ABD’yi tedavi etmek mümkün mü? – BÖLÜM I
By Mehmet Yılmaz on May 12, 2009 in Amerika, Amerikan Saldırganlığı, Beyin Yıkama, Derin Mevzu, Psikolojik harp, Ulus-Devlet
- – Ne? Türkçe mi konuşuluyor Türkiye’de?
- – Sen ne sanıyordun?
- – İspanyolca tabi ki! Diğer Arap ülkeleri gibi!
1991 yazında New York’ta üniversite öğrencileriyle bir kahveye oturmuş gevezelik ediyorduk. Önümüzden geçen otomobillerin hemen hepsinin radyo antenlerinde Amerikan bayrakları asılıydı. Kaldırımlarda Saddam Hüseyin desenli tuvalet kâğıtları satılıyordu.
Türkiye’de İspanyolca konuşulduğunu zanneden bu çocukların zihni karmakarışıktı. “Ulusal güvenliğimiz tehlikede” diye Irak’a karşı savaşa girdiklerine göre “Arapların” Ortadoğusu Latin Amerika diktatörlerinden fazla uzak olmamalıydı! Türkiye’deki Amerikan üslerinden kalkan uçaklar Irak’ı bombalayabildiği için Türkiye’nin de İspanyolca konuşulan bir Orta Amerika ülkesi olmasından daha normal ne olabilirdi?
2 Ağustos 1990’da Irak ordusunun Kuveyt’e girmesi Amerikan halkına acil bir millî güvenlik sorunu olarak anlatıldı. Halk birinci körfez savaşını adeta bir meşru müdafa olarak gördü. ABD “kendisini ve müttefiklerini korumak için” insanların, şehirlerin üzerine 88.500 ton bomba atmıştı. Asker sivil ayırd etmeden yapılan bu katliam ne ilk ne de sondu.
Colin Powell, Condoleezza Rice ve nihayet Obama ile “Zenci açılımını” sürdüren Amerikan devleti paradoksal bir şekilde dünya barışının önündeki en büyük engellerden biri.
Bu halkın seçtiği hükümetler her yerde terör estirmeye devam ediyorlar. Güney Amerikalı diktatörlerden Ortadoğu’nun psikopatı İsrail‘e kadar birçok terörist devlet ABD’den silah ve para yardımı alıyor.
Bugün Irak’ı yerle bir eden ABD ordusu, 1965-1973 yılları arasında “Komünizm tehlikesini durdurmak için” Vietnam’da yaşayan insanların üzerine 6 milyon ton bomba attı. Tüm 2ci Dünya Savaşı boyunca yine aynı hava kuvvetlerinin bütün cephelerde “sadece” 2 milyon ton bomba attığını göz önüne alırsak ABD’nin artan saldırganlığı daha da net bir biçimde çıkıyor ortaya.
Amerikan “milliyetçiliği” ve kutsal(!) Amerikan toprağı
Bu saldırganlığı mümkün kılan arka plan nedir? Sıradan Amerikalılar nasıl bir beyin yıkamaya maruz kaldılar ki devletlerinin bu derecede kan dökmesini kabullenebiliyorlar? Bunu anlamak için ilk etapta ABD’nin 2ci Dünya Savaşı’na girdiği günlere dönmek gerekiyor:
Sene 1941, yani 6 yıl sürecek bu küresel savaşın 3cü yılındayız, kimin kazanacağı henüz belli değil.
O dönemde çelik, petrol ve silah endüstrisi çatışmaların büyümesini ve uzamasını dört gözle bekliyor. İş dünyasının “etkili” isimleri tarafından Federal hükümete bu yönde güçlü bir lobi yapılırken ABD’nin savaşa girmesi için Londra tarafından uygulanan bir diplomatik baskı da var. (1) Ama 1941’de fikren bölünmüş olan Amerikan kamuoyu yeterince savaş yanlısı değil. ABD’nin bu savaşa girmesine karşı olanların sesi biraz “fazla yüksek” çıkıyor. Amerikalılar “başkasının savaşında” ölmek istemiyorlar.(2)
Oysa Amerika Birleşik Devletleri‘nin 32. başkanı Franklin Roosevelt ve ekibi bu savaşa girmezlerse bir kaç yıl sonra büyük bir sorunla karşılaşabilirler: Avrupa’yı yutarak devleşmiş bir Almanya ve Büyük Okyanus’un karşı yakasını ele geçirmiş bir Japonya! Tersine Amerikan ekonomisinin ve siyasî gücünün yayılabilmesi için bölünmüş, parçalanmış bir dünyaya ihtiyaç var. Özetle ABD’nde devlet halkı “ölmeye ve öldürmeye ikna etme” konusunda sıkıntı çekiyor.
İşte bu çekişmeli 1941 yılı sonunda 11 Eylül saldırısına benzer, bahane üretici bir mucize(!) gerçekleşiyor: 7 Aralık 1941‘de Japon ordusu Pearl Harbour’a saldırıyor. 2400 civarında Amerikan askeri ölüyor, maddî hasar büyük. Başkan Roosevelt ertesi gün ABD adına Japonya’ya ve müttefiklerine karşı savaş ilân ettiğini kısa bir konuşma ile duyuruyor.
Aslında Pearl Harbour deyince New York ya da Detroit gibi bir Amerikan şehri akla gelmemeli. Bu ada ABD’nin en batıdaki metropolü olan Los Angeles şehrinden 3500 km, Tokyo‘dan ise 6500 km uzakta, okyanusun ortasında, son derecede izole bir askerî üs.
Bu izolasyon sebebiyle adanın millî güvenlik için önemi oldukça tartışmalı. Ek olarak saldırıda kaybedilen 2400 küsur askerin intikamını almak bahanesiyle(?) girilen 2ci Dünya Savaşı sonuna kadar 405 bin Amerikan askeri daha ölecekti(3). Haliyle “halkın güvenliği için girilen” bu savaşta Pearl Harbour’da ölenlerin 170 katı Amerikalının yaşamını kaybetmesi niyetin samimiyetini daha da tartışılır hale getiriyor.
Gelin görün ki bu Japon saldırısı Amerikalıları bayrak altına daha doğrusu başkan Roosevelt ve ordunun arkasında birleştirmeye yetti. Pearl Harbour bugün hâlâ bir tür kutsallık duygusuyla anılan adeta mitik-folklorik bir olgu. Tıpkı 11 Eylül saldırısı gibi Amerikan millî(!) kimliği ve vatan toprağının kutsallığından ayırd edilemiyor. ABD tarihi içinde bulabileceğimiz onca savaşın içinde Pearl Harbour ve 11 Eylül’ün yeri ayrı. Bunu görmek için Buna benzer sitelere bir göz atmak yeterli. Tişörtler, bayraklar, rozetlerle ürünleşen Pearl Harbour = 11 Eylül tabusu çok dikkat çekici.
Amerikan topraklarının kutsallığı(!) ve ve bu kutsallığın kaynakları üzerine ilerideki bölümlerde geleceğiz. Ama ilk etapta bu tür kavramların “sahneye konuşuna” ve siyasî söyleme dâhil edilişine odaklanalım.
Hollywood vatan hizmetinde!
Amerikan millî hislerinin ve savaşa yönelik kamu harcamalarının tavan yaptığı bu atmosferde başlayan 1942 senesinde başkan Franklin Roosevelt en ünlü sinema yönetmenlerini Beyaz Saray’da bir salonda topluyor. Aralarında John Ford, Franck Capra gibi isimler de var. Roosevelt 10 kadar propaganda filmi sipariş ediyor. Yine aynı günlerde Pentagon Hollywood’da bir irtibat bürosu açıyor. (4)
Franck Capra o dönemde “Why We Fight” (=Niçin savaşıyoruz?) adlı bir dizi film çekiyor:
- 1) Prelude to War (Savaşa hazırlık, 1942) demokratik devletler ile faşist devletler arasındaki farklara dikkat çeken, savaşmayı bu yolla meşrulaştıran bir film.
- 2) The Nazis Strike (Nazi darbesi, 1942)
- 3) Divide and Conquer (Böl ve ele geçir, 1943)
- 4) The Battle of Britain (ingiltere savaşı, 1943)
- 5) The Battle of Russia (Rusya savaşı, 1943)
- 6) The Battle of China (çin savaşı, 1944)
- 7) War Comes to America (Savaş Amerika’ya geliyor, 1945)
Sinema dünyasını, devleti ve orduyu bir araya getiren bu “renkli” toplantı acaba dünya savaşı koşullarında başlayıp bitmiş sıradan bir propaganda çabası mıydı? Yoksa bugün hâlâ işlemeye devam eden bir beyin yıkama makinesinin temelleri mi atılmıştı?
Tarihteki olayların günümüze etkisini ölçebilmek için süreklilik arz edenler ile küçük zaman dilimlerinde hapsolup kaybolanları birbirinden ayırd etmek birinci derecede önem taşıyor. Bu bağlamda ABD’nin:
- 1) Resmî tarihinde,
- 2) Dış politikasında,
- 3) Ulusal güvenliğe bakışında,
- 4) Amerikan millî kimliğinin inşasında,
Bu noktadan daha ileri gitmeden önce sanat(!)-siyaset-ordu eşgüdümünün varlığını, etkisini, sürekliliğini ve tabi ki bütün bunların Türkiye için önemini tespit etmekte fayda var.
ABD’de demokrasi hapşırırsa Ortadoğu’da barış verem olur
Şayet Amerikan sinema endüstrisi, aktörleri, senarist ve yönetmenleri ile büyük bir propaganda makinesinin parçaları haline gelmişse ortada çok ciddî bir sorun var demektir. ABD’nin dünyayı yönettiğini söyleyemesek de birçoğumuzun hayatını mahvetme kapasitesine sahip olduğunu teslim etmeliyiz.
ABD’nin başına Reagan, baba ve oğul Bush gibi savaşçı başkanların seçilmesi riski her zaman mevcut. Yine bu ülkenin ordusu doğrudan saldırmasa bile meselâ Ortadoğu’da kanlı diktatörleri ve savaşçı devletleri desteklemesi göz ardı edilebilecek bir tehlike değil. Haliyle Amerikan başkanlık seçimlerinin sonuçları bizi Türkiye’deki seçimler kadar etkiliyor. Etrafımızın savaşlarla çevrilmesi demokrasinin Türkiye’ye gelmesini geciktiriyor. Savunma bütçemizi arttırmamız, polis, asker gibi güçlerin özel hayatımıza müdahele etmesi ve daha bir çok anti-demokratik oluşuma tahammül etmek zorunda kalıyoruz.
Bu bağlamda Amerikan halkının “birşeylerden” korkarak demokrasiye sırt çevirmesi bizim açımızdan son derecede önemli.
Meseleyi bir kaç eksene bölecek olursak şu soruları kendi kendimize sormamız gerekiyor:
- 1) Amerikan demokrasisi bu halkın özgür iradesini temsil ediyor mu?
- 2) Devlet halkının denetiminden kaçmak için anti-demokratik yöntemleri meşrulaştırma peşinde mi?
- 3) Korku yoluyla insanları özgürlüklerinden fedakârlık etmeye iten muhtemel bir propagandaya sinema endüstrisi ne ölçüde alet edilebilir?
- 4) Halkın devleti eleştirmesine engel olmak için ABD vatandaşlarını düşüncelerini “el altından” yönlendiren ve Hollywood’u kapsayan bir sistemin varlığından söz edilebilir mi?
İşte bu sanat(!)-siyaset-ordu eşgüdümünün sürekliliği konusunda dikkatimizi yoğunlaştıracağımız birinci nokta 11 Kasım 2001’de yani 11 Eylül saldırısından tam 2 ay sonra Hollywood’da yapılan bir toplantı. Jack Valenti ve Karl Roove‘un da katıldığı, devlet ve ordunun beklentilerinin sanat(!) dünyasına “tavsiye” niteliğinde iletildiği bu toplantıyı yaklaşık 50 yıllık bir “millî güvenlik sineması” işbirliğinin geldiği son nokta. (5a)
Bu toplantının önemini daha iyi kavramak isteyen okurlarımız iki anahtar (?köprü) katılımcının, Jack Valenti ve Karl Roove‘un özgeçmişlerine bir göz atabilirler. Biz sadece iki küçük bilgi verelim:
- Valenti politik danışmanlık ve lobicilik yapan Weekley & Valenti şirketinin kurucusuydu. J-F. Kennedy’nin öldürülmesinin ardından başkanlık görevini üstlenen Lyndon Johnson‘un özel danışmanı oldu. 1966’da Walt Disney Pictures, Columbia Pictures (Sony Corporation), Paramount Pictures, (Viacom), 20th Century Fox (News Corporation), Universal Studios (NBC Universal), Warner Bros. (Time Warner) şirketlerini temsil eden MPAA (Motion Picture Association of America) birliğine başkanlığına getirildi.
- Rove ise G.W. Bush’un danışmanı ve Office of Political Affairs, the Office of Public Liaison, ve White House Office of Strategic Initiatives‘in yöneticisiydi. Beyaz Saray‘dan ayrıldığından beri Fox News, Newsweek ve Wall Street Journal gibi medya kuruluşlarında politik danışmanlık yapıyor.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler ışığında ABD’da sinema endüstrisinin, ikinci dünya savaşından 11 Eylül saldırılarına dek uzanan bir Siyaset-Sinema-Ordu üçgenine dahil olduğunu görüyoruz. Bu işbirliğinin nikâhının kılındığı 1942 Washington toplantısından 11 Kasım 2001’de yani 11 Eylül saldırısından 2 ay sonra yapılan Hollywood toplantısına kadar geçen süreyi bir parantez gibi içine alan iki önemli kilometre taşı daha var, bunlar iki önemli kanun:
- National Security Act (26 Temmuz 1947)
- Patriot Act (26 Ekim 2001)
Birincisi Soğuk Savaşın başlangıcı, ikincisi ise “İslamcı” Teröre karşı “yeni Haçlı seferinin” başlangıcı. Birinci kanun ile NSC (National Security Council = Millî Güvenlik Kurulu) oluşturuluyor. NSC adı FBI ya da CIA gibi fazlaca anılmayan ama çok etkili ve yetkili bir organ. Resmî varoluş sebebi Millî Güvenlik, dış politika, ordu ve istihbarat arasında eşgüdüm sağlamak. Uygulamada ise söz konusu kurumlarla rekabete hatta çatışmaya girmiş olması ve tehdit normları üretmesi dikkat çekici. ABD’nin KİMLERDEN KORKMASİ GEREKTİĞİ burada belirleniyor. NSC tarihi boyunca birçok değişimden geçmiş, politik amaçla başkalarını kullanmış ve kullanılmış bir organ.
Meselâ 1980’lerde İrangate skandalı olarak bilinen olay: NSC üyesi Albay Oliver North’un “bir numaralı düşman” İran’a silah satması ve buradan yapılan kâr ile Nikaragua’da halka eziyet eden kontrgerilla operasyonlarını finanse etmesi ilginçtir. Kongre resmen bu yardıma da karşıydı. NSC demokratik denetim mekanizmalarını atlatmak için kullanılmıştı. (5b)
İkinci kanun 11 Eylül saldırılarından sonra acilen ortaya çıkmış, yıldırım hızıyla onaylanmış bir tür refleks. Demokrasinin garanti ettiği hakların askıya alınmasını, polis ve istihbaratın yetkilerinin arttırılmasını sağlayan bir sıkıyönetim ilânı.
Aslında bizler de Ergenekonistan’da yaşıyoruz. Kurtlar Vadisi’nden dış politika, Cüneyt Arkın’dan, Kara Murat filmlerinden Tarih öğrenen(!) bir milletin çocuklarıyız. ABD’de Sinemanın millî bilince(!) katkı sağlamasını eleştirecek bir durumda değiliz. Zaten biraz da bu benzerlikten istifade ederek ama Amerika’nın kendine özgü koşullarını unutmadan anlama çabamızı sürdüreceğiz. Öyle görünüyor ki Amerikan saldırganlığının kökenlerini anladıkça kendimizi de anlamamız kolaylaşacak.
“Vatansever” adında bir film
Önce küçük bir hatırlatma yapalım, Avrupa sinemasının aksine Amerikalı film yönetmeni sanatını icra eden bir sanatçı değil. Hollywood’a göre film demek, senaryosu, sinema dili, müzıği, aktörleri, dekoru… “studio” tarafından belirlenen bir ürün demek. Yani bir sanat eseri değil. Elbette geçmişte Charlie Chaplin ya da “Citizen Kane” ile ünlenen Orson Welles gibi istisnalar oldu ama Amerikan Film Endüstrisi isminden de anlaşılacağı gibi bir endüstri. Bu endüstrinin patronları da sanatla değil kârlılıkla, lobilerle ve siyasetle uğraşıyorlar.(5c)
Bugün Amerikan hükümetinin ya da ordusunun “hoşuna gidecek” bir film yapmak isteyen yönetmenler Avrupalı meslektaşlarının hayal bile edemeyeceği miktarlarda yardım alabiliyorlar. Sadece maddî destekle sınırlı kalmıyor bu yardımlar. Tanklar, figüran olarak binlerce asker hatta uçak gemisi bile “ödünç” verilebiliyor çekimler için.(6)
Peki devletin “hoşuna gidecek” filmler neye benziyor?
Başrolünü Mel Gibson‘un oynadığı Patriot (Vatansever) adlı film Amerikan millî güvenlik sinemasını keşfetmek için iyi bir başlangıç noktası.
Filmin kısaca konusu şöyle: Mel Gibson’un canlandırdığı Benjamin Martin 1776’da yaşayan eski bir askerdir. Önceden katıldığı savaşlarda yaptığı katliamlardan utanç ve pişmanlık duymaktadır. Bütün bunlardan uzaklaşmış, ailesiyle sıradan bir çiftçi gibi yaşarken İngilizler tarafından büyük zulüm görür. Evi yakılır, bir oğlu öldürülür. Artık intikam almak için geçerli bir sebebi vardır.
Şimdi bir parça analiz edelim: Son derece kanlı sahnelerle dolu film Amerikan ulus bilincinin İngiliz zulmü karşısında doğuşunu anlatıyor. Özellikle filmin bitiş sahnesindeki savaşta Benjamin Martin’in elinde taşıdığı Amerikan bayrağı, neredeyse ekrandan dışarı taşacak kadar kan akması ve son bir teke tek dövüş sahnesinde mutlak iyinin mutlak kötüyü (Amerikalı bayraktarın İngiliz komutanı) dövmesi dikkate değer. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir kaç nokta var:
- Savaş olgusu ne Amerikan “millî” algısında ne de güvenlik sineması dilinde yıkıcı bir süreç değil (7a). Tersine akan kan günahları arındıran, tertemiz, yeni bir sayfa açmaya yarayan bir olgu. Bu filmde de savaş suçu işlemiş, soykırım yapmış bir Amerikalı, zalim İngiliz’i yenerek Tanrı’dan günahlarının affını kazanıyor. (Alevîlerce Hacı Bektaş Veli‘ye atfedilen Bostancı Baba olayında 100üncü kişiyi öldürerek 99 cinayeti affedilen katili hatırlayın(7b) )
- Vatansever Amerikalı’nın savaşı haklı bir savaş (a just war). Komünizme karşı savaş, teröre karşı savaş gibi. Zira Amerikalı’nın evi yakılmış, oğlu öldürülmüş. İntikam almasından daha doğal ne olabilir? Yazının başında Pearl Harbour ve 11 Eylül hakkında söylediklerimizi hatırlayın. (Ve tabi Türk kızlarına tecavüz eden kahpe Bizanslılardan Cüneyt Arkın’ın nasıl intikam aldığını)
11 Eylül saldırısından 4 gün sonra kürsüye geçen G. W. Bush şöyle başlıyordu konuşmasına : “we are so good…” (biz öyle iyiyiz ki, kim bizim kötülüğümüzü istemiş olabilir?) Bir başka deyişle; eğer birisi iyiliğin ta kendisi(!) olan ABD’nin kötülüğünü istediyse o ancak kötülüğün ta kendisi olabilir! “Ya bizden yanasınız ya da bize karşısınız!” (G. W. Bush)
Aynı düşünce zemininde değerlendirince Bush’un “Axis of Evil” (şeytan/kötülük ekseni) dediği Irak, İran, Kuzey Kore ya da Huntington‘un uygarlıklar çatışması tezi daha fazla “anlam” kazanıyor. Ya da en azından Amerikalıların beynini yıkama sürecindeki yeri daha iyi anlaşılıyor.
Kaynaklar
1° The Second World War: A Short History – Parker, Robert Alexander Clarke (Cambridge University Press)
2° The Origins of The Second World War, A.J.P. Taylor (Touchstone)
3° American War and Military Operations Casualties: Lists and Statistics, Hannah Fischer, Kim Klarman, Mari-Jana “M-J” Oboroceanu (2008, Congressional Research Service)
5a° Hollywood, le Pentagone et Washington, Jean-Michel Valentin (2003, Editions Autrement)
5b° The Iran-Contra Affair: Political Scandal Uncovered (Lisa Klobuchar)
5c° On Hollywood: The Place, The Industry, Allen J. Scott, 2005 baskısı, Priceton University Press (Not: Ekonomik modele odaklanan bir inceleme için Janet Wasko’nun How Hollywood Works adlı kitabına bakılabilir)
6° “Take my Breath away” isimli romantik parça ile akıllarda yer eden Top Gun filminin çekimi için Amerikan Deniz Kuvvetleri USS Enterprise (CVN-65) isimli uçak gemisini ödünç verdi. Deniz Kuvvetlerinin pilot bulmakta zorluk çektiği bir dönemdi. Vietnam kompleksi insanları askerlikten soğutmuştu. Teknolojinin, pilotların “özgür” cinsel hayatının ve ordunun “yüceltildiği” film Vietnam yenilgisinin utancını unutturmada etkili oldu. Sinema salonlarının çıkışına yerleştirilen kayıt büroları Deniz Kuvvetlerinin insan kaynakları sorununu çözdü. 1986 yapımı olan filmin baba ve oğul Bush gibi savaşçı bir başkan olan Ronald Reagan’ın dönemine (1981-1989) denk gelmesi ayrıca dikkate değer. Yine Regan’ın Hollywood’dan gelen bir aktör olması ve başkanlığı sırasında “Yıldız Savaşları” gibi aşırı pahalı askerî projelere büyük kaynaklar aktarması düşündürücüdür.
7a° Slotkin, Richard, Regeneration Through Violence: The Mythology of the American Frontier, 1600-1860 (2000), University of Oklahoma Press.
7b° “Kendimi tutamıyorum adam kötü galiba yarabbi bana yardım et dedi. Adam hakaret edici laflarla bostancı babayı itiyordu. … Sonunda adam elindeki sopayı bostancı babanın kafasına indirdi. Darbeyi yiyen bostancı baba belindeki teberi çıkarıp adamın boynuna indirdi adamın boynu kopmuştu. 99’du yüz olsun zaten belliydi benim günahlarım af olmazdı diye ağlaya ağlaya kösevinin yanına giderken köylülerde gelmişti. Adamın öldüğünü görünce bostancı babanın ayaklarına kapandılar, baba köyümüze gelen erenlerden dervişi şikâyete gidiyordu köyümüzü kurtardın Allah senden razı olsun diye dua edip adamın cenazesini alıp gittiler. Bostancı baba gidip yanmış köseviyi sökecekken görmüş ki kösevi yeşermiş. Köseviyi söküp tekrar Hacıbektaş Veliye gelmiş. …” Tamamı için bu siteye bakılabilir: http://www.aleviforum.com/archive/index.php/t-31173.html
6 Yorum
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: May 12, 2009 | Reply
Ulusculuk, ırkçılık ve bu kutsal dava! uğruna katliamları haklı gösterme kaygıları…
ve bu davayı amerikan halkına, benimsetme ve endoktrine etme politikası…
Endoktrinasyonda kullanılan propaganda malzemeleri ve yöntemleri…
Yazıda yok yok…
Ulusçuluk bizde de var olan bir hastalık…
Bu yazı bize de ayna tutuyor. Ezberleri bozuyor
Bana göre olay bir yazı dizisi…
Bir Mehmet Yılmaz klasiği…
Devamını heyecanla bekliyorum…
Kaleminize ve yüreğinize sağlık.
sevgilerimle
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: May 13, 2009 | Reply
Bence de tam bir Mehmet Yılmaz klasiği…
Mehmet(Bahadır)beyin de söylediği gibi çağımızın,ulusçuluk/milliyetçilik ekseninde yürütülen “kutsal dava”larının arka planı herhalde bu kadar net ve aydınlatıcı bir şekilde verilebilirdi.
Bu,sadece Amerikan halkının nasıl savaş ve katliamlara ikna edildiğinin hikayesi değil aslında.Aynı zamanda güvenlik kaygısı bahane edilerek tüm dünyada savaş baronları tarafından topluma savaş coşkusunun sistematik yollarla nasıl aşılandığının,insanlığın adım adım toplumsal bir cinnete nasıl sürüklendiğinin de hikayesi ve belgesidir.
Özetle,tüm insanlığa tutulmuş bir aynadır yazı.
Zira insanlığın teslim olduğu bu cinnet hali sadece Amerika’ya özgü bir olay değildir.Bir kanser gibi yeryüzünün her karışına yayılmıştır bu hastalık.Belki Amerika’nın elinde tuttuğu güç ve iktidar,bu ülkenin tüm dünyayı tehdit eden bir tehlike haline gelmesine imkan sağlamış,yaratılan şiddet ve intikam duygusu bu yolla Amerikan ülkesinin sınırlarının dışına taşmıştır.Ancak mantık aynı mantıktır.Bu zemini hazırlayan ruh hali her coğrafyada benzer eğilimlere yolaçmış ve aynı kaynaktan beslenmiştir.
Dolayısıyla mesele sadece Amerika’yı tedavi etmekle sınırlı değil.Tüm insanlığın bu manada bir tedaviye ihtiyacı var.En başta Amerikan toplumu veya halkı bu takıntılı savaş haline,bu sapkınca teyakkuz haline dur demedikçe ABD’nin bu pervasız savaş tutkusu son bulmayacaktır.Zira kendi halkınca bu savaş ve terör konsorsuyumu sorgulanmadığı sürece kalıcı bir önlem düşünülemez.Kendisinden çok daha güçsüz olan diğer ülkeler tarafından bir yaptırım sözkonusu olamadığına göre yegane tedavi,başta Amerikan halkı olmak üzere tüm insanlığın bir avuç silah tüccarının dünya insanlığına reva gördüğü bu kirli sistemi yeniden sorgulaması ve bunun üzerinden yeniden düşünmesiyle mümkün olacaktır.
Sevgili Mehmet kardeşim;
İnsanlığın kurtuluşu için gösterdiğin bu insani çabayı yürekten kutluyorum.Dilerim insanlığın kaybettiği yolu yeniden bulmasına,dünyada barış rüzgarlarının yeniden esmesine vesile olsun bu güzel yazın.
En içten sevgilerimle…
Yazan:eg Tarih: May 13, 2009 | Reply
teşhis bence çok doğru. ama bu teşhis sanki çaresi olmayan bir tür kanseri gösteriyor. tedavisi cidden mümkün mü acaba:)
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: May 14, 2009 | Reply
Hocam harika bir yazı kaleminize sağlık.
Şu domuz gribi ile ilgili yazınız hakkında bir kaç dedikodu vereyim.
http://www.derindusunce.org/2009/05/10/domuz-gribi-ozgurluge-bulasir-mi/
VarenGoldfx diye bir alman yatırım bankası var onun günlük bültenini alıyorum ben işim icabı orada bu mevzuyu küresel ölçekli bir spekülasyon olarak nitelendirip dikkatli olunması gerektiğini belirttiler. Birde bu haber yayılmadan kısa bir süre önce bir kaç büyük Abd kökenli fonun habere uygun pozisyon aldığı söylendi.Kaynağın güvenilirliği tartışılır ama gerçekçi görünüyor.
Yazan:BEYAZRENKLER Tarih: Eyl 22, 2009 | Reply
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır” Dünya genelinde, dengelerin, stratejilerin, tariflerin değiştiği ve yeniden yazıldığı bir dönem başladı ABD-AB ve Çin ilişkileri, AB-NATO-Rusya işbirliği, Orta-Doğu ve Avrasya dengeleri açısından ; uluslararası terör sözleşmelerinde ve tariflerinde ciddi değişimler olacaktır
ABD’nin teröre karşı başlattığı bu mücadele, uluslararası terörizmi, sadece ABD Dış politikasını etkilemeyi amaçlayan terörizmi hedef almamalı, ayni zamanda nerede ve hangi nedenle olursa olsun “masum sivillerin öldürülmesi olarak” uluslararası hukukta tanımlanan “terörizmle evrensel bir mücadele” seklinde yapılmalıdır
Yazan:denememeler Tarih: Mar 2, 2010 | Reply
Filmde atlanmış bir nokta var sanki: Mel Gibson’un uzunca süre savaşmayı istememesi, en sonunda mecbur kalması, yine de filmin sonunda 2. oğlunu feda etmekle ülkesini kurtarmak arasında kalması, ülkesini seçmesi…