ABD’yi tedavi etmek mümkün mü? – BÖLÜM II
By Mehmet Yılmaz on May 14, 2009 in Amerika, Amerikan Saldırganlığı, Beyin Yıkama, Derin Mevzu, Komplo Teorileri, Ortadoğu, Psikolojik harp, Savaş, Tarih, Ulus-Devlet
Geçen bölümde belirttiğimiz gibi tarihte sıkışıp kalan olaylar/kavramlar ile süreklilik arz ederek günümüze doğrudan etki edenler arasında ayrım yapmak gerekiyor. ABD ikinci dünya savaşından bu yana çok değişik sorunlar ve tehditlerle karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya savaşında Almanya ve Japonya, ardından Komünist Rusya ile Soğuk Savaş. Kore, Vietnam, Güney Amerika ve Afrika “cephelerinde” uyuşturucu ile mücadele boyutuyla “zenginleşen” soğuk savaşın bitişi ve şimdi de islamcı terör.
Perdenin ucunu yavaş yavaş kaldırmaya başladığımız birinci bölümün sonunda başrolünü Mel Gibson‘un oynadığı Patriot (Vatansever) adlı filmi örnek olarak vermiştik. Bu filmi kısaca analiz ettiğimiz paragrafta ise savaşın Amerikan “millî” algısında yıkıcı bir süreç olmadığını söyledik. Gerçekten de bugünkü Avrupa zihniyetinin aksine aksine Amerikalılar savaşları kolaylıkla kutsallaştırabiliyor, günahlardan arındıran ve Tanrı’ya yaklaştıran bir olgu gibi sunabiliyorlar. (Türk kimlik inşasında Ergenekon, Malazgirt savaşı gibi simgeleri, şehitlik kavramının “laik” ordular tarafından bile kullanılmasını hatırlayın)
Holllywood – Pentagon – Washington üçgenine derinlemesine bakarken bu üçgenin yaslandığı fikrî ve inançsal altyapıyı gün ışığına çıkarmak gerekecek. Son 50-60 yıldır yapılan bütün millî güvenlik filmerinin OLMAZSA OLMAZ üç dinsel(!) ögesini belirtelim öncelikle:
- 1) City upon a hill : Tepenin üzerindeki şehir
- 2) Frontier : Sınır (Türk kimliğindeki akıncı, serhat, vb mitolojisini hatırlayın)
- 3) Manifest Destiny : Apaçık bilinen Kader
Bu ögelerin ortaya çıkışları İngilizlerin kendilerine ilk defa “amerikalı” demeye başladığı yıllara uzanıyor. 1600’lerde Kuzey Amerika’da kurulan ilk kolonilere …
İncil… Kutsal kitap değil bir uluslaştırma aygıtı olarak
“Sen dünyanın ışığısın, tepenin üzerine kurulu bir şehir gizlenemez“, Matta, 5ci bölüm, 14-15inci ayetler. (8)
Kuzey Amerika kıtasında kurulan ilk koloniler sürekli bir ölüm kalım mücadelesi içindeydiler. Bir çok göçmen hem fakirlik hem de mezhep kavgaları sebebiyle Avrupa’yı terk ediyor, yeni bir yaşam kurma umuduyla Kuzey Amerika’daki kolonilere geliyordu.
Bu kolonilerden bir tanesi, John Winthrop önderliğinde kurulan Massachusetts Bay Colony, bu zorluklara karşı İncil’e sımsıkı sarılacaktı. İngiltere’den ayrılan ve kendilerine Püriten (saf, temiz) diyen Hristiyanların gözünde ingiliz Anglikan kilisesi Katoliklerin ritüellerini kabul ederek insanın Tanrı ile yaptığı ittifakı bozmuştu(9a). Bu sebeple Püritenler tıpkı Eski Ahit’teki Yahudiler gibi bu ittifakı yenilemek istiyorlardı. Yepyeni bir dünya düzeni kurmak, Tanrı’nın emirlerine uygun biçimde yaşamak ve eski dünyaya örnek olmak. (ABD’li politikacıların dünyayı kurtarma, demokrasiyi ve liberal ekonomiyi yayma konusundaki ısrarlarını hatırlayın)
Püritenleri Kuzey Amerika’ya getiren filonun amiral gemisi Arbella’nın güvertesinde liderleri John Winthrop Matta inciline gönderme yaparak püritenlere cesaret veren tarihi bir konuşma yaptı (9b):
(mealen) […] Tepenin üzerindeki şehir gibi olacağız. Dünyanın gözleri üzerimizde olacak. Tanrı’mıza layık olamazsak yandaşlarımızı utandıracağız, düşmanlarımızı sevindireceğiz […]
Tanrı, günah, sevap, cennet, cehennemle dolu bu konuşma endişe içinde seyahatin sonuna gelmiş insanlar üzerinde çok olumlu bir etki yaptı. Hastalık, açlık, kızılderili saldırısiyla can vereceğini bilen göçmenler yaşamaktan daha kıymetli(!) bir görevin sorumluluğunu omuzlarında hissettiler: “Tepenin üzerindeki şehri kurmak! (Bugünkü ABD’de bir çok insanın “püriten” İsrail’in kuruluşuna ve şu anki kavgasına neden sempatiyle baktığı, “kızılderili” Filistinlilere neden acımadığı zannediyorum biraz daha “kavranabilir” bir hale geliyor.)
Winthrop’un Matta’ya yaptığı bu gönderme o kadar tutuldu ki tarihin bir detayı olarak kalacak yerde Amerikalı siyasetçiler tarafından tekrar tekrar kullanıldı.
Meselâ 9 Ocak 1961’de John F. Kennedy hükümeti kuruluşu ile ilgili olarak şöyle diyordu (10):
(mealen) “[…] Rehberim 331 yıl önce yaptığı konuşmasıyla John Winthrop oldu. Biz de onlar gibi tehlikeli ve riskli bir SINIRDA hükümet kuruyoruz. Onun dediği gibi tepenin üzerinde bir şehir olacağız ve bütün halkların gözü üzerimizde olacak.”
Aynı konuşmada Tanrı’nın dünyayı 6 günde yaratması [Tekvin 31] (11) gibi hükümeti 6 günde kurduğunu hatırlatan Kennedy’nin yukarıdaki cümlesindeki sınır (ing. frontier) kelimesine dikkat edin, birazdan bu konuya da geleceğiz.
11 Ocak 1989’da Ronald Reagan, 2008’de Rudy Guiliani, John McCain, Sarah Palin tarafından da kullanılan “tepedeki ışık saçan şehir – Tanrı ile ittifak” simgesinin Amerikan millî güvenlik sineması tarafından nasıl kullanıldığına değinmeden önce diğer iki önemli simgeyi ele alalım: Sınır (frontier) ve Bilinen Kader (Manifest Destiny).
1000 Amerikalı akınlarda çocuklar gibi şendik, 1000 Amerikalı o gün koskoca bir orduyu yendik!
Geoffrey Perret‘in deyimiyle ABD savaşarak kurulmuş bir ülke – A Country Made by War (12). Belki “savaş sayesinde ayakta duran bir devlet” demek daha da doğru olabilir. Zira meşru şiddetin tekelini(13a) elinde bulunduran devlet halka yönelik olarak uyguladığı baskıları sürdürebilmek için iç ve dış tehditler bulmak ya da üretmek zorunda.
İşte Frontier (=sınır) tam da devletin bu şiddet ihtiyacına yanıt veren bir kavram. 1800’lerde yeni yerleşimlerin henüz yerleşime açılmamış bölgeler ile (genellikle Kızılderililerin egemenliğindeki topraklar) komşu olduğu yerlere “sınır” deniyordu. Ancak bu sınır dinamik idi. Satın alınan ya da askerî saldırılar ile ele geçirilen yerler sebebiyle yeni topraklar yerleşime açılıyordu. Haliyle devletin sözünün çok geçmediği, gücü yetenin kendi kanununu ötekilere dayattığı bölgelerdi söz konusu olan. Özgürlük de sınırsızdı haliyle. Kimseye ait olmayan bir arazide altın madeni bulmak ya da her an öldürülmek mümkündü. (13b)
Amerikalı tarihçi Frederick Jackson Turner 1893 yılında “The Frontier in American History” isimli bir makale yayınladı. Bu makalede sınır kavramının Amerikalılar için bolluk, bereket ve iyimserlik temsil ettiğini savundu. Zira sürekli genişleyen sınırlar sayesinde asla toprak kıtlığı çekilmeyeceğine inanan “seçilmiş” insanlar olan Amerikalılar vaad edilmiş topraklardan hakları olan payı aldıklarına inanıyorlardı. Turner’a göre Amerikan kimliğini oluşturan temel etkenlerden biri bu sınırsız sınırlardı.
Sınır kavramı da diğer millî Amerikan kutsalları gibi ne politik söylemden ne de uygulamadan eksik olmadı. Haliyle ulusal güvenlik sinemasında çok değişik kamuflajlar içinde tekrar tekrar karşımıza çıkan bu kavramdır. Devletin yıkılma noktasına geldiği, şiddetin meşru olmaktan öte ilahî bir nitelik, bir ödev özelliği kazandığı yerlerdir Hollywood’da sınırlar. Kâh nükleer bir saldırı, kâh bir doğal felâket, uzaylılar veya bir meteor ABD’ni haritadan silmek üzeredir. İşte tam o anda ABD başkanı halkı birleştiren duygusal bir konuşma yapar. İşte tam bu anda zaman ve mekân birleşir, o an Frontier (sınır) olur. Putsal Amerikan devleti (genellikle) ordusu sayesinde tepenin üzerinde ışık saçan şehri o sınır noktasına kurar. Çünkü apaçık bilinen bir kaderi vardır. Seçilmiş bir halk, vaad edilmiş topraklarda ne yapabilir başarılı olmaktan başka?
Ancak sınır sadece filmlerde bir propaganda ögesi olmakla kalmaz, Amerikalının dünyaya bakışını da koşullandırır. Türkler ile Amerikalıların Filistin gibi bir konuda birbirleriyle aynı dili konuşamamalarının temel sebeplerinden biri de sınırdır.
Bugün Filistinlilerin topraklarına el koyarak yeni “sınırlar” üzerinde yayılan siyonist yerleşimcilere bir çok Amerikalının bakışı tarafsız değil. Amerikalılar ataları gibi “zorluklara göğüs gererek vaad edilmiş topraklara yerleşen bu kahramanları” kendilerine daha yakın hissediyorlar. “Araplar Filistine çok daha önce gelmişti” tarzında bir itiraz ise cowboylar karşısında Kızılderilileri savunmaya benziyor ve beklenenin tam tersi bir etki yapıyor.
Süper güç olmak benim kaderimdir!
Resim: Ressam John Gast’ın fırçasından “Amerikan ilerleyişi”. 1872’de yapılan tabloda Amerika’yı temsil eden Columbia Batıya doğru ilerlerken Kızılderilier ve vahşi hayvanlar kaçıyolar. Tren, telgraf, tarım ve ilk yerleşmecilerin at arabaları boşalan yerleri dolduruyor. Amerikanize edilmiş yerler daha aydınlık, Columbia “nur” saçıyor!
İlk bakışta oldukça “dünyevî” işlerle ilgili bir toplum olarak görünen Amerikalıların devletleriyle olan ilişkilerini dine dayamaları oldukça şaşırtıcı görünebilir. Kapitalizm ve Liberalizm ile uyak yapan Amerikanizmi(14) halkın bilinçli seçiminden çok yeni bir ulus inşası sırasında devlet eliyle dayatılan resmî ideoloji olarak görürseniz bakış açısı değişir. Amerikan güç pastasını paylaşanlar dünyevî çıkarlar peşindedir ama maneviyat çok “ucuz” bir araçtır resmî ideoloji yolunda. Tıpkı Türkiye’de şehitlik kavramının açıkça sömürülmesi gibi. Ruhbanlaşan devletçi ideolog şöyle der: “Bizim dediğimizi yapın, gerisini merak etmeyin, zaten Tanrı’nın isteği de bu!” Vicdanlara susturucu takmanın(15) en kolay yollarından biridir bu endoktrinasyon.
Din, siyasetin ve militarizmin masasında bir meze olurken folklörleşir, sekilden ibaret bir “öz” haline gelir. Toprak artık üzerinde türlü nimetler yetişen bir Tanrı vergisi değildir. Toprak kanla sulanarak vatan haline getirilecek bir kara parçasıdır. Cenaze törenlerinde Türk bayrağı açtıran, toprağı, üniformayı, hatta silahı kutsal(!) yapan putsal devletin dünyevî çıkarları bunu gerektirir çünkü.
Amerikan Putsal devletinin söylemi de bu bağlamda sözde dinî mesajlara, emarelere(!) ve mucizelere bağlanmıştır. Bu söyleme göre Amerikalı sıradan bir insan değildir. Seçimiştir. Süper güç olması onun kaderidir. Barışı, iyiliği, güzelliği dünyaya yaymak için Tanrı tarafından verilmiştir bu güç ona. Elbette Amerika sıradan bir vatan degildir. Vaad edilmiş topraklardır.
Ekopolitik Grubu’ndan Hakan Çopur’un kaleme aldığı “Amerika’nın Kaderi” adlı makaleden devam edelim:
“[…] İlk olarak New York Gazetesi yazarı John L. O’Sullivan tarafından 1839 yılında sözcüklere dökülen bu inanç, o günden sonra O’Sullivan’ın makalesine atıfla anılmaktadır. Manifest Destiny, [MY: Apaçık Bilinen Kader] Amerikan istisnacılıgını, milliyetçiligini ve yayılmacılıgını bir araya getiren genel bir Anlayış olarak kabul edilmektedir. Bu anlayışa göre Amerika, kutsal bir misyonla, dünyanın diğer tüm uluslarını Hakikatin kaynagına çagıracak bir konumda bulunmalıdır. Bu ‘yüce görev’ için Amerika’nın ilahî olarak tayin edilmis oldugu inancı, Manifest Destiny’nin temel nosyonunu olusturmaktadır. Yani Amerika’nın kaderi, bu yüce misyonu ifâ etmektir. Bu bakımdan günümüz Amerika’sının insanlık tablosu içindeki yerinin Manifest Destiny baglamında yeniden düsünülmesi ve tartısılması gereken bir dönemde oldugumuzu söylemek, bu inancın temellerine aykırı olmasa gerek.
Manifest Destiny, Amerika’nın dogusunu tarih içinde müstesna bir yere konumlandırmaktadır. Bu konum, ‘ilahî olarak’ tayin edildigi için, degistirilemez bir konumdur. Bu bakımdan Amerika’nın dogusu, yeni bir tarihin baslangıcıdır. Zira tarih, Manifest Destiny’ye göre, “Amerika’nın dogusunu müjdelemektedir ve gelecek, adalet ekseninde kurulan Amerika’nın tarihi olacaktır.” […]” (4 sayfalık bu PDF dosyasının sonunda O’Sullivan’ın makalesinin Türkçe çevirisini okumak mümkün)
Tarihin cilvesi, daha önce açıkladığımız “tepedeki şehir” simgesinin fikir babası John Winthrop bu ilâhî kader kavramına en sert biçimde karşı çıkan grubun içinde yeralıyor. “Tanrı’nın adını şovenist ve bencil amaçlara alet etmek” ile suçluyor onları. Ve ancak bu karşı çıkıştan sonra “Apaçık Bilinen Kader” ünleniyor, siyasetçiler arasında popüler oluyor.
Aslında dönem buna müsait. Daha doğrusu ABD’nin yeni topraklara yayılmasına taraftar olanların projelerini meşru kılacak fikir ve innaçlara ihtiyaçları var. Bir yandan halk fetih savaşlarına katılarak ölmek istemezken diğer yandan Oregon, Texas hatta Meksika, Kanada ve Küba’nın ABD topraklarına dahil edilmesi söz konusu.(16)
Zaten O’Sullivan’ın(17) araladığı kapıdan ilk geçenler de Andrew Jackson yanlısı bir grup oluyor. (İstanbul’un Fethi sırasında propaganda için çok faydalı olan bazı hadisleri(!) hatırlamakta fayda var bu konuya değinmişken.)
Bu Apaçık Bilinen Kader inancına örneğin Abraham lincoln’un 1 Aralık 1862’de Kongre’ye hitaben yaptığı konuşmada da rastlıyoruz: “Dünyadaki son [en] iyi umut” (“the last, best hope of Earth”)
Manifest Destiny inancı 1800’lerde Amerikan yayılmacılığını destekliyor. Ancak 1900’lere gelindiğinde politik söylem içinde yerini korurken içeriği değişiyor. Amerika’nın kaderi artık yayılmak değil dünyaya demokrasiyi ve özgürlüğü yaymak. (18a)
ABD’nin 28ci başkanı Woodrow Wilson‘un 1920’de Kongre’ye hitaben yaptığı konuşmada “demokrasinin saflığından ve manevî gücünden”(18b) bahsetmesi buna güzel bir örnek. Tabi sadece söylemde kalmayan, uygulamaya da geçen bir duruş oldu Manifest Destiny. Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan devletlerin etnik ölçütlere göre parçalanması ve kendi kaderini tayin hakkı (self-determination) adına küçük ulus devletlerin kurulması bu ilkenin uygulan masının bir sonucudur. Gerçekte barışı değil soykırımları ve hâlâ süren etnik kavgaları beraberinde getiren bu ilkenin Manifest Destiny’ye ne derecede hizmet ettiği ise ayrı bir tartışma konusu.
Akılda tutulması gereken nokta ise Irak’a özgürlük, Ortadoğu’ya demokrasi getirme iddiasındaki ABD’nin propaganda amacıyla Apaçık Bilinen Kader (Manifest Destiny) inancını kullanmaya 1800’lerden bu yana kesintisiz olarak devam etmesidir.
Kaynaklar
8° “Ye are the light of the world. A city set on a hill cannot be hid”. – Standart Amerikan Edisyonu
9a° Türkçe kaynaklar arasında Protestanlar, Püritenler, Britanya’daki durum ve bütün bunların Amerikan kimliğine etkisi üzerine 50 sayfa uzunluğunda zengin bir çalışma mevcut. Mustafa S. Tüter, Muhammed Veysel Bilici, Esref Yalınkılıçlı, Ramazan Arıkan’ın yazılarının derlendiği Amerikan Kimliğinin Oluşumunun Sosyo-Ekonomik Öğelerine Genel Bir Bakış isimli çalışma bu ülkeyi ve insanlarını anlamak için mutlaka okunmalı. Bu sayfalarda anlatılan tarihi olaylar geçip gitmiş sıradan olaylar değil Amerikalıların kendilerine, devletlerine ve dış dünyaya bakışlarını belirleyen kurucu bir “mitolojinin” fikrî ve inançsal temelleri. Bu tür yazılara gerekli zamanı ayıran okuyucular Ermeni meselesi, Filistin, Kıbrıs ve daha birçok konuda Türkler ile Amerikalıların birbirlerini anlamakta çektikleri zorlukların kaynaklarını kavrayabileceklerdir. Yine aynı internet sitesinde Murat Sofuoğlu’nun kaleminden çıkmış olan Amerikan Ulusunun Doğuşu isimli makale Osmanlı tarihi ile Amerikan tarihi arasındaki paralelliklerin altını da çizerek Amerika’nın kuruluş dönemi tarihini 35 sayfaya sığdırabilmiş kayda değer bir çalışma.
9b° The Journal of John Winthrop, 1630-1649, The John Harvard Library
10° The Greatest Speeches of President John F. Kennedy
11° Tekvin (Yaratılış), Eski Ahit’in ilk beş kitabından Tevrat’ın birinci bölümü. Avrupa dillerindeki adı eski Yunanca “yaradılış” anlamındaki Genesis (Γένεση) kelimesidir. İbranice adı Bereşit, “Başlangıç” (בראשית). Dünyanın yaratılışından, Adem ile Havva’dan, cennetten kovuluştan, Habil ve Kabil’den, Nuh Tufanı’ndan, Babil Kulesi’nden ve İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf peygamberlerden bahseder.
13a° Meşru şiddet tekeli saptaması Max Weber’e ait. Devletin zulüm yapma potansiyelini bünyesinde barındırması sadece ABD için değil bir çok devlet için geçerli olan bir saptamadır. Ne var ki Türkiye’de ve Avrupa ülkelerinde “normal” kabul edilen bu durum kanaatimizce ABD’de o kadar çantada keklik değildir. Bazı Amerikalı aydınlar devletin kendi kendine verdiği yetkilere, “meşru şiddete” ve devlet sırrına çok daha şüpheci yaklaşabilirler. Bu şüpheyle mücadele edebilmek içindir ki Amerikan devleti gerek gizli servislerin gerekse ordunun halkı korumak için gerekli olduğunu sürekli olarak “ispat etmek” durumundadır.
13b° America’s Frontier Heritage, Ray Allen Billington
14° Amerikanizm terimini yandaşlık olarak değil bu yaşamı ideolojileştirme anlamında kullandık. Herşeyin çözümü, her derde deva ideolojiler peşinde koşanlar (ki islamcılar ve komünistler kadar bazı liberaller de buna dahildir) Eric Fromm’un Özgürlükten kaçış kavramı üzerine düşünmeliler. Özgürlük seçim demektir. Seçmek ise sorumluluk. İnsanda doğal olarak bu sorumluluktan kaçma eğilimi vardır. Kurumsallaşan bir din ya da “dinleşen” bir resmî ideoloji bu işi görebilir.
15° Vicdanları susturmanın ve insanları robotlaştırmanın artık bilim(!) haline geldiği bir çağda yaşıyoruz. Bu konuda mutlaka okunması gereken mükemmel bir yazı dizisi Derin Sular sitesinde yayınlandı. Bunları incelemiş olan okuyucularımızın sitemizde tartışılan konulara daha derinlemesine yaklaşabileceklerinden şüphemiz yok.
16° Encyclopedia of American Foreign Policy, Alexander Deconde, Richard Dean Burns, Fredrik Logevall, Louise B. Ketz.
17° O’Sullivan gerçekte savaş yoluyla yapılacak yayılmaya o kadar sıcak bakmıyor. “Fetih” amaçlı savaşları da eleştiriyor ama kullandığı kelimeler yine de esnek. Mesela Oregon hakkında yazdıkları şunlar:
“And that claim is by the right of our manifest destiny to overspread and to possess the whole of the continent which Providence has given us for the development of the great experiment of liberty and federated self-government entrusted to us.”
18a° American Narcissism: The Myth of National Superiority, Algora Publishing, 2006 (Wilber, W. Caldwell)
18b° Söz konusu ifade bu paragraftan alınmıştır: “…I think we all realize that the day has come when Democracy is being put upon its final test. The Old World is just now suffering from a wanton rejection of the principle of democracy and a substitution of the principle of autocracy as asserted in the name, but without the authority and sanction, of the multitude. This is the time of all others when Democracy should prove its purity and its spiritual power to prevail. It is surely the manifest destiny of the United States to lead in the attempt to make this spirit prevail.”
15 Yorum
Yazan:özlem Tarih: May 15, 2009 | Reply
Mehmet Bey elinize saglik cok emek vermiş çok iyi bir yazı hazırlamışsınız. Zihinsel olrarak çok emek verdiğiniz ve bu toplumu tanıdığınız da belli oluyor. Yazının devamını merakla bekliyorum. Yalnız küçük bir eleştiri yazıyı okurken sağ tarafta konuşan adam animasyonu çok zihin dağıtıyor asap bozuyor. ya da bilmiyorum belki ben huysuzum taktım işte:)
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: May 15, 2009 | Reply
yaw özlem Hanim kardesim,
o konusan adam yaziya ait degil, iç banner, Ekrem Senai’nin 1001 emekle hazirladigi videolari tanitmak için yaptik, dikkat dagitmasi ise ancak iltifat olur zira amaç dikkati çekmekti :))
ama kabul ediyorum, çok güzel diil
Yazan:özlem Tarih: May 16, 2009 | Reply
Yaziya ait olmadigini biliyorum ama yazilari okurken onu gormek asabimi bozuyor:)
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: May 21, 2009 | Reply
Yüreğinize, kaleminize sağlık.
Anlayamadığım daha doğrusu merak ettiğim bir nokta:
(İstanbul’un Fethi sırasında propaganda için çok faydalı olan bazı hadisleri(!) hatırlamakta fayda var bu konuya değinmişken.)
Bu cümleyi biraz daha açabilir miyiz?
Belki bozmam gereken ezberler vardır. Malum hepimiz endoktrinasyon sürecinden geçtik. Kıyıda köşede kırıntılar kalmış olabilir 🙂
sevgilerimle…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: May 21, 2009 | Reply
Selam Mehmet,
“istanbul bir gün elbet fethedilecektir, o komutan ne güzel komutandir, o asker ne güzel askerdir” seklindeki sözlerin bir hadis degil propaganda malzemesi oldugunu düsünüyorum.
Benim anlayisima ve inancima göre Sevgili Peygamberimiz bu yapida bir insan degildi.
Yazan:özlem Tarih: May 21, 2009 | Reply
Mehmet Bey bu konuda size katılıyorum. ve Fatih7in siciline baktığım zaman bu ‘hadis’ hiçbir zaman içime yatmamıştı.
Yazan:serap Tarih: Eyl 11, 2009 | Reply
çok beğendim, çok güzel olmuş, Amerikan Kültür ve Edebiyatında master yapan ve tez yazmaya çalışan biri olarak faydalandığım bir makale olmuş Ellerinize sağlık.
Yazan:nuri Tarih: Kas 17, 2009 | Reply
Manifest Destiny ile birlikte Monroe Doktrinine de bakmakta yarar var. Zira bu doktrin gunumuze kadar ayni zihniyetin reel politik uygulamasi gibi.
Yazan:ibrahim Kap Tarih: May 29, 2010 | Reply
Çok güzel olmuş elinize sağlık…
Yazan:Tayfun_Korkut Tarih: May 29, 2010 | Reply
@ Mehmet,
O zaman Istanbul’un Araplarca defalarca kusatilmasini ne ile aciklayacagiz? Uluslararasi tarih de mi yalan?
Tamam, Matrix Cumhuriyeti’nde yasiyoruz, tamam, resmi tarihimiz yalan dolan dolu… Supheci yaklasalim resmi tarihimize. Hatta o cok ovundugumuz Selcuklu ve Osmanli tarihini de sorgulayalim. Ancak, bu supheciligi de abartiyor muyuz biraz sanki?
Yazan:Tayfun_Korkut Tarih: May 30, 2010 | Reply
Kaynak: Wikipedia
http://en.wikipedia.org/wiki/Mehmed_II
Bu da yabanci kaynak
90’li yillarda, bilhassa Ramazanlarda milletin dini duygularinin kabardigi gunlerde TV’larda ozellikle insanlarin inanclarini sorgulamarina neden olacak polemikler atilirdi ortaya. Kurban Bayramlarina da yakin, “Kurbanda tavuk kesilir mi?” “Hacca gidilmese de, onun yerine fakire fukaraya yardim edilse daha iyi olmaz miydi?” tarzinda insanlarin icindeki maneviyati oldurmeye yonelik, hatta inanclarini zedeleyecek “tartisma programlari” olurdu TV’larda. Bu yazinin zamanlamasi da ilginc geldi bana. 29 Mayis tam da Istanbul’un fethinden dolayi bir cosku patlamasinin oldugu bir gun… Tesaduftur diye umuyorum.
Benim gozumde Istanbul’un fethi fetihten ziyade bir devrimdir. Anadolu ve Dogu Avrupa halklarinin baskici feodal rejime karsi gosterdikleri bir tepkidir. Nitekim, Osmanli ordusunda Bizans’a karsi savasan epeyce hristyan asker de vardi. Yani, olay basit bir cikar, ganimet savasindan ote anlamlar tasiyordu. O gun yasanan olay, hristyanlarin feodal duzene isyaniydi ve Osmanli tarafindan yonetilme konusunda yaptiklari bir tercihti. Yoksa, bazilarinin bahsettigi gibi bir yagma, talan, istila olduguna inanmiyorum. Bu zafer, oncelikle diplomatik ve siyasi bir zaferdi. Once, fethetmek istediginiz yerdeki insanlarin gonlunu kazanmakti asil olan.
Eksi sozlukte Fatih Sultan Mehmet aleyhindeki sacmaliklari yazanlar, bugun islerine gelmeyen, iktidarlarina engel olan, ETO’yle mucadele eden sahislara da turlu kulp takan sahislarin ta kendileridir. O feodal, elitci, derebeylikci Bizans zihniyetinin kalintilaridir.
Tabi ki de Fatih Sultan Mehmet de kusursuz degildir. Bir cok kez hata yapmistir. Ancak, basta eksisozluk olmak uzere bazi sitelerde boylesine onemli bir olayin bu sekilde farkli gosterilmesi, hatta “Fatih Sultan Mehmet hristyandi” denecek kadar ileri gidilmesi isguzarliktir. Bu zihniyet “Musa’nin Cocuklari” kitabini yazan ve o kitabi kutsayan zihniyetin ta kendisidir.
Osmanli Emperyalizmi ile Amerikan Emperyalizmi arasinda da epeyce benzerlik oldugu bir gercektir. Hatta, dunyada emperyalizmin gelismesinde en onemli etkenlerden biri de Osmanli’dir. Bu da bir gercek. Ancak, ben islam adina fetih yapan bir kumandanin Amerika’nin yaptigi isgallerdeki George Bush kafa yapisinda olabilecegine inanmiyorum.
Yazan:durhat Tarih: May 30, 2010 | Reply
@tayfun korkut,
wikipedia’yı kaynak göstermeniz bana ansiklopedi,hakemli dergi vs diyen bir yorumcuyu hatırlattı.bilim de bilim diye tutturan bu arkadaşımız siteyi sürekli efsane üretmekle,masal peşinde koşmakla suçlayıp dururdu.öyle ki basında sıkça tanığı olduğumuz olaylara bakışı bile bu duruşla sınırlıydı.her şeyin belgeyle kanıtlanmasını ama özellikle de bir ansiklopediye dayandırılmasını şart koşardı.her neyse siz o şahıssınız demiyorum.fakat olaylara bakış açınız iş milliyetçiliğe gelince oldukça benzer.
oysa bazı yorumlarınızı oldukça birikimli ve makul bulurum.çoğuna da katılırım.burada ise (aidiyet duygusunun etkisiyle olsa gerek)fikirlerinizde bir hayli değişiklik var.
yukarıdaki yorumlarınızda da milliyetçi duyguların tesirinde kaldığınız anlaşılıyor.
bir kere bir hadisin sahih olup olmadığı tarih konusu değil din konusudur.bunun doğru,resmi,objektif olan/olmayan tarihle bir ilgisi yok.hz.peygamberin hadislerini az çok bilen biri olarak ben de böyle bir hadise rastlamadım.bu bakımdan kendisine ait olmaması ihtimal dahilindedir ve pekala birileri tarafından propaganda amaçlı kullanılmış olabilir.
ancak siz bu itirazı aşırı şüphecilik,çarpıtma vb olarak algılamışsınız.fakat diğer yandan aksini kanıtlayacak bir argümanınız da bulunmuyor.tek dayanak noktanız istanbul fethine duyduğunuz sarsılmaz inanç.tamam buna saygı duymak lazım.fakat sizin böyle düşünmüş olmanız ya da size ait sübjektif yargıların sizde bu tür bir algı yaratmış olması bunun hz.peygamberin onayladığı anlamına gelmiyor.wikipedia’daki bilgiler de bunu doğrulamaz.
kaldıki arapların da defalarca istanbulu kuşatma girişiminde bulunmuş olması da tezinizi doğrulamaya yetmez.
bu bağlamda,kaygılarınızın odağına objektif tarihten ziyade istanbul fethiyle amerikanın yayılmacı politikasının benzerliğine dikkat çekilmiş olmasının yerleştiğini düşünmekteyim.oysa liberalizm ve demokrasi konularında örnek timsali gösterdiğiniz yegane model hep abd olmuştur.bu konuya dair bütün yorumlarınızda benzer referanslarınız olmuştur.peki sizce bu bir paradoks değil midir?
şuraya getirmek istiyorum.tarih sübjektif kurgulardan ibaret olamaz.size göre ulvi,insanlığa/demokrasiye hizmet şeklinde algılanan bir olay veya olgu bir başkası için farklı algılanabilir.wikipedia bu anlamda tarihe mal olmuş bir olayı aktarmıştır.doğruluğu yanlışlığı ayrı bir tartışma konusudur.tarih de böyle bir şeydir,varolanı aktarır.insanlar da kendilerine göre yorumlarlar.misal abd’nin ıraka girişi tarihi bir olaydır,tarih konusudur.ama ırak işgali kendi vatandaşları da dahil eleştirlebilmektedir.zira abd yönetimi ve kendisini destekleyenlerce ırak’a demokrasi götürdüğü iddia edilir ama bunu bir de ırak halkına sormak gerekir.
amacım polemik yaratmak değildir.yorumlarınızı ilgiyle takip eden biri olarak tepkinizi şaşırtıcı buldum.zira yazdıklarınız başka biri tarafından yazılmış intibası doğuruyor.biraz hatırlatma,biraz da paylaşma hepsi o kadar.umarım rahatsızlık vermemişimdir.
Yazan:Tayfun_Korkut Tarih: May 30, 2010 | Reply
@ Durhat,
Estagfurullah, neden rahatsizlik duyayim yorumunuzdan?
Kaygilarimla ilgili tespitiniz isabetli. Bir kere George Bush donemindeki ABD’yle Barack Obama donemindeki ABD’yi ve Clinton donemindeki ABD’yi birbirinden ayri tutuyorum. Ayni sekilde, Yavuz Sultan Selim donemiyle Kanuni Sultan Suleyman donemleri ve o donemlerdeki Osmanli politikalari da mesela, birbirinden oldukca farklidir. Yavuz Sultan Selim’i sevmeyen oldukca ciddi bir kitle vardir mesela. Agresif karakterlidir. Ama butun Osmanli tarihini Yavuz Sultan Selim’in yazdigi iddia edilen bir siir, bazi despotca uygulamalariyla genellemeye calisanlar var. “Ya da Fatih Sultan Mehmet’in kardes katlini vacib kilmasiyla…” Kaldi ki, sizin soylediklerinize gore, bu iddialarin da dogru olmama, propaganda amacli kullanilmis olma ihtimali var. Ve hatta, bu bakis acisiyla islamin da uydurma bir din oldugunu iddia eden ciddi bir kesim var ulkemizde ve dunyada. Ben, Turkiye Cumhuriyeti vatandaslarinin %98-99 oraninda musluman olduguna kesinlikle inanmiyorum. Icinden ya da yakinlarina acikca Allah’a inanmadigini soyleyen, Allah’a inanmadigindan emin olan en az %10’luk bir kitle olduguna inaniyorum ulkemizde. “Hadis de neymis? Muhammed’in ve arkadaslarinin uydurdugu sozler olmadigi ne malum?” diyen zihniyetin de onu acilmis olur bu supheci bakis acisi yayginlasirsa. Hemen apar topar belge bulup, aksini de ispat edemedikce -ki o doneme ait belge bulup, hadislerin sahihligini ispatlamak oldukca zordur bildigim kadariyla- bu zihniyet guclenir, ciddi bir kamuoyu yaratir kendine. Bunun yaratacagi yarilma ise kolay kolay onarilamaz. Bir evrim teorisini curutmek yuzyillar aldi, hala inananlar var.
Estagfurullah, mumkun oldugunca bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamaya calisiyorum. Aidiyet duygusunun fikirlerimde etkili olmasi kacinilmaz. Yunanistan’da dogmus, buyumus bir Yunan olsam Istanbul’un Fethi’ni “isgal” olarak algilardim herhalde. Ancak, ben olayi “gavurlari yendik, islami Istanbul’a getirdik…” tarzi bir boburlenmeyle yorumlamiyorum. Onceki yorumumda da bahsettigim uzere, bu olaya kusbakisi bakildiginda olayin bir fetihten ote, bir devrim gibi gorunuyor. Konstantin’in feodal, kisilerin, krallarin tanrilastirildigi (o doneme ait freskler ve heykellerden acikca goruluyor bu), bu kisilere yakin kisilerin ihya edildigi derebeylik rejimine karsi eski ve yeni Bizans’lilarin ozgurlesme, liberallesme, yenilik, degisiklik istemesiyle gerceklesen bir devrim oldugunu dusunuyorum. Nitekim, sonrasinda halka gina getiren heykelcilik uzun bir sure Osmanli’da yasaklandi. Fatih Sultan Mehmet ve diplomatlari basarili bir sekilde, oncelikle diplomasiyi ve siyaseti dogru bir sekilde kullanarak, halklari yanina cekmeyi basardi. Sinirlar acildi, duvarlar kalkti, halk ozgurlesti, din ve vicdan hurriyeti geldi. Cesit cesit inanclara sahip insanlar islam hosgorusu ve adalet duygusu icerisinde bir arada yasayabilmeye basladilar. Benim, bu olaya duygusal yaklasmam da, bugunku durumla o gunku durumu iliskilendirmemden kaynaklaniyor olabilir. Bugun de, monserlere, burjuvalara, post modern derebeylere, insanlari tanrilastiranlara karsi yurutulen bir halk hareketi var. Acikcasi, peygamberimizin boyle bir hadisi olsa da, olmasa da, o fetih benim gozumde kutsaldir. Aynen, bugun Ergenekon vb. orgutlenmelere karsi verilen hakli mucadelenin kutsalligi gibi…
Inanin, bu fethin hakliligini, sadece o donemde yapilan yapilardaki estetige, mimariye ve o estetik ve mimarinin arkasindaki halet-i ruhiyeyi Bizans doneminde ve Cumhuriyet sonrasi yapilmis binalardaki kasvetle, zevksizlikle kiyaslayarak bile cikarabiliyorum. Bu cikarimi sadece ben yapmiyorum. Dunyanin dort bir yanindan gelen turistlerin de Osmanli’nin o altin donemlerindeki mimariye hayran kalmalarini ve bu hayranliklarini dile getirmelerine bizzat sahit olmam, o doneme ve o donemin padisahlarina karsi sevgimi artiriyor. “Efendim, Mimar Sinan da Ermeni’ydi, Rum’du” Ne olursa olsun, onun icindeki o cevherin aciga cikabilmesi, o donemde yaratilan atmosferden kaynaklaniyor. Herhalde, bu kaniya varmak icin Wikipedia’ya, ansiklopedilere gerek de kalmiyor.
Yazan:ibrahim kap Tarih: Eyl 3, 2010 | Reply
Derindüşünce forumunda yazılan yazıları elimden geldiği kadar takip ediyorum ,yazan arkadaşlara teşekkür ederim…
İstanbul’un fethinden önce peygamberimizin söylediği rivayet edilen hadis doğrumudur yanlışmıdır?
Bu hadis diyanetin bastırdığı hadis kitaplarında vardır!!! bu doğru olduğu anlamına gelmez bizim din adamlarımız ve osmanlı tarihini araştıran tarihçilerimiz saptırmıştır diyorsanız orda bir saniye durunuz çünkü böyle bir hadisi uydurmanın yüzyıllar sonra ne anlamı vardır kaldı ki istanbul’u fethi eden ordu islam ordusu olarak çağrılır bu ordunun içerisinde paralı askerlerin olması bir şeyi değiştirmez bu hadis üzerine değişik ırklara mensup müslümanlar bu savaşa katılmıştır bu durum tüm tarih kaynaklarında geçer…
Anladığım kadarıyla asıl sorun peygamberimizin savaşa neden olacak bir hadis söylediğine inanmak istemeyişinizdir bu aslında çok güzel bir duygu fakat pek insanlara göre değil biraz melekçe olmuş nedeni de şunlar ; Herhalde islamiyetin arap yarım adasına barış çubuklarıyla yayıldığını düşünmüyorsunuzdur bize okullarda öğretilen savaşlardan başka bir çok savaş olmuştur bunlar genelde küçük boyutludur hz. ali nin islam konseyi tarafından katledilmesi emrinden sonra daha da artmıştır iç çatışma boyutu da almıştır…
Bizans yani doğu roma!!! islamiyetin en büyük düşmanıdır çünkü ortodoks ların baş kenti constantinople yani istanbul dur….
Evet gönül isterdi ki dünyaya barış ve düzen getirmek isteyen herhangi bir din kan dökmeden yayılsın ne yazik ki hz.musa da hz.muhanmed de hz.davut ta hatta hz.isa nin ümettide de dinlerini kan dökerek yaymıştır.Bu çok acıdır fakat en çok sevdiği kullarını kızgın ateşin için de sonsuza kadar yakacak tanrı dan hırsızlık yapanları yakacak kolları nı kesecek dinlerden beklenebilir.Yada dünya veya evren sandığımız kadar masum bir yer değildir.Söylemeye mecbur değilim ama herşeye rağmen elhamdulillah müslimanım bence sizde gerçeklerle yüzleşmelisiniz matriz gibi bir şey bu:)
Buda günün espirisi…
Bu yüzyılda da amerika demokrasi götürmek için kan döküyor kim bilir belki de bundan 1000 yıl sonra obama,bush ilahi bir lider olarak anılabilir burda biraz ironi yaptım…
Yazan:rabia icten Tarih: Eki 22, 2010 | Reply
güzel olmus tesekkürler