RSS Feed for This Post

Ya Toplum Adalet Talep Etmiyorsa?

Gençler son günlerde çok hoş bir slogan atma tarzı bulmuş, hani eski kuşak eylemcilerin kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak en ürkütücü halleri ile attığı sloganlardan çok farklı bir tarz ile söylüyorlar söylemeye çalıştıklarını.
 
  “Gel, gel! Buraya gel! Korkma adalet talep etmekten” diye başlıyor ve güncele ilişkin bir takım taleplerle devam edip gidiyor. Bu melodik sloganı öğrendiğim günden beri beynimin içinde hep depresif  bir fısıltı. Kim adalet istiyor ki? Sahi adalet istediğimiz talep ettiğimiz bir şey mi gerçekten?
 

Ergenekon davası ile başlayan süreçte yaşanan gelişmeler konuya en uzak insanları bile ellerini başının arasına alıp düşündürecek ürperticilikte ve açıklıkta. Neredeyse toprağı sıksalar silah fışkırıyor, en olmadık kirli, ahlaksızca ilişkiler saklandıkları deliklerden tek tek ortalığa dökülüyor. Çünkü hakikat dediğimiz güzel asla karanlıkta kalmayı, gizlenmeyi sevmiyor. Öyle bir ülke ki kırk bin insanın ölümüne yol açmış bir kirli savaş yaşanmış,  üç darbe iki postmodern darbe görmüş bir darbenin getireceği tüm acıların dibine kadar bilincinde, tüm acılarını defalarca ve defalarca tecrübe etmiş, idamlar, göz altında kayıplar, işkenceler, yargısız infazlar günlük hayatın gazete köşelerinde rastladığımız yıldız falları gibi sıradan vakalar haline gelmiş. Yıllarca binlerce faili meçhul cinayeti, domuzbağları ile, satırlarla öldürülen insanları konuşmuş durmuşuz. Bir süredir bu kördüğüm topağının bir ucu yakalanmış bir grup gözüpek insan ısrarla üzerine gidiyor. Kanunsuzluğunu kanun haline getirmiş bir ülkede sıradan bir belediyenin imar müdürlüğünde işini doğru yapmaya çalışan bir adam dahi her gün falanca hatırı sayılırın, filanca parti ileri geleninin (d)ayısının baskılarına maruz kalırken böylesi devasa ve ucunda cinayetlerin, yolsuzlukların, en karanlık ilişkilerin olduğu bir davada bu işi yüklenen savcıların maruz kalabilecekleri baskıları, türlü çeşit tezgahları, tehdit ve şantajları düşünebiliyor musunuz? Buna rağmen hepimizin yok canım bu son dalgadır gerisi gelmez diyen yorumlarımıza rağmen bu dava ilerliyor. Üstelik her aşamada ‘yiyin birbirinizi’, ‘ergenekon heryere kon’, ‘faso fiso’ hafifliği ile konuşan koca bir davayı alabildiğine magazinleştirmeye,  dış güçlerin tezgahı gibi yorumlarla sulandırmaya çalışan cevval mi cevval medya operasyonlarına rağmen.
 
            Böyle bir süreçte kördüğümünün yakalanan bu ucunu çekiştirmede olsa olsa en büyük destek halkın duyarlılığı olabilir. En azından beklenen budur. Manzaraya baktığımızda ise tüm gördüğümüz kendi derdi içerisine gömülmüş bir avuç olmanın ötesine geçemeyen bıkkın, bir diğerinin derdine alakasız insan toplulukları.. Hep aynı yüzler hep aynı sokakları dolduruyor. Başörtüsü ile ilgili bir tavır bir karşı koyuş mu gerekiyor buyrun bir süre önce Tevhide meselesi ile ilgili Sultanahmet’in önündeki suç duyurusu eylemine bakın. İzmit mitinglerine bakın.  Aynen 10 yıl hatta 20 yıl öncesinin bilinen yüzleri. Tek farkla onda bire yirmide bire düşmüşler.  Cumartesi annelerinin resimlerine bakın. Aynen 1990 ların başında toplanan grup üç eksik beş fazla. Ümit Kıvanç yazmış. Dink mahkemelerinin önü de gitgide daha az destekçinin geldiği kamera sayısının iki üçe düştüğü yerler haline gelmiş.
 
            “Geçen pazartesi Hrant’ın mahkemesi vardı. Mahkeme heyeti müdahil avukatların cinayette sorumluluğu bulunabilecek resmî görevlilerin tanık olarak dinlenmesi talebini “dosyaya yenilik getirmeyeceği” gerekçesiyle reddetti. Hrant Dink öleli iki yıl üç ay oldu. Ortada üç tane tutunamayan gençten başka hiçbir şey yok.” diyor Markar Eseyan.  Düşünüyorum ortalıkta tutunamayan üç tane gençten fazlasını bilmeyi talep eden kaç kişi var bu toplumda. Bizler arka bahçemizdeki gömülü cesetlerle yaşamaya alışmışız. Gömülü oldukları sürece orada ceset olması, oranın cesetlerle dolması bizi rahatsız etmiyor. Problem o cesetlerin oradan çıkması bizim için. Oynadığımız mutluluk oyununun sona ermesi. Bir mutluluk oyunu oynuyoruz nice zamandır. Gitmediğimiz görmediğimiz köylerin şarkılarını söylüyoruz, her şeyin en iyisi olduğumuz vehmediyoruz, çilesini çekmeden en iyiye talibiz. Doğuştan başımızda bir hale var elhamdulillah; Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Doğuştan ırkın en iyisine, ideolojinin en kamiline, ülkülerin en şaşmazına, inançların en kamiline konmuşuz. Hiçbir şeyi kazanmak için uğraşmaya didinmeye, yorulmaya, acı çekmeye gerek yok. Bırakın arka bahçelerimiz olduğu gibi dursun. Bu ülkenin (yakılan) köylerinde şırıl şırıl dereler aksın,  öğretmen dayağının tadını bilmeyen kimsenin kalmadığı okullarında durmadan çocuklarımız öğretmenim canım benim şarkıları söylesin, bir Türk dünyaya bedel olsun dünyaya bedel olsun ki katillerinin bile poster önü fotoğraflarını çekelim şanımız yürüsün, baba beni okula gönder kampanyalarının büyülü hikayeleri ile unutalım gitsin okullarda esamesi bile kalmamış kimi kızların adını sanını.  İngilizi, Fransızı, Türkü, Almanı (ama asla Kürtü değil, Ermenisi değil) nasıl 12 eylül şarkılarında bir rakı kadehinde buldularsa dostluğu merkez medyası, liberali, solcusu, muhafazakarı bir faşist meleğin güzellemesinde bulsunlar ne zamandır özlenen uzlaşmanın mahçup tınısını. Faşist meleklerimize dokunmayın aman, incitmeyin yalan imajlarını, ne de olsa bu cennet vatanın incitilecek daha çok evlatları var. Yeter artık kurcalamayın, yorulduk gari… 
 
            Sahi toplum adalet talep ediyor mu?  Şurada binlerce genç hayallerinden alıkonulmuş, liselerin üniversitelerin son sıralarından atılmış, burada namuslu bir adam göstere göstere bağıra bağıra gelen bir cinayetin kurbanı haline gelmiş,  oralarda bir yerlerde insanlar güpegündüz sokaklardan derdest edilmiş bir daha gören olmamış kime ne gam. Darbe anayasalarından başka bir anayasa görmemeğe, darbe ihtimallerinden azade bir dünyada çocuk yetiştirememeğe mahkum olmuşuz derdim mi?
 
             Akşama gelecek misafire yapılacak yemeklerim var benim; hünkar beğendisiz , böreksiz sofra olmaz, sabah akşam showlarım, uçuk kaçık magazin programlarım…Kazanacak dolu paralarım var benim, bitirilecek inşaatlarım, bir türlü kazanılamayan uğruna sağlığımı kaybettiğim hayat mücadelem, ekmeğim aşım…Sayısı çok hassas salatı tefriciyelerim var benim, gidilecek konserlerim, Dubai gezilerim,  moda showlarım, hayır derneklerimin baloları var sonra , güzelleştikçe güzelleşmesi gereken Nişantaşı sokaklarım, Bodrum turlarım, her akşam esnemem gereken dumanaltı kahve muhabbetlerim, Ak merkezlerim, Kanyonlarım, gömüldükçe gömülecek entelektüel bataklıklarım, chat saatlerim var benim, bitirmem gereken okullarım, asla bitiremeyeceğim okullarım, sonu gelmez özlemlerim, yaşanacak bir hayatım var anlasanıza, bir gün öylesine tık diye duruverecek bir zaman saatim, korunması gereken evlatlarım,  okuyacağıma emin olduğum çeşit çeşit kitaplarım, yazılacak yazılarım, çekilecek varoluş sancılarım var sonra, son kumu düşmekte bir kum saatim, ah! Boğazda son bir simit çay ve dost sohbetim, mürüvetini göreceğim evlatlarım, korumam gereken bir düzenim var söylüyorum işte, hayallerim, özlemlerim, dünyaya  son bir selamım… 
            Adalet talebi mi dediniz? O da birgün olur elbet!

Trackback URL

  1. 10 Yorum

  2. Yazan:Hasan Tarih: Nis 25, 2009 | Reply

    Bu sloganı ilk olarak Hrant Dink davasının geçen pazartesi yapılan duruşmasından önce Beşiktaş’ta yapılan mitingte attık. Bir grup hazırlamış; gencinden yaşlısına (ben gördüm, ufuk uras bile söylüyordu 🙂 ) herkes söyledi.

    Slogan-şarkının tam metni şöyle:

    “gel, gel, sesini çıkar / erteleme / korkma adalet talep etmekten…”
    gel ne olursan
    kanını unut
    barış isteği hepsinden güçlü, gel…

    gel, savaşı bırak
    kavga değil
    barışla birliktesin diyelim, gel…

    duy bacağı kırık
    lenk vahte
    aç içini şimdi kardeşine, gel

    gel, gelecekte
    dünyanın
    şükrettiği jenerasyon olalım, gel…

    ( Lenk vahte topal güvercin gibi bir şey. )

  3. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Isletmelerin Gercek Dertleri Ve Diplomalilarimiz
    Buyuk isletmeler oldugu gibi, kobi’ler de, biraz dil bilen, kendi alanlarinda daha iyi, daha uygun, daha vasifli urun, hizmet ve teknikler gelistirmeye yardimci olacak kisilerle, daha “bilgili egitimli” insanlarla, firmalarla, girisimlerle, daha tecrubeli firmalarla, kuruluslarla isbirligi yapmak istiyor. Sektorleriyle, isleriyle, daha iyi iliskiler kurmalarini saglayacak, ortak isler yapmalarini saglayacak, dunyayla iletisim kurmalarina katki yapacak, “kopru” adamlar ariyor.

    Yeni mezun, isi okulda ogrenen,okuldan bilen universite gencleri nicin yanimiza gelmiyor? “Is veririz, bizim, aslinda, daha iyi bilen insanlara, daha cok sey ogrenmeye ihtiyacimiz var, gencler issizlikten niye sikayet ediyor?” diye cok sorguluyorlar.

    http://kiltabletler-ii.blogspot.com/2009/04/isletmelerin-gercek-dertleri-ve.html

  4. Yazan:durhat Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Adalet mi dediniz?
    Özlem hanım inanın haksızlık etmişsiniz!
    Toplum bugüne kadar “adalet talep etme”de hiç bu kadar ısrarcı olmamıştı.

    Baksanıza,Türkan Saylan’ın evi arandı diye kopan fırtınaya?

    General mı tutuklanırmış bu ülkede?Ya statüleri gereği “dokunulmaz” bulunan zatı muhteremlere yaıpılan “kötü muamale”ye hep bir ağızdan yapılan itirazlar…

    Adalet talebi değildir nedir bu?

    Demekki adaleti hatırladığımız,sımsıkı sarıldığımız zamanlar da varmış.

    Ha,12 yaşındaki çocuk bedeni kurşunlardan kalbura dönüştüğünde kimseciklerin aklına gelmeyebilir…Kolu kırılan çocuklar,kafası dipçikle parçalanan çocuklar da bize adaleti pek hatırlatmayabilir.Ne de olsa onlar sıradan birer çocuk.Hatta hepsi taş atan birer terörist!

    Ama yine de adaleti hatırladığımız,en,eeen özgürlükçü yanımızla talep edip savunduğumuz zamanlar da oluyor.

    Yani bizlere lütfen haksızlık etmeyin!Bir duayenin,generalin,sendika başkanının imajı zedelendiğinde öyle bir hatırlıyor ve öyle bir gark oluyoruz ki adalet duygusuna.Evlerinin aranması bile bir infiale yol açabiliyor.

    Çünkü biliyoruz ve eminiz,bu memlekette suçluların “kim”lerden oluştuğuna.Onlar potansiyeldirler çünkü.Elleri kolları da kırılabilir,kaftasları da parçalanabilir.Adalet için böyle olması gerekiyor çünkü.Adetten sayılıyor bu.

    İş ki adalet meleklerimize laf gelmesin…Saygınlıkları zedelenmesin,statülerine ve kariyerlerine gölge düşürülmesin.

    Gerisini boşverin gitsin.Bir çocuk daha eksilse ne çıkar?

    Ah ahh!Ne diyeyim.Sadece insanlığımdan utanır oldum.Bu ahlaksız ve ikiyüzlü anlayışları gördükçe sadece bir mide bulantısı tutuyor.İğreniyorum tek kelimeyle.Ve tabii kahroluyorum:”biz nasıl bu hale gelebildik”diye.

  5. Yazan:özlem Tarih: Nis 26, 2009 | Reply

    Doğru hatta öyle bir adalet talep ediyorlar ki böyle anlarda, Sosyolog başköşedyen, özkökzadeler tüm yaratıcılıkları ile coşuyorlar, hayalleri kabına sığmaz oluyor. Saçıp savurmaktaki aşka şevke dikkat! Bakın mohikanların sonuncusu ne diyor. Manitu aşkına adam plazasından sağı solu tehdit etmeye doymadı.

    …İşte o yüzden kimse bu fotoğrafın altından kalkamaz.

    Er veya geç bu fotoğraf bir bumeranga dönüşür.

    Bir bakarsınız, fırlattığınız o balta geri dönmüş, alnınızın ortasına yapışmış.

    Leke olarak yapışmış.

  6. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Basta yuksek yargi mensuplari, adaletin ne oldugunu, kac adalet yontemi, kac hukuk felsefesi oldugunu daha iyi biliyor olmalilar.

    Sonra, siyasetciler biliyor olmali.Eskiden bilmiyor olabilirler, ama ya simdi?
    niye kimse cikip “benim adalet felsefem ve yontemim budur” diye bir oneri ortaya atmiyor, onaya ve oya sunmuyor?

    Toplumun haberdar olmamasi, “egitim aile kulturu vs” sorunudur. Tabii ki aile, cok daha oncelikli kurumdur.

    Gercekte, dunyada, ne liberalizm yasak ne komunizm.

    Toplumun haberi var mi? Ozet bilgisi var mi?
    var da yapmayaklasa, sorun cok vahim demektir!
    Ben toplumun ne istedigini, henuz bilmiyorum Herkes degisik goruslerde.
    Bilenler ve yetkili olanlar konusssun!
    anlatmasi cok zor degil. Cunku en basta, yetkili agizlar anlatacak!

  7. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Nis 28, 2009 | Reply

    Basta yuksek yargi mensuplari, adaletin ne oldugunu, kac adalet yontemi, kac hukuk felsefesi oldugunu daha iyi biliyor olmalilar.

    Sonra, siyasetciler biliyor olmali.Eskiden bilmiyor olabilirler, ama ya simdi?
    niye kimse cikip “benim adalet felsefem ve yontemim budur” diye bir oneri ortaya atmiyor, onaya ve oya sunmuyor?

    Toplumun haberdar olmamasi, “egitim aile kulturu vs” sorunudur. Tabii ki aile, cok daha oncelikli kurumdur.

    Gercekte, dunyada, ne liberalizm yasak ne komunizm.

    Adalet gorus ve yontemlerinden, toplumun haberi var mi? Ozet bilgisi var mi?
    Var da yapmayacaklarsa, sorun cok vahim demektir!

    Ben toplumun ne istedigini, henuz bilmiyorum Herkes degisik goruslerde.Herkes her an farkli seyler soyleyebiliyor. Bu da normal!
    Ama hukuk egitimi alip bu isle ugrasanlar konussun. Cunku yarginin ictihat kararlarinda,yorumlarinda, temel hususlari bildikleri anlasiliyor.

    Bilenler ve yetkili olanlar konussun! demek durumundayiz. Profesyonel olarak!

    Topluma anlatmasi cok zor degil. Cunku en basta, yetkili agizlar anlatacak!Izah ve etki imkanlari cok yuksek.

  8. Yazan:sevim Tarih: May 3, 2009 | Reply

    Sevgili Özlem ablacığım.Size böyle hitab ettiğim için umarım kızmamışsınız.Sevgiyi,merhameti,vicdanı konu alan insan odaklı yazılarınızdan en azından benden yaşça büyük olduğunuzu düşünerek size duyduğum sevgi ve saygının gereği olarak içimden böyle geldi.Bu arada liseyi henüz bitirdiğimi de belirteyim ki bu samimiyete bir gerekçem olsun:)
    Gerçekten de insan biraz düşününce”ya bizler toplum olarak adelet talep etmiyorsak?”sorusu geliyor akla.
    Zira çok sıkı bir yorumcu değilsem DD’de yayımlanan tüm yazı ve yorumları takip ediyorum.Bunun dışında tüm günlük gazeteleri ve sayıları her geçen gün artmakta olan farklı düşünce platformlarını da kaçırmıyorum.
    Tüm bunlardan edindiğim intiba,henüz adalet talep edenlerin etmeyenlerden daha az olduğu gerçeğidir.Ayrıca adalet talep ederken zaman zaman bunu adaletsizce yaptığımızı düşünüyorum.
    Çünkü görüyorum ki feminist geçinerek sözde özgürlükleri savunanlar iş türbana gelince hemen mevzi değiştirip devletin katı ideolojilerden yana saf tutup ağız değiştirmekte en ufak bir sakınca görmüyorlar.
    Yine solcu,sosyalist,ilerici vs.geçinenlerin “adalet”ten ergenekon avukatlığını anladıklarını ibretle görmekteyim.
    Liberaller keza öyle.Hayek’ten alıntı yaparak mangalda kül bırakmayan çiçeği burnunda liberallerimiz ne hikmetse konu adalete gelip dayandığında ortadan sıvışıveriyorlar.Demekki kendilerini liberal olarak tanımlayanların adalet anlayışı sadece bir iki kitaptan yapılan alıntı ve ekonomi üzerine yaptıkları zırvalardan ibaretmiş.
    Belki de yanılıyorum,blemiyorum.
    Ama çıkardığım sonuç bu maalesef.Çünkü siz “Taş Atan Çocuklar”dediğinizde sözünü ettiğim bu çevrelerden(sahte solcu/liberal/sosyalist/kemalist vs.vs.)tık çıkmıyor nedense.Adalet diyorsunuz gene tık yok…Vicdana,merhamete,eşitliğe…hülasa insana dair yazdığınız ve sizin dışınızda bu sevgi,barış ve duygu dilinde ısrar eden yazarlara ve yazılarına da ilgi yok.Nedense derin bir sessizlik başlıyor.
    İşte bu suskunluğu bir türlü anlayamıyorum sevgili ablacığım.Anlamaya çalışıyorum fakat aklıma bu tavrı doğrulayacak en ufak mantıklı bir gerekçe gelmiyor.Çok ama çok üzülüyorum.
    İsterdim ki siz eşitlik dediğinizde sesinize ses katılsın…adelet duygu ve talebi,kalbimiz ve dilimizle olsa bile biraz anlam kazansın,yücelsin.
    Ama ergenekonu savunmaktan demekki fırsat doğmuyor.
    Oysa adalet herkes için ve her koşulda varolmalı,istenmeli,talep edilmeli;ısrarla,inatla ve hiç bıkmadan,usanmadan…adalet terazisinden en ufak bir şaşma ve sapma olmadan!
    Neye inandığımız,hangi görüşte olduğumuz;ırkımız,cinsiyetimiz,yaşam tarzımız,tercihlerimiz…hiçbir aidiyet duygusu bu talebin önüne geçmemeli.
    İnsan olmanın bilinci ve erdemiyle hareket ederek her birimiz önce diğeri için adalet talep etmeli.Türk’ü,Kürdü,Müslümanı önce Ermeni’yi anlayacak,acılarına ortak olacak.Ermeni’si Müslüman Türklerin/Kürtlerin acılarını anlayıp paylaşacak.Başı açık kadınlar başörtüsünden dolayı horlanan hemcinslerine destek verecek.İnançlı insanlar solcu ve alevileri anlayacak;Kürtler Türk kardeşlerini ve bu coğrafyada yaşayan tüm farklılıklara kucak açacak.
    Adalet böyle tesis edilir,demokrasi ve barış böyle gelir.
    Yani vicdanla,sevgiyle,merhametle olur;ideolojilerle,taraf anlayışıyla bu duygular yeşerip gelişmez.
    Kusura bakmayın biraz uzun oldu,başınızı fazla ağırtmayayaım.Güzel yazılarınızı devamını bekliyor ellerinizden öpüyorum.

  9. Yazan:özlem Tarih: May 4, 2009 | Reply

    Merhaba Sevgili Sevim,
    lisede olduğunu söyleyince doğrusu çok şaşırdım hem de sevindim. Daha bu yaşlarda bu kadar toplumda olan bitenlerle ilgili hassas olabilmen hem de düşüncelerini böylesine cesaretle ve güzel anlatabilmen 12 eylül artığı kuşaktan birisi olarak beni çok mutlu etti. Kendi 12 eylül sonrası ilk gençliğimi hatırladım. Ne kadar sindirilmiş, korkutulmuş ve apolitik yetiştirildiğimizi. Özal ile gelen dönemle beraber hem bir parça dünyaya açılan zihnimizi ve o açılan kapıdan çeri çöpü, maddiyatçılığı dahil her şeyi nasıl büyük bir heyecanla buyur ettiğimizi.
    Seni, beni ve pekçok insanı şaşırtan isyan ettiren bu duyarsızlık hali çok ve çeşitli nedenlere dayansa da 12 eylüle giden yolun ve 12 eylül sonrası yılların üzerimizde bıraktığı gizli açık travmaların çok etkisi var.
    Hiç öğrencilik hayatında rastladın mı bilmem dayak çocukları çok korkutur ama genelde dayak yiyeni değil. Yerinde oturup yaramazlık yapmadan sessiz sedasız o manzarayı izleyen çocukları korkutur. Bizler bir parça o yerinde oturup sessiz sedasız dayağa şahit olmuş uslu çocuklar gibiyiz. Korkutulmuş çocuklar. Dilimizin çözümesi de o yüzden pek kolay olmuyor:) Geçen 12 eylül’de yazdığım bir yazıyı paylaşmak isterim. Bir parça bizim gibi annelerin, ablaların yetiştiği iklimi ve sizlere miras bıraktığımız vurdum duymazlık ortamını anlatıyor.
    Güzel yorumlarını her zaman bekliyorum. Sevgiyle…
    12 Eylül’ ün Yaşanabilir Olduğu Bir Ülke “650.000 kişi gözaltına alındı. 1.683.000 kişi fişlendi. Açılan 210.000 davada 230.000 kişi yargılandı. 71.000 kişi TCK.’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden, 98.000 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. 23.000 kişiye 0-1 yıl, 10.700 kişiye 1-5 yıl, 6.100 kişiye 5-10 yıl, 2.390 kişiye 10-20 yıl, 939 kişiye 20 yılın üzerinde ve 630 kişiye ömür boyu hapis cezası verildi. 7.000 kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, idamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi, idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. 388.000 kişiye pasaport verilmedi. 30.000 kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14.000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30.000 kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi “kaçarken” vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi. 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı. 23.677 derneğin faaliyeti durduruldu. 400 gazeteci için toplam 4.000 yıl hapis cezası istendi. 40 ton gazete ve dergi yakıldı.”
    İşte bir dönemin rakamlandırılmış beş on satıra sığdırılmış bilançosu. Bunca rakama bunca idam, fişlenmek, gözaltı, hapis, mülteci, kaçarken vurulmak, gazete ve dergilerin yakılması gibi sözcüğe bakarak bir dönemin vehametini insanların hayatlarını nasıl etkilediğini idrak edebilir miyiz? Şaka değil 650 000 kişi gözaltına alınmışken ve üstelik bunlardan 7000’i idamla yargılanırken şimdilerde yalnızlıktan muzdarip bir adamın ‘asmayalım da besleyelim mi’ sözü bu insanların yakınlarının kalplerini nasıl titretir bu rakamlara bakarak hissedebilir miyiz? Ferhat Kentel Yüzleşme isimli yazısında soruyordu. Ne kadar çok rakam var değil mi? Bu kadar çok rakamdan size hiç bir şey düşmedi mi? Ailenizden kimse idamla yargılanmadı mı ya da bir komşunuz işkence görmedi mi, sahi tanıdığınız hiç kimse fişlenmedi mi? Yine de sevinmeyin diyordu çünkü bu kadar çok rakam herkese bir şekilde dokunur.

    Bu kadar rakam herkese bir şekilde dokunur… 12 Eylül 1980 gününden sonra doğanlar bugün en fazla 28 yaşında genç bir nesil. Onlar üçüncü ihtilal çocukları. 12 Eylül 1980 sabahı siyah beyaz ekranlardan o meşhur konuşmasını yapan yönetime el koymuş, artık her şeyi düzenleyecek, derleyip toplayacak bizi “anarşiden”, “sapık ideolojilerden”, “iç ve dış düşmanlardan” kurtarmayı vaat eden paşanın belki de o zamanlarda birçok insan tarafından da tasdik edilen, destek gören ya da en azından sessizce seyredilen vaatlerine rağmen çok da matah olmayan bir dünyaya gözlerini açtılar. Dinlediğimiz onca Hasan Mutlucan türkülerine, televizyonlardan her birkaç saatte bir fırlayan bayraklı şapkalı, garip kıyafetli ‘Türke Türkten başka yok dost millet’ şarkılarını söyleyen ses sanatkarlarına rağmen çok da kendine güvenli ve geleceğe umutla bakabilen bir yapıları olduğu söylenemez. Diyebilirsiniz ki nasıl olsun ninni diye seferberlik türküleri dinlemiş, durmadan dört taraftan kuşatılmışlığının anlatıldığı şarkılarla büyümüş, yıllar yılı öcü gelir yerine “sapık ideolojilerle” korkutulmuş bir neslin durmadan gülücükler saçmasını mı bekliyordun. Ya her Allah’ın günü televizyonlarda çığlık çığlığa vatan sağ olsun diye tabutlara sarılan annelerin görüntülerine, Güneydoğu’da bir cenaze merasimi kadar umursadığımız yitip giden 40 000 insana, tüm demokrasi ümitlerinin karşısına geçip ‘%99,5 la da gelseniz iktidar olamazsınız’ diyen bir rektörün deli olmadığının anayasa mahkemesi kararıyla anladığımız beyanlarına, ülkesinde inandığı gibi okuyamadığı ve bu gerçeğin değişmesi için bir başka bahar bile göremediğinden dolayı burs derdine düşerek terki diyar eden onca gencimize, bu imkanı olmadığı için eve bağlanmış “şiddetin meşru nesnesi haline gelmiş” kızlara, her gün bir taş kapıdan geçerken kisve değiştiren ikili hayatlara, Tuzla’da, kot atölyelerinde sönen hayatlara rağmen insanca yaşam hakkını, örgütlenme özgürlüğünü halen “sapık ideolojiler”, “kandırılmış insanlar” kategorisinde değerlendiren bedeni gitmiş ruhu kalmış 12 Eylül zihniyetine, hala kanlı canlı hükmünü sürdüren yasasına rağmen mi?

    12 Eylül herkese bir şekilde dokunur…Hele bir sabah kalkıp yeni başladığınız orta okulunuza gittiğinizde birden olağanüstü bir şeyler sezerseniz, okul kapıları kilitlenmişse bir anda üstünüze, telaşlı öğretmenler ve sivil, resmi kıyafetli polisler koridorlarda fısıldaşıyorsa hepiniz bir öğretmen nezaretinde sınıflara doldurulmuş elinize bir kağıt kalem tutuşturulmuş “kahrolsun”, “yaşasın”, “devrimci”, “T,K bilmem ne” gibi bazı kelimeleri yazmanız istenmişse, arkadaşlarınız sabah bayrak töreni sırasında camdan aşağıya bildiriler atılmış bunu yapanları bulacaklar diye sessizce fısıldayıvermişse kulağınıza, içinizi bir korku kaplamış ya benim yazımı bildirilerdeki yazılara benzetirlerse ya beni götürürlerse nasıl anlatırım, bir daha öğretmenlerim de beni sevmez diye çocuksu korkularla titremişse bacaklarınız, endişe ile geçen birkaç saatin ardından iki üç çocuğun sivil polislerce kolundan tutulup götürüldüğüne şahit olmuş hem üzülmüş hem de bu gidenlerin siz olmadığınıza dua etmişseniz ve hiçbir zaman yine birkaç arkadaşınızın şimdi yandılar sözünün ardından gidenlerin nereye gittiğini, ne olduğunu bir daha geri gelip gelmediğini soracak gücü kendinizde hissetmemişseniz, bir 12 eylül sabahı anneniz gözyaşları içerisinde de dinlemiş olsa hamaset nutuklarını size dokunmuştur elbet. İlk gençlik yıllarınız ürküntü ile çelişkilerle geçer. Çok sevdiğiniz kimi arkadaşlarınızın ufak tefek ressam paşaya dokundurmaları işkence gözaltı kelimelerine karışır zihninizde, onlar adına korkuları uyandırır birden. Yıllar yılı hep 12 eylül öncesindeki kan ve anarşi ortamı sesleri kulaklarınızda siyasi konuların konuşulduğu her ortamdan kaçar herkesten şüphelenirsiniz. Sakıncalı sanatçılar, sakıncalı edebiyatçılar, sakıncalı gazeteler, sakıncalı insanlarla doludur aklınızın koridorları.

    Korku ikliminin atmosferini yaşarsınız yıllarca. Ta ki bir gün bir bakmışsınız siz de “şeytanlaştırılmış” o sakıncalı insanlar listesinde ötekilerin korktuğu, kaçması gerektiği, gittikleri yerlere girmemesi gereken bir sakıncalı suret oluvermişsiniz. Çünkü 12 Eylül’ün yaşanabilir olduğu bir ülkede yaşamaktasınızdır hala.

    O zaman her şey yeniden başlar ve gümbürtüyle çöküverir 12 Eylül denen aşılmaz kalenin zihninizdeki ve kalbinizdeki surları.

    Şimdi 12 eylül size tam manasıyla dokunmuştur işte.

  10. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 4, 2009 | Reply

    12 Eylül üzerine yazılan yazıdaki bilanço “duyarsızlık”konusunda çok önemli ipuçları veriyor.

    Sayın Kentel’in dediği gibi bu kabarık liste acaba hiç mi yakınlarımıza uğramadı,dokunmadı?Hiç mi ilgilendirmedi bizi?

    Hayır,ben hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum.Tersine,ortaya yayılan bir radyasyon ışını gibi yaşamımızın her yanına nüfuz etti bu sistemli korku ve sindirme.Öyle bir dokundu,öyle bir sarstı ki bizi yaşadığımız onca acıyı hissedemeyecek duruma geldik.

    Bugün,o derin izlerin ruhumuzda bıraktığı travmaların sonucu belki de “adalet isteme”de bocalıyoruz.

    Evet bocalıyoruz!Toplum olarak bizlere sunulan korku ve sindirme ile daha yaşanabilir bir dünya özlemi arasına sıkışıp kalmışız çünkü.

    Ve hâlâ o korku imparatorluğunun gölgesinde,onun bizlere bıraktığı mirasla yaşıyoruz.

    Şaşkınlığımız da,tedirginliğimiz de ve biraz da vurdumduymazlığımız ve kayıtsızlığımız da bu eserin(!),bu mirasin ürünü.

    Bunu aşabilecek miyiz?Belki.Yukarıda okuduğum liseli genç kızın yürekli yazısı doğrusu benim gibi yaşını almış bir adama umut verdi.

    Umutlar gün geçtikçe çoğalıyor.Daha da çoğalacak.Belki biraz sancılı geçecek fakat değecek…Artık içine tıkıştırıldığımız karanlık tünelin diğer ucunda bir ışık belirdi.Yürüdükçe çoğalacak bu ışık.

  11. Yazan:ali duman Tarih: May 4, 2009 | Reply

    12 Eylül 1980’den beri bir korku imparatorluğunda yaşıyoruz, halkın en meşru her türlü NORMALLEŞME hamleleri bir şekilde “ZİNDE GÜÇLER” marifetiyle bertaraf ediliyor, bu bertarafı garanti altına alabilmek için devlet içinde yuvalanmış çeteler kuruluyor. Bunun bir adı olmalı, hatta bu cumhuriyetin bir adı olmalı, onlarca yada yüz yıl sonra bu dönem bir isimle adlandırılacaktır, yaşaması bizim talihsizliğimiz olan bu dönemin adı “12 EYLÜL CUMHURİYETİ”dir.

    Ana muhalefet partisinin lideri, hükümeti “korku imparatorluğu” kurmakla suçluyor, bu suçlamayı yapan aynı zamanda 12 Eylül faşist darbesinin ANAYASA’sını ve dahi tüm yasalarını savunuyor. Korku imparatorluğunu yıkmaya çalışmanın adı korku imparatorluğu kurmak oluyor ve biz bununla tehdit ediliyoruz. Bu darbeci ve vesayetcilerin derdi hükümet değildir, asıl dertleri bu korku imparatorluğunu idame ettirebilmektir. Atatürkçülük maskesini takmış olan hakim sınıfın bin türlü alevara, dalevara ile dayattığı tek şey “kırk katır mı?, kırk satır mı?” alternatif(sizliğ)i.

    Umudumuzu yitirmeden “yaşasın Türkiye’nin aydınlık geleceği” diyebilmek, bu umudu taşıyanları güçlendirecektir.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin