizre’de tutuklandı. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 yıl ceza verildi. Ceza, yaşı dikkate alınarak 7.5 yıla indirildi. Dosyası, Yargıtay’da): “Ortaokulu bitirdim, burada açık öğretime kaydolmak istedim ama param yok… Dosyam Yargıtay’da ama umudum yok. Bana fıkra gibi geldi. Yasalar, maddeler… Ben bir şey anlamadım, niye içerdeyim? Annem çok üzülüyor. Görüşüme geldiginde sürekli ağladığı için doğru dürüst konuşamıyoruz. Kardeşlerim şimdi Manisa’da çalışıyor, domates topluyorlar. Dışarıda olsam onlarla çalışırdım… Buraya bir grup geldi üniversiteden, durumumuzu araştırmak için. Kötü kokudan dolayı içeri girmediler. Dedim, biz nasıl kalıyoruz? 15 yaşında arkadaşımız var burada. Hakkında 20 yıl ceza isteniyor. Çok küçük, ceza da verecekler galiba… Geçen yemekte zehirlendik. Hastaneye götürülmedik. Dediler ki, bol bol su için geçer, dediler. Sanki bol su var.”

  21. Yazan:dilan Tarih: Eyl 25, 2009 | Reply

    Ece Hanim ne kadar da icten yazmis, dincilik ve milliyetcilik arasinda sikisan bu cocuklara yazik! Ne kadar da ic acitici bir yazi.

    Mars’ta namaz kılabilirim!-Ece Temelkuran

    Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Operası’ndan alınma ‘İnsan ne için yaşar?’ sorusu İstanbul Bienal’inin temel meselesi değil sadece, senin de benim de meselem. Hiç sormasak da, düşürsek de hatta yere, hiç görmesek de gitmesek de yani, o soru bizim sorumuzdur.
    Bu memleket, başka sorular için olduğu gibi bu soru için de ikiye bölünüyor ortasından. Çatır çatır. İnsanlar tek tek ikiye bölünüyor ortalarından bu memlekette bu soru yüzünden.
    Bayrak ve minare arasına sıkıştırılmış bir tuhaf çıkmazda birbirinin gürültüsünü bastırmaya çalışıyor kalabalıklar. Onuncu Yıl Marşı’nı bağıra çağıra söylüyor mikrofonlar. Ezanlar megafonlardan bir sağır ülkeye seslenir gibi bağıra çağıra kanonluyor şehirleri. Duyulmamak telaşı ne ölümcül şey…
    Her tepesine istinasız bayrak dikilmiş bir ülke burası. Yeni işgal edildi ya topraklar, öyle bir hınç, öyle bir hırs. Ezan bu memlekette yeni keşfedildi ya, öyle bir yırtmak boğazı, sanki Tanrı’nın bağırmaya ihtiyacı var gibi. Gürültü böyle, birbirinin üzerine bine bine büyüyor ve artık konuşan hiç kimsenin duyulmayacağı, sadece konuşuyor olarak kalmanın hainlikle suçlanacağı bir cehenneme dönüşüyor memleket.
    Bu soysuzlaştıran gürültünün en kırılgan kurbanı çocuklar. İnsanlık tarihi çocukları öğüterek işleyen bir makine nasılsa. Her iki cephe de çocuklara kendini ezberletiyor. Bir tür hayatta kalma hıncıyla üstelik, çocuk beyinlerine abanıyor ezberler. Bir tarafta vatanın ölümle ilgili olduğunu ezberliyor çocuklar, öteki tarafta Allah’ın korkuyla ilgili olduğunu. Çocuklar ne çok korkuyorlar bu ülkede ve iki cephede de ne çok ölümden söz ediliyor.

    Çocuklar ne için yaşıyor? O zaman bu ülkede çocuklar ne için yaşıyor?
    Beyrut’ta bir kitapçıda bu fotoğrafı çektim. Hiçbir Kemalist ima yoktur bu yazıda da bu fotoğrafın yayımlanmasında da, ona göre! Sadece çocukların insanlığın en korunmasız kurbanları olmalarına dair bir şeyler geçti aklımdan. Dinin ve milliyetçiliğin çocukları nasıl birer boş levha gibi kullandığı geçti aklımdan. Bu iki ‘bilginin’ ayrıcalığı da bu değil mi zaten? Çocuk beyinlerine en erken yaşta girme ayrıcalığına sahip oldukları için, insanın içine, sanki doğuştan getirdikleri bir bilgiymiş gibi yerleşme ayrıcalığına da sahipler. İnsanın bayrak için, ezan için yaşadığını düşünmesini sağlama ayrıcalığı bu.
    İnsan Mars’ta namaz kılmak için mi yaşar? İnsan bayrağı gördüğü her tepeye dikmek için mi yaşar?
    Bu insan hiç mi bilmez insanın aslında ekmek için ve sevilmek için yaşadığını? Dünyanın bu ikisi etrafında döndüğünü ne zaman öğrenecek bu çocuklar? İnsan olmayı nerede, hangi ülkede, kim öğretecek bu çocuklara?

  22. Yazan:rassl Tarih: May 12, 2010 | Reply

    analrının ak sütü kadar berrak iki çocuğu savunuyorum… TMK taş atmaktan…ama taş atmamışlar.Yani TMK kurbanı taş at(may)an iki çocuk. “Atsan da atmasan da 6 ay sonra atıp atmadığına bakarım” dediler ve 6. ay bitti yarın duruşmaları var. Nasıl bir savunma yapacam bilemiyorum. Herhalde neden taş atmadıklarını anlatıp duracam..İnanın bu paradoksu yazarken bile saçmalıyorum. Ne anlatmam gerek… Seneryo belli, ırktaşları yapıyor yetmez mi? Bu durum taş attıklarına karinedir… Masumiyet Karinesi Hak getire.. Utanıyorum sadece bu.

  23. Yazan:özlem Tarih: May 12, 2010 | Reply

    Allah sizin de o iki çocuğumuzun da yardımcısı olsun Rassl. Duruşma sonucundan bizi haberdar eder misiniz? Yapabileceğimiz bir şey var mı bu iki çocuğumuz için. İletişim için Mehmet beye e yazabilirsiniz. Beraat edeceklerini ummak çok mu aşırı hayalcilik oluyor bilmiyorum ama inşallah bugün serbest bırakılırlar.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin