RSS Feed for This Post

Araf Dağına Tırmanış

 Yedinci Daireden Yansımalar – Hamza Yusuf, Zaytuna College

Ama sağlam insan nasıl, cenneti de verseler

Dinlemezse aşağılık cümbüşlerin çağrısını;

Çürük insan, meleklerle sarmaş dolaş da olsa,

Bıkar göklerdeki yatağından

Can atar iğrenç pisliklere 

William Shakespeare  
 
 
 

Ahlaksızlık korkunç yüzlü bir canavardır,

Nefret edilesidir ama görürsün onu;

Öyle sık görürsün ki, yüzüne alışırsın,

Önce katlanır, sonra acır, en sonunda benimsersin.

Alexander Pope  
 
  

Ormanı severim, kentlerde yaşamak kötüdür: Oralarda azgın çoktur.

Katilin eline düşmek, azgın kadının düşüne girmekten yeğ değil midir?

Hele şu adamlara bakın: gözlerinden okunuyor,  dünyada kadınla yatmaktan daha iyi bir şey bildikleri yok.Çamur var gönüllerinin ta dibinde; ne yazık! Ruh da varsa çamurlarında!

Keşke yetkin olsaydınız, hayvan olarak hiç değilse! Fakat hayvanlara vergidir suçsuzluk.

Size içgüdülerinizi öldürmeyi mi salık vereyim? Size içgüdülerinizdeki suçsuzluğu salık veririm.

Friedrich Wilhelm Nietzsche 
  

Arzu nedir? Eflatun’un diyaloğu Philebus’ta Sokrat bu soruya cevap verir; açlık, susuzluk ve benzeri isteklerin arzunun alanına girdiğini söyler: 

    Sokrat: Genellikle bir adamın “susuzluğa sahip olduğunu” söyleriz, değil mi? Bunun anlamı giderek suyunu tüketmekte olduğudur. …. O halde onun susuzluğu arzu mudur?

     Protarchus: Evet içmek için duyduğu arzudur.

     Sokrat: İçmek için mi, yoksa içerek yeniden dolmak için mi?

     Protarchus: Yeniden dolmak için olmalı

    Sokrat: O halde birisi tükendikçe, açıkca tecrübe ettiği şeyin tersini arzu ediyor; tükenirken, yeniden dolmayı arzu ediyor.  

Bu perspektife göre, arzu, içimizdeki boşluğu doldurma isteğidir. Bu arzu, “neden buradayız” bilgisi boşluğunun getirdiği bilme arzusu gibi derin bir istek olabileceği gibi, zihnini meşgul edip eğlendirecek nesnelere sahip olmak ve böylece içindeki boşluklarla hiç karşılaşmamayı sağlamak gibi sığ uğraşlar da olabilir. Eflatun’un Symposium’unda, Sokrat, güçlü olan insanın güçlü olmayı, hızlı olanın hızlı olmayı dilediğini, onun gerçekten arzuladığının ise aslında güçlü ve hızlı kalmak olduğunu söyler. Madem bu özelliklerin devam etmesini garanti edemiyoruz, o halde insanın gerçek arzusu geleceğe aittir, şimdiye değil; bir diğer deyişle, o aslında “isteyiş içinde olduğu şey” dir.  

Arzuyla ilgili dikkate değer bir diğer perspektif, 13.yüzyıl şairi, alim ve teoloğu Rumi’ye aittir. Mesnevi’sine, özünden koparıldığı için ağlayan neyin feryadıyla başlayan Rumi, özünden koparılan insanoğlunun da acı içinde olduğunu ve içindeki boşluğun onu, kalbinin arzusuna yönlendirdiğini söyler. İngilizcedeki “desire” (arzu) sözcüğü, aslında insanın özüne tekrar bağlanması ulvi anlamını remz eder. “Desire” Latince bir kelime olan “desiderare,”‘den türetilmiştir ve anlamı “istemek, dilemek”tir. Ama orjinali edat haliyle “de sidere” den gelir ki anlamı “göklerin getireceğini beklemek”tir (“de” ,”-den,” ve “sidere” “gökler, yıldız, takımyıldızı” anlamlarına gelir). Joni Mitchell’in şarkısında söylediği gibi “Bizler birer yıldızız / Ve som altınlarız / Özümüze dönmek zorundayız / Tekrar cennete,”. Eden bahçesine geri dönme isteği, veya Samsara zincirini kırmak ve Nirvana’ya ulaşmak (nefsin yok edilmesi) aşkın bir tutku perspektifi sunar.  

Fakat dünya, yaratılışı itibarıyla göz kamaştırıcıdır. Parlak süsleriyle erkek ve kadınları baştan çıkarıp, farklı farklı arzular ve uğraşlar peşinde koşturur. Bazıları gücün peşindedir, bazıları zenginliğin, bazıları aşkın… bazılarının bakışları ise fiziksel zevklerin ötesine geçmez. Bunların her biri ise, kısa bir süreye hapsolmuş arzudan neşv ü nema bulur, doyumsuzluk ve yıkıcılıkla malül arzularımızın içinde…  

İnsanların hem hayvani arzuları, hem de Spinoza’nın ölümünden sonra yayınlanmış eseri Ethics’te “will-iradi istek” olarak nitelendirdiği rasyonel istekleri vardır. Arzular yanlış veya doğru olarak değerlendirilebilir mi? Modern perspektife göre, çok az sayıda arzu yanlış olarak kategorize edilebilir. Bireyselci Batı toplumlarında, insanlar bir diğerini sömürmediği, zarar vermediği sürece “canlarının istediklerini” yapmaya yüreklendirilir. Rasyonel ve dini ahlak ise, doğru ve yanlış arzuları açık bir şekilde ayırır, ve yanlış arzuların psikolojik mutluluğu bozacağını, insan ilişkilerinde yıkıcı etkilerde bulunabileceğini söyler. Zevkler insanın yaşaması ve mutluluğu için gereklidir, fakat ölçüden saptırıldığı, azdırıldığı zaman yıkıcı olabilir. Yanlış arzular, arzunun gerçek tabiatını üç sebeple ıskalar:

  • Arzu edilen şey kısmen iyidir ama aşırı arzu ile mutlak iyi olarak görülür;
  • İyiye ulaşmak için bir yoldur, ama nihai amaç olarak düşünülür;
  • İyi olarak görünen bir şeydir ama aslında aldatıcı bir iyidir.

Bu son sebep en tehlikelisidir ve şehevi arzular içinde anılır. İngilizcede bunu en iyi anlatan yazar Shakespeare’dir. 129.Sone’sinde bu aldatıcı, yıkıcı arzunun etkisi altındaki birini şöyle tasvir eder:  

    Acıkan kösnü, ruhu yıkıp geçer boşuna  
    Utanç mezbelesinde; zevk alıncaya kadar  
    Yalancıdır, kalleştir, susar kana ve cana,  
    Azgın ve korkusuzdur; haindir, sert ve gaddar,  
    Ama keyif sürünce birdenbire tiksinir:  
    Delice istediği, öksesine girdi mi  
    Nefret eder delice: sanki yutmuş gibidir  
    Yutanları çıldırtsın diye konulmuş yemi;  
    Hem kovalarken çılgın, hem ele geçirince,  
    Delirir ettiğinde de, edecek diye güya,  
    Yaşanırken mutlu da, üzgün sona erince,  
    İlkin sevince çağrı, sonra bomboş bir rüya.  
    Ne tuhaf ki dünyada bunları bilenler çok;  
    Cehenneme götüren cennetten hiç kaçan yok.
     

Shakespeare burada tensel şehvetten bahsediyor ama bu sözlerin kapsamına öldürme, zenginlik, güç gibi şehvetler de sokulabilir. Şehvet bir kişinin kalbine yerleştiğinde, kişi “delirir elde ettiğinde de, edeceğinde de”… İnsanın ne kadar bozulabileceğini görmek şaşırtıcıdır, ve bir kere denge bozulduğunda, düşüş uzun ve sancılı olabilir, acı ve ümitsizlik -hatta ölüm- getirebilir.  

         ***    ***     ***  

İslami gelenekte, arzu peşindeki yıkıcı eğilimlerin kökü nefs’tir. Arapça bu sözcük, dar anlamda ego olarak tarif edilebilir ama “lekeleyen ruh” şeklindeki tarif daha münasiptir. Bu lekeleyen ruh, vahşi bir hayvanı andırır. İslam’da, uysallaştırılmamış nefs, hem dünyanın eşi olmayan en büyük yıkıcı gücüdür, hem de özel tabiatımızın ve diğer yaratılmışlar arasındaki farkımızın kaynağıdır, arındırıldığı ve yatıştırıldığında, meleklerle gezinebilen tabiatımızın. Kur’an’a göre, nefsin üç aşaması vardır, ve ilki zorlayan ve emreden ruhtur (nefs-ül emmare). Bu çocuksu bir nefstir ve kişinin arzuları peşinde koşmasında, davranmasında talepkardır ve zorlar. En düşük nefs, üç ayrı yıkıcı arzudan takviye alır: tutkular (ahva, hevanın çoğulu), dünyanın aldatıcı tabiatı (dunya), ve Şeytan olarak tanımlanan vesvese verip, kötülüğe çeldiren ve Hazret-i Muhammed’e göre her erkek ve kadının damarlarında dolaşan güç (Şeytan). İslam teolojisinde, tüm bu güçler insanın içten çabasıyla kontrol edilebilir ve Allah’ın yardımıyla  üstesinden gelinebilir, bu mücadele içine giren herkes, inancı ve dini ne olursa olsun bunu başarabilir. Nefsin en çok peşinde koştuğu şeyler, tensel zevkler, zenginlik, şöhret ve güçtür. Birçok insanın zihnini en çok meşgul eden şey zevklerinin tatminidir.En temel zevkler olan yeme, içme, dinlenme ve eğlenme de bedeni birer zevktir kuşkusuz ama insanların birçoğu için bedensel zevklerin en büyüğü şüphe götürmez ki seks’tir.Ahlak felsefesi ve din; kontrolsüz arzunun tehlikelerine işaret eder ve itidali, ılımlılığı öğütler. Toplum düzeni konusunda çalışan ahlak felsefecileri, erdemsiz insanın bir hayvandan daha kötü olabileceğini söylerler. Politics’te, Aristo der ki: “Erdemi olmadan, insan hayvanların en korkuncu ve vahşisidir, ve birçoğu şehvet ve oburluğun esiridir”. Aristo’ya göre erdemin kaynağı ilahi bir düzendeki inanca dayanmaz; erdem, daha çok kendi hayatını nasıl düzenlemek gerektiğini düşünen kişinin varacağı tek zorunlu seçenektir. Dinsel gelenek ise, sadece kişinin psikolojik veya rasyonel mutluluğu ile ilgili değil, ama daha önemlisi, ruh diye bilinen insanoğlunun doğa üstü parçasıyla ilgilidir. 

Katolik geleneğinde, bir insan günah işlediğinde ruhu risk altındadır. Büyük günahlar “ruhun yaşamını öldürüp kişinin ilahi saflığını ortadan kaldıran günahlardır.”1 Katoliklerde, yedi büyük günah, yapılan kötü eylemlere değil, içinde bulunulan hallere tekabül eder. İnsanın yaptıklarıyla değil, iradesiyle ilgilidir. Katoliklerin Araf doktrininde, bu dünyada temizlenmemiş ruhlar, Cennete girmeden önce yanlışlarından arındırılmalıdır; ve ruhlar günah eylemlerinden değil, günahın lekelerinden arındırılırlar. Yedi büyük günah, tüm kişisel günah eylemlerinden türeyen matrisler olarak algılanır. Günahlar, insan zevklerinin tabiatından saparak sevginin nesneye saplanıp kalması ve kendi istikametinden çıkmasıdır. Dolayısıyla, paradoks olarak görülebilir ama günahkarlığın kökü aslında sevgidir.

 

Dante’nin Purgatorio’sunda, Araf Dağının yedi dairesi vardır. Bu yedi daire yedi günaha karşılık gelir. Alt seviye bu sevme günahlarının arındırıldığı dairelerden oluşur: gurur (superbia), insanın başkalarını sevmeyip, küçümseyip, sevgisini kendi benliğine yöneltmesidir; haset (invidia), insanın kendinde olanı sevmesi, ve kimsenin sahip olmadıklarına sahip olma arzusudur ki, bu da kişinin, diğerlerinin bu iyiliklerden mahrum olmasını istemesini getirir; ve öfke (ira), ki öç veya kin ile sonuçlanan adalet istemenin baştan çıkarıcılığıdır. Araf Dağı’nın ortasında, sevgi çürütücü günaha rastlarız yani tembelliğe (acedia). Tembellik burada, modern anlamından çok, acedia ruhsal arzunun eksikliğidir, kişinin kendi nefsi ile ruhsal mücadele görevini ihmal etmesidir. Bu, kişinin totum bonum’u , mutlu bir yaşam için gerekli gerçek iyiyi, ve summum bonum’u, en yüce iyiyi, kişinin tüm kalbiyle sevememesidir. Ve sonunda, daha üst dairede aşırılık günahları bulunur. Orada, para hırsı (avaritia), altın ve gümüşte somutlaşan mineral aleme gösterilen aşırı sevgi olan para hırsı (avaritia); yemekte somutlaşan, bitki alemine olan aşırı sevgi olan oburluk (gluta); ve hayvanlar aleminin cinsellik şeklinde tezahür eden aşırı arzuyu anlatan şehvet (luxuria) bulunur.  

Araf Dağı’nın en altında gurur vardır, ki yedi günahın en öldürücü olanıdır, ve “soğuk günahlardan” “sıcak günahlara” doğru gidildikçe yedinci katta şehvetle karşılaşırız. Dante’nin şemasında, şehvet, cennete girmeden önce arınılması gereken son günahtır, arzunun kişiye sahip olmasını sembolize eder.  

Dante’nin Inferno-Cehennemi’nde, günahlar üç kategoridedir, bunlardan şehveti ilgilendiren biri; kendine hakim olamamadır ki, oburluk da bu günah kategorisi içindedir. Şehvet, ilginçtir ki, Dante’nin cehenneminde cezalandırılan günahların en düşüğüdür. Şehvetlerinden ötürü ikinci daireye mahkum edilen bu kayıp ruhları, arzuların şiddetini sembolize eden kuvvetli rüzgarlarla savrulur görürüz. Şiddetli arzu’nun Arapça kelime karşılığı, heva’dır, rüzgar anlamındaki hava’dan türetilmiştir, ana kökü ise “düşmek” anlamındadır. Bunlar dürtülerinin gücüne direnemeyen ruhlardır, tutkularının esaretiyle savrulurlar ve kendilerine hakim olamama durumuna düşerler. Purgatorio’da, ise, yedinci ve son dairede, şehvet dolu günahkarlar bir alev duvarı boyunca yürüyor tasvir edilir ve böylece kendilerini yanlışa yönelten tutkularının ateşinden arındırılırlar. 

Şehvet günahını anlamak için, kişi önce İbrahimi dinlerdeki günah kavramını anlamalıdır. “Günah” kelimesi, dini çevrelerin dışında, modern dünyada gözden düşmüş bir kavramdır, ve muhtemelen “wander-doğru yoldan ayrılmak” anlamındaki Sakson terimiyle ilgilidir. Günah, hata İbranice bir kelime olan “het,”‘ten türetilmiştir -Arapça’da khati’ah ve Yeni Ahit’teki hamartia gibi – orijinali bir okçuluk terimidir ve “hedefi kaçırmak” anlamındadır. Sin-günah, eski İngilizce’de de kaçırmak anlamındaki bir okçuluk terimi olarak geçer. Bunun ardındaki metafiziksel anlam, mutlak iyiyi hedef olarak seçmek, ama görünen iyiliğin uğruna hedefi şaşırmaktır. Pişmanlık, özünde, kaçırdığın hedefe hayıflanmak ve isabet ettirmek gayretini ve ruhsal halini yeniden bürünmektir.

Kur’an’da insanların ve özelde erkeklerin, elde etmek istediği şeyler zevk, zenginlik ve güç olarak sıralanır.. Kadınlara [zevk], evlâdlara [güç], tartı tartı biriktirilmiş altın ve gümüşe[zenginlik], otlağa yayılmış atlara, küçükbaş hayvanlara ve ekinlere[zenginlik ve güç] karşı aşırı tutkunluk insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak yer Allah katındadır. (3:14). Zevk, zenginlik ve güç birer araç olmalıdır, nihai amaç değil. Bu cazibeli şeylerin peşine takılan ve bundan anlam çıkartan kişi, bütün bunların temelsizliğini görünce ümitsizliğe kapılabilir. Shakespeare’in Macbeth’i, gücün körcesine peşine düşmüş ve bu, onu umutsuzluk gayyasına fırlatmıştır. Hayatını sonlandırırken kendisinin sadece cisimsiz bir gölge olduğu sonucuna varır, “bir aptalın anlattığı ses ve öfkeyle dolu ve anlamsız bir hikayenin” tuzağına düşmüş olduğunu söyler. Macbeth’in gücün peşine düşmesi gibi, insanın, hazır zamanın anlamını muhafaza etmesi için bir diğer yol da bedensel arzularını tatmin etmeye çalışmaktır. Şehvet, Latincede “luxuria” olarak isimlendirilir. Bundan, İngilizce’deki, “luxury” türetilmiştir; Latince anlamı ise taşkınlık, veya lüzumsuz fazlalık gibi bir anlamı taşır. Şehvet ancak hayvani ruhlarda ortaya çıkar ve fazlası, ismi üzerinde, luxuria-taşkınlıktır. Büyük günahlar üzerine yazdığı makalesinde, Dorothy Sayers, insanların luxuria günahına sapmasına yatkın olmasının iki temel sebebinden bahseder:  

    İnsan ya hayvansal güdülerini tamamen serbest bırakır, ki bu durumda ancak nefsini dizginleyerek bedenini sübjeleştirip iki yönlü tabiatının şemasındaki doğru yeri hatırlayabilir. Veya insanlar tam bir can sıkıntısı ile ve hoşnutsuzluğu gidermek için şehvete sarılır; hayal kırıklığı duyduğu zaman, felsefeler iflas ettiği zaman hayatın gerçekliği ortaya çıkar. Şehvet içinde zihinsel ve fiziksel sıkıntısını giderecek bir uyarıcı arar. Böyle bir durumda hiçbir uyarının veya kısıtlamanın bir anlamı yoktur; hatta zararlıdır. Bu, anemiyi kanatarak iyileştirmeye çalışmak gibidir; sadece zayıflayan canlılığı daha da öldürmeye yarar. Yirminci yüzyılın pornografisinin ve önüne gelenle yatmanın hüzünlü ve tıbbi yönü bizlere bu ruhsal depresyonun birine ulaştığımızı söylüyor; insanlar sevişiyorlar çünkü yapacak daha iyi bir şeyleri yok. Bir diğer deyişle, saygıdeğer insanların yakındığı “üzücü ahlaki gevşekliğin” kök sebebi cinsel şehvet değildir, toplumun başka günahlarıdır, ve ancak kök sebep ortadan kaldırıldığında otomatik olarak kendini tedavi etmeye başlayabilir.2 

Kök sebep şehvet değil, sadece can sıkıntısı mıdır? Kierkegaard insanın yaşamda gerçek bir anlam bulamamasının kayıtsızlık, siniklik ve can sıkıntısı ile sonuçlandığına inanır. Hayatın zevk peşinde koşarak yaşanacağını düşünen estet, bize modern zamanın nihilist keyifsizliğinin örneğini sunar.

Estet’in hedonistik hayatının kökü onun can sıkıntısında saklıdır. İlginç olan şudur ki eğlenmek ve can sıkıntısından uzaklaşmak için bulduğu şeyler bir süre sonra can sıkıntısının temel sebebi haline gelir: “Oluşan can sıkıntısı genelde sıkıntının yanlış yönlendirilmesinin meyvesidir. Can sıkıntısına çarenin sonuçta can sıkıntısına yol açması kulağa tuhaf gelebilir, ama yanlış kullanıldığında can sıkıntısına yol açtığı bir gerçektir.”3  

Pornified(Pornolaştırılmış)adlı kitabında Pamela Paul da can sıkıntısının nasıl oluştuğuna dair benzer bir sonuca ulaşır:  

    Bollukla kadın ve hepsini de elde etmek kolay; erkek ise doymaz, tıkınmaya meyillidir. Ve bin çıplak popo gördüğünde -formların veya fonksiyonların çeşitliliği ne olursa olsun- bir süre sonra hepsine aynı bakmaya başlarlar. Erkek kadın üzerine kadınla yatar, bunun sonucu isteğinin giderek azaldığı bir kısır döngüdür. James L. Howard, Myron B. Reifler, ve Clifford B. Liptzin’in 1970 tarihli pornografi üzerine yapılan çalışmaya ait raporda, haftada beş gün, günde doksan dakika pornografik film gösterilen adamların, zamanla daha az seksüel canlılık ve ilgi gösterdikleri gözlenmiştir. Başlangıçta heyecan veren sonunda yalnızca zevk vermekte, başlangıçta tahrik eden sonunda yalnız hoşuna gitmekte, hoşuna giden ise sonunda yalnızca tatmin etmektedir. Ve tatmin ise, er veya geç can sıkıntısıyla sonuçlanmaktadır.. 4

Bu, zevk için yaşayan estet’in kaçınılmaz durumudur. Can sıkıntısınının üstesinden gelmek için zevk arar, çare olarak peşine düştüğü şey bir kez daha ruhsal bir rahatsızlığın kaynağına dönüşür. Gula, luxuria, ve avaritia sıcak günahlarının kökü bireyin bilinçli veya bilinçsiz ruhsal boşluğunu doldurma arayışındadır. Hepsinin başlangıcı mutlak iyinin arayışıdır, ama şekli yanlıştır, çünkü gerçek mutluluğun araçları olan erdem ve sorumlulukla bütünleşmiş ahlaklı yaşamdan uzaklaşmaktadırlar. Sonu kendi içindedir, zevkin uğruna zevke dalar. Yaşamak için yemez, yemek için yaşar; vermek için sevmez, ama almak için arzular; yardım etmek için zenginliğe sahip olmaz, sahte bir güvenlik hissi yaratmak uğruna sahip olur. Kısaca, bunlar içteki boşluğu doldurmak için, hayatın anlamı ile yüzleşmekten kaçınmak için sığınılan günahlardır.  

***    ***    ***

İbn-i Hazm (d. 1064),büyük İspanyol ahlakçısı ve Müslüman Endülüs’ün teologu, insanın özünde korku vardır, her eylemi altında yatan motivasyon, endişeyi izale etmektir (tard hamm) der: “Bu yüzden zenginliği arayan aslında bunu fakirlik endişesini izale etme yoluyla arar; şöhreti arayan aslında öncelikle ikinci sınıf kalmamanın veya itaat altında olmamanın derdindedir; zevki arayan basitçe onun hazzının kaybolması endişesini savuşturmayı dilemektedir.”5Sekiz yüzyıl sonra, aynı görüşü Kierkegaard seslendiriyor. Ona göre zevkin peşine düşen, aslında can sıkıntısını kovmak istemektedir. Bu fikir İbn-i Hazm’ın endişeyi giderme nosyonuyla uyuşmaktadır çünkü can sıkıntısının gerçek tehtidi aslında; can sıkıntısı durumunda, ölümümüz ve anlamımızla korkutucu bir yüzleşme yaşıyor olmamızdır. Kierkegaard zevki aramanın ve acıdan kaçmanın tüm canlıların paylaştığı ortak bir duygu olduğunu hatırlatıyor. Gerçekte zevkin peşinde koşmak bir seçenek değildir, seçeneklere teslim olmaktır. Estet’in hedonistik bir yaşantıyı “seçmesi” bir seçim değildir, aslında seçimsiz kalmaktır. Bu İslam’daki özgür irade doktrini ile tutarlıdır. “Seçmek” Arapça’da “akhtaara,” ve “seçim” “ihtiyar“dır. Bu sözcüğün kökü “hayr,” dır ve anlamı “iyi.”dir. Fiil formu “ikhtaara” nın literal anlamı “kendisi için iyiyi seçmek”tir. Dolayısıyla, bu bakış açısına göre, seçmek, iyi olanı seçmektir.  

Seyyid Nakuib el-Attas, modern Malay felsefecisi, seçme nosyonunu özgürlük düşüncesine bağlıyor:

    İhtiyar olarak bahsedilen seçim, iki alternatiften iyi, daha iyi ve en iyi olanı arasında seçim yapmaktır. Bu nokta en çok felsefi özgürlük problemiyle de doğrudan ilgili olduğu için önemlidir. Dolayısıyla, iki alternatiften kötü olanını seçmek “ihtiyar” ile adlandırılan bir seçim değildir, aslına bakılırsa bu bir seçim de değildir, daha çok insanın kendi kendine yaptığı bir haksızlıktır. Özgürlük kişinin gerçek ve asıl tabiatının isteklerine uygun olarak hareket etmesidir-yani haqq’a [gerçekliğe] ve “fıtrat”a [asli tabiata]-ve ancak iyinin ne olduğuna dair bu seçim “özgür seçim” olarak adlandırılabilir. Daha iyisini seçmek, işte bu yüzden bir özgürlük eylemidir, ve kişinin kendine uyguladığı adalettir. Bu iyinin ve kötünün; erdemin ve ahlaksızlığın bilgisini gerektirir; bunun yanında daha kötüyü seçmek, bir seçim değildir çünkü ruhun hayvani isteklere eğiliminden kaynaklanan bilgisizliğe dayanır; bu bir özgürlük de değildir çünkü özgürlük, ruhun kötüye kışkırtan güçlerinin baskınlığına esir olmamasıdır.. 6

Bu kışkırtıcı ruhun esareti (nefs-ül emmare) özgürlükle ilgili tartışamalarda genellikle ihmal edilir. Ahlaki özgürlük, mantıklı ve erdemli davranma özgürlüğü, modern bağlamda politik ve durumsal özgürlük tartışmalarında göz ardı edilir. Yıkıcı ahlaki bozulma, şimdilerde bir özgürlük çeşidi olarak düşünülmektedir. Kur’an’a göre bu yıkıcı meyiller emreden benliğin baskınlığının (nefs-ül emmare) bir sonucudur.

İnsanın arzularına koşulsuz itaatini 20.yy. Amerikan felsefecisi Mortimer Adler, “çocuksu davranışa dönüş” olarak nitelendirir:

    İnsanın; toplumun veya gerçeğin isteklerini önemsemeyip arzusunun telkinlerini açığa vurması çocukluğa dönüşmektir; Freud’un tabiriyle “isteklerin gerçeklikle uzlaşamaması hali”dir. Çünkü çocuklar “parmakla gösterip, ağlayarak isterler ve arzuları çok güçlüdür,” Aristotle buna uygun şekilde bir yetişkinin “çocukca bir hata”sı söz konusu olduğunda kendini şımartmaktan bahsedilmesi gerektiğini söyler. 7

Benzer şekilde, 14.yüzyıl Mısırlı şair, Imam al-Busiri, ruhun kaprisleriyle ilgili bölümünde, kişinin nefsinin dizginlerini bırakmasına karşı şu uyarılarda bulunur:  

     Arzularını nefsini şımartarak yok etmeye kalkışma.

     Yemek nasıl oburun arzusunu güçlendirir görmüyor musun?

     Nefsin aynı bir çocuk gibidir -onun isteklerini karşılarsan, büyür ve hala emzirmeni ister,

     Ama sütten kesersen bir süre sonra memeye arzusu kalmaz.

     Nefsine,arzu ettiklerini verme; onu sürekli beslemekten kaçın –

     Kontrolünü arzularına kaptırırsan, onlar seni ya mahveder veya kirletir.

     Davranışlarının tarlasında özgürce otlarken onlara çobanlık et,

     Ama otlağı tatlı bulduysa, serbestçe dolaşmasını kısıtla.

     Onun lezzetli bulduğu ne ölümcül lezzetler vardır.

     Bilmez ki kaymak altında zehir gizlidir!

     Onun açlık ve oburluk tuzaklarından korun. –

     Boş bir mide dolu olandan daha kötü olabilir. 8  

Estetin düşüncesiz ve ben-merkezci tabiatı onu olgun ilişkilerden uzak tutar; diğerleri onun çocuksu hazlarının tatmini için sadece birer oyuncaktır ve o artık kelimenin tam anlamıyla bir “playboy” dur. Kierkegaard ,esteti zevkin dolaysızlığında tanımlar – avamın yavan zevklerinden, elitin kibar zevklerine kadar hepsi bir bütündür. Bir diğer deyişle, Oprah da olsa, opera da, insanın düşkünlüğünün matrisi aynı mahallerde buluşur – nefsinin ve arzularının merkezinde. Kierkegaard’a göre her birimiz bir “Ya/Ya da” seçimi ile yüz yüzeyizdir. Ya özgür irademizden vazgeçip zevki seçeriz, daha doğrusu seçmemeyi seçeriz, ya da arzularımızı değil, gerçek benliğimizi ve isteklerimizi destekler, diğerlerine karşı sorumluluk bilincinde olduğumuz ahlaki bir yaşantıyı seçeriz ki. Diyor ki:

    Nedir, o zaman, benim Ya/Ya da ayrımım? İyi midir, kötü müdür? Hayır, ben sadece sizi bu seçimin anlamlı olduğu noktaya götürmek istiyorum. Her şey bunun üzerinde dönüyor. İnsan, seçmekten başka bir şansının olmadığı bir kavşak noktasında tutulduğunda, doğru olanı seçecektir … Dolayısıyla, bir insan ya estetik yaşamak zorundadır, veya etik..9 

Bu noktada, etik hayatı seçmenin zevki bırakmak demek olmadığı da anlaşılmalıdır. Bu estetin anlayamayacağı sebeplerden anlamlı olacaktır. Kierkegaard diyor ki, “Ben formal, soyut bir özgürlüğe heveslenen katı ahlakçı değilim. Eğer sadece seçim öne sürülürse, tüm estetik geri döner. Ve göreceksin ki ancak bu şekilde varlık mükemmel olur ve ancak bu şekilde insan ruhunu kurtarıp, tüm dünyayı kazanabilir, ve onu düzgün bir şekilde kullanabilir..” 10 Zevk düşkünü dünyayı ancak kötüye kullanabilir çünkü diğer insanları, amaçları kendinde biten birer araç olarak görür. Onları kendi zevki için kullanır veya onları kullanan mekanizmaları besleyerek kullanılmalarına katılır. Ahlaklı insan ise, hem kendine, hem de dolayısıyla karşısındakilere karşı nettir. Kierkegaard der ki, “Ahlaklı yaşayan bir insan kendini görür, kendini bilir, kendi varlığına bilinciyle nüfuz eder, belirsiz düşüncelerin etrafında hışırdamasına ve baştan çıkarıcı olasılıkların hileleri ile onu alıkoymasına müsaade etmez; bir şeyden diğerine dönüşüveren sihirli resimler gibi değildir, tümü birinin nasıl değiştiğine ve döndüğüne dayanır.”11 Böylece kendi hayatını “kişisel, kentsel, dini erdemlerini kendini sürekli bir durumdan diğerine dönüştürerek” geliştirebilir.”12  

         ***     ***      ***  

Bu ahlaklı yaşam, ruhun ikinci kademe hayatıdır ve Kur’anda kendini kınayan nefis anlamına gelen (nefs-ül levvame) tamlamasıyla isimlendirilir. Bu, murakabeli bir nefistir, yanlışları tamamen isteyerek işlemez ve sürekli doğru olanı yapmak için uğraşır. Bu durumdaki kişinin nefsi iyileşirse, o kendini pişman hisseder ve yanlışını düzeltir. Ahlaklı insan da arzu duyabilir ama güdüleriyle sürekli savaşır, ve daha önemlisi, “arzuyu sevmez”. Şu Kur’an ayetini yorumlarken, “İnsana, eşlere, evlatlara tutkuyla bağlanmak” (3:14), Fahreddin Razi diyor ki:

    Arzular fiziksel arzular ve metafiziksel arzular olarak ikiye ayrılır. Fiziksel arzular herkeste hemen ortaya çıkabilir, ama ruhsal arzular sadece nadir bazıları dışında fiziksel olanları deneyimledikten sonra açığa çıkar. Bu yüzden, birinin bedensel zevklere arzu duyması nefsin doğal olarak meyilli olduğu bir şeydir ve insanın sabit bir yetisidir, bunun yanında onun ruhani arzulara meyilleri küçücük sebeplerle dağılan kısacık görüntülerle gelir. Bu yüzden, insanların çoğunun bedensel zevklere meyletmesi sürpriz değildir. Ruhsal tutkular ise çok az insanda ve kısıtlı bir süre içinde oluşur. İşte bu yüzdendir ki Allah der, “İnsana arzuları güzel gösterildi.”13

Bu zevkler aslında olumsuz olmamakla birlikte, ölçüsüzlük içinde olumsuzlaşır. Ilımlılık ise ahlaklı yaşamın bir yoludur ve mutlulukla sonuçlanır. Orta yolun her iki tarafındaki aşırı uçlar fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal açıdan zararlıdır. Ahlak felsefesi de, din de oburluk, uyuşturucu, seksüalite ve diğer kontrolsüz davranışlarda ifade bulan ölçüsüzlüğün tehlikeleri konusunda uyarır. 15.yy. alimi ve Sufi önderi Sidi Ahmed Zarruk der ki, “Nefis, doğasında öğüt ve yoldan çıkma konusunda aşırılığa meyillidir.” Din hep seksüel arzular konusunda baskı uygulayıcı olmuştur, örneğin mastürbasyonun dinsel kategorizasyonu ölümsüz ruhu tehlikeye atan ölümcül bir günahtır, ki, sosyal bilimlerin bunun normal tabiatına tuttuğu ışık, günahkarlar için cehennemde bir yer bırakmamaktadır. Ayrıca, dini, azgın davranışları kısıtlamak için bir araç olarak kullanan utanmak duygusu üzerine işleyen bazlı toplumsal çabalar, eğer davranış, toplumdan gizli gerçekleştirilebiliyorsa başarısızlıkla sonuçlanıyor. Teknolojinin kimlikleri gizlemeyi başarması, insanların afişe olmadan ve utanç duymadan zevk peşinde koşmalarının yolunu açmıştır. Hem din, hem dinin dışında etik yaşama bağlılık, kendi şehvetlerini kontrol altında tutmak için mücadele eden birçokları için soruna etkili bir çözüm sunabilir.

Ahlaki perspektiften, sorumluluk etiğin temelidir. Hiçbir insan sorumluluk olmadan erdemli karşılık veremez. W.H.Auden “Eylül 1,1939” adlı şiirinde bunu şöyle ifade eder:  

İzbe karanlıktan

Ahlaklı yaşamın içine

Kalabalık banliyö sakinleri gelir,

Sabah andlarını tekrar ederek;

“Karıma dürüst olacağım,

daha çok işime konsantre olacağım!”  

Bu tekbencilli egoizme yenilmemek için sürekli bir mücadeledir. İffet, genellikle namusluluk taslama ile birlikte anılır; aslında seksten uzak durmak değildir, bunun ahlaki düzenlenmiş şeklidir. Saint Thomas Aquinas dediği gibi: “O iffete aittir ki insan vücut azalarını mantığının yargısına uygun ve iradesinin seçimi olarak ılımlı kullanır..”14Kadın ve erkeklerin mutluluğu için önemli olan bir şey ise şehvetin ötesine geçip sevginin alanına girmektir, bu da kişiyi diğerine, kendine sorumlu olduğu gibi bağlar. Sevgi, aileleri bir arada tutan güçtür ve ortak mutluluğu güçlendiren bağdır, ki kadın ve erkeklerin arasında aşk olmadan, ortak mutluluk doğru koruyuculardan yoksun olur. Şehvet, ise diğer taraftan, kendini mutlu etmekten de uzaktır. Diğer insanlara karşı ahlaki sorumluluğa sahip olmamaktır. Dante, yedinci daire olan şehvet’teki deneyiminde, şehvet geçmişlerinden pişman olanları hatırlatır:  

     “Sodom ve Gomora,” diye ağlar yeni ruhlar.

     Ve diğerleri: “Pasiphae ineğe girer

     Ve tatmini için genç ineğini çağırır…”  

Pasiphae’ye atıf Yunan mitolojisinden gelir. Apollo Peri Perseis’le evlenmiş ve Pasiphae adlı çocukları olmuştur. Pasiphae, Crete’li Kral Minos’un karısı olur ve tanrı Poseidon, Minos’a kurban etmesi için bir boğayı hediye olarak gönderir. Ama Minos boğayı kurban etmek yerine sürüsüne katar. Buna bir karşılık olarak, Poseidon ,Pasiphae’yı boğaya aşık eder. O da Daedalus’u görevlendirerek onun için bir inek maketi yapmasını ister ve maketin içine gizlenerek bu şekilde boğanın onunla ilişkiye girmesini sağlar. Sonuç Minotaur’dur, yani yarı boğa, yarı insan bir ucube. Açık mesaj şudur ki, şehvet canavarlara yol açar. 15

Gerçek aşk, şehvete dayalı hayvani bir arzu değildir; insanın bir diğerini mutlu etme ve böylece mutlu olma arzusudur, ki ilki genellikle daha güçlüdür. Ama ihanet etmek aşkı ortadan kaldırabilir; iffettir ki birinin yıkıcı ihanet olmadan ahlaklı bir şekilde diğerine sorumluluk duymasını sağlar. Evlilik sadece büyük medeniyetlerin değil, küçük yerli toplulukların da temeli olmuştur. İlgi çekicidir ki, birçok geleneksel kültür evliliğe ilişkin tabuların erkeğin kadın üzerinde egemenliği üzerinden sağlandığı ataerkil kültürler olarak görülürken, gerçek bunun tam tersidir – evlilik yatağına sadakat ile erkeğin şehvetini kontrol altına alması, kadın erdeminin erkek doğası üzerindeki açık zaferidir.  

Anne Moir ve David Jessel, Brain Sex- Beyin Seksi adlı kitaplarında bazı geniş genellemeler bulunsa da, cinsiyet farklılıklarına şöyle atıfta bulunuyor:  

    Erkekler kişiselliğin olmadığı umumi teşhir yerlerinde bile tahrik olabilirken, kadınlar ılımlı erotik bir dürtüye çok daha farklı bir yerden- seksüel ilişkinin hayalinden ulaşabilmekteler. Aynı onların bir çiftin çiftleşmesinin pornografik gösterimi ile tahrik olurken, kadınların tutkuyu popüler kurgu romanlardaki aşk sahnelerinde bulmaları gibi, ki okuyucularının büyük çoğunluğu kadınlardır …. Erkekler seks ister, kadınlar ise ilişki. Erkek et ister, kadın sevgi. Dikkate değer ki, erkek çocuklar balonlarla, oyuncaklarla, arabalarla oynamaktan zevk alır; kız çocukları ise sürekli kendileriyle ilgilenilmesini, duygu-düşünce paylaşımını ve arkadaşlığı isterler. 16 

Bu çalışma, abartılı olsa da, genellikle nörobilimin erkek beyni ile kadın beyninin farklı bir şekilde kablolanmış olduğu bilgisini destekliyor. Son kırk yıl içinde birçok pozitif sonuçlar alındı; kadın hareketi, kadın hakları konusunda inanılmaz bir mesafe kat’ederek daha adil bir toplum oluşmasını sağladı. Ama bu beraberinde bir geriye gidişi de getirdi. Yeni elde edilen haklara eşlik eden seksüel özgürlük,  kadınları mağdur eden trajik bir yan etki de oluşturdu. Aşksız, erkek egemen karakterli seks, sorumluluk olmaksızın zevk, ve irade hakimiyeti olmaksızın kadın arzusu; ortak kadın erdemleri olan aşk sorumluluğu, anlamlı cinsel ilişki ve karşılıklı saygıya dayanan sosyal ilişkinin yerini aldı. İffet, modası geçmiş bir “kadın erdemi” olarak algılansa da, insanoğlunun sadık koruyucusu ve şehvet ve arzuların dipsiz kuyusuna düşmeyi engelleyen etkili bir koruyucu olmuştur. Ama insan, ahlaki, entelektüel ve ruhsal uyanıştan aldığı hazda, tensel hazzından aldığından çok daha fazlasını bulmaktadır Bizler genelde iştihaları temel dürtülerle ilintileriz ve insanoğlunun gerçek rasyonel ve ruhsal isteklerini göz ardı ederiz. Mortimer Adler diyor ki:

    İnsanın içinde duygular ve akıl veya mantık olarak iki ayrı bilgi fakültesi bulunduğunu söyleyen psikologlar, insanda ayrıca iki ayrı istek veya arzu da bulunduğunu söylerler. Ayrım belki de en keskin biçimde Aristo ve Aquinas tarafından yapılmıştır. Derler ki “evrensel iyiye yönelen tek bir istek vardır, bu da akla aittir”, “diğeri ise özel bir iyiye yöneliktir ki bunun isteği de hislere aittir. 17

Şehvet hayat amacı haline geldiğinde, entelektüel ve ruhsal zevklerin buluşması engellenmiş olur. İffettir ki insanın seksüel arzularını düzene koyar, insana, tam insanlık deneyimini sağlayacak olan hayatın diğer yönlerini keşfetmesini sağlar.

İslami gelenekte saflık (iffet), Helenistik ve Hristiyan geleneğinde olduğu gibi, dört ana faziletten biri olarak görülür, ve insanı kendi yıkıcı meyillerinden , toplumu da şehvetin ahlaki parçalamasından koruyan bir erdemdir. Ve Müslüman toplumu, Avrupa Hristiyan kültürünün tarihine göre çok daha göze çarpar tensellik arzetmekle birlikte, dini elit bin dört yüz yıl boyunca Müslüman toplumun gevşek ahlakını kınayagelmiştir. Aquinas üzerinde de büyük etkiye sahip büyük Müslüman düşünür Imam Gazali, diyor ki:  

    İffet, insanın bedensel isteklerinin ve seksüel arzularının kontrolüyle ilgilidir. Bu nefsin, aklın kontrolü altına girmesi; onun zevk almasına veya sınırlandırılmasına aklın karar vermesidir. Bu aşırı şehvet ile arzusuzluk arası bir orta yoldur. Zevke esir olmak ise, aklın reddettiği ve yasakladığı aşırı cinsel istek ve zevk peşinde koşmaktır …. Dolayısıyla, erkekler özellikle genital ve midesel konularda-para, güç ve şöhreti hiç saymaya gerek yok- zayıf olduğundan arzuları konusunda tetikte olmalıdır. Aşırılık ve eksiklik, ikisi de iffet açısından kusurludur …. Seksüel ilişki isteği türlerin üremesi ve soyun devamını temin etmek için doğaldır. Bu yüzden iki sebeple istenir-çocuk sahibi olmak için ve evlilik bağında iffetli kalmak için-hoş vakit geçirmek ve arzuların tatmini için değil. Kişi yaptığından neşe ve zevk arıyorsa, bu, karşılıklı sevginin ve bağlılığın sağlanması ve evlilik bağını sağlam tutmanın cinsi zevkle sağlanmasıdır.18 

Gazali, sağlıklı bir toplum yapısında ılımlılığın önemli olduğunu belirtiyor. Ilımlılık, insanın hayata tam katılmasını engelleyen aşırı utangaçlık veya erdemlilik taslama ile aynı şey değildir; genel ahlakli kıstaslardan çok rasyonel sezilerle ilişkili utanç duygusudur. Cinsiyet konularında ılımlı davranması insan için doğaldır, ama insan baştan çıkartılabilir, ve filmler ve görsel medya bu sonucun emsalsiz araçlarıdır.

Plato’nun Philebus’unda, Protarchus der ki:

    Birini, kim olduğu önemli değil, zevklerini tatmin ederken gördüğümüzde-ve bunun özellikle en büyük zevk için doğru olduğunu düşünüyorum-onun içinde ya çok gülünç veya aşırı derecede çirkinlik ögesi ararız, böylece kendimizi utanmış hissederiz, ve onu kapatmak ve gizlemek için elimizden geleni yaparız,ve o çeşit bir şeyi saatlerce karanlığa bırakır, gün ışığına çıkmaması gerektiğini hissederiz. 19

Seksüalitenin en iyi karanlıkta veya kapalı kapılar arkasında gerçekleşeceği düşüncesi evrenseldir ve diğer türlerde de bulunur; erdemlilik taslayan püritenlere veya ahlaken kendini üstün gören işgüzarlara, aynı Dylan’ın şarkısındaki gibi “Yaşlı kadın çiftleri izler / Aklı seksle sınırlıdır /Sahte ahlakı dayatmak, küçümsemek ve bakış atmakla,”20 e özgü değildir. Ama seksüalize olmuş kültürün çocuklara ve kendini evliliğine adamış olanlara tehdit oluşturduğunu düşünen insanları da ilgilendirir. Pornograflar ve onların kurbanları, insanların yüksek zevk durumunda görülmesinin doğal olduğunu savunurlar. Gerçekte, bu durum dünyadaki insanların çoğunluğu için tuhaftır, ve yakın zamana kadar, karanlık izbe köşelerdeki dikizleme şovlarına ve şehrin kuytu köşelerindeki penceresiz seks shop’lara münhasırdı. Röntgencilik İngilizcede kötüleyici bir kavramdır ve pornografi aslında bundan ibarettir.

Pamela Paul’un belirttiği gibi, pornografi, “anti-seks ve anti-özgürlüktür” Şöyle devam ediyor: “[Pornograflar] Amerika’yı fantezi düşüncesi üzerine satarken, gerçeği görmezlikten gelme konusunda insanları dolduruşa getirmişlerdir. Susturulanlar sansür koymayarak pornografiyi meşrulaştırmaya daha da fazla hizmet etmişlerdir.” 21Ancak son otuz yılda yapılan ciddi araştırmalarla – ki bu süreçte pornografi normalleştirilmişti- pornografinin zararlı etkileri ortaya konulmaya başladı. Böylece dini görüşün önyargılarından kendimizi özgürleştirmemizin, bir araya gelip şehvetle coşmanın sosyal faturasını ortaya çıkartabiliyor ve onun kültürümüzün en değerli parçasının, gençlerin üzerindeki etkisini değerlendirebiliyoruz.  

         ***     ***     ***  

Şimdi bu argümanın mistik perspektifini değerlendirelim, yani Kierkegaard’ın üçüncü ve en kutsal hayat olarak övdüğü dini hayatı. Bu hayat, İslam geleneğinde, insanın ruhsal gelişiminin üçüncü ve son kademesidir ve Kur’an’da huzura ermiş ruh (nefs-ül mutmainne) olarak adlandırılır. Hem Hristiyanlık, hem de İslam Kutsal Bakış kavramını paylaşır: “Kutsanan kalplerdeki temizliktir, çünkü o Tanrıyı görecektir” (Matthew 5:8). Kalbin safiyetini sağlamak, İbrahimi dinlerin ortak odak noktasıdır. Kur’an der ki, “O gün, insana ne zenginliği fayda verir, ne de evladları, sadece temiz kalbi dışında” (26: 88-89). Kalbin safiyeti doğuştan kazanılan bir haktır. Çocukların saflığı her yerde övülür ve işte bu yüzden, insanın en çirkin ve karanlık suçları arasında, en iğrenileni pedofilidir, çocuğun masumiyetinin kirletilmesidir. Biliyoruz ki çocuklar sonunda seksüel masumiyetlerini kaybetmek zorundalar, ama her alçakgönüllü ebeveynin arzusu bunun ergenlikte karşılıklı sevgi ve saygı içinde oluşmasıdır. Şehvet Eros dürtüsünün tezahürüdür ki Sigmund Freud haklı olarak bunu hayatın ölüm dürtüsüne karşı koyma gücü olarak tanımlamıştır. Bir diğerine karşı saf aşk olarak kanalize edildiğinde, yaşam veren bir şey olur, an’ın içinde sahip olduğumuz varlığa değer katan bir deneyim halini alır. Simone Weil diyor ki:

    Her zevk arzusu geleceğe ve hayal dünyasına aittir, varlığın mevcudiyetini dilediğimizde, o var olur: arzu edecek bundan fazla ne olabilir? Sevgili varlığımız artık çıplaktır ve gerçektir, hayali bir gelecekle örtülmemiştir …. Bu yüzden aşkta, arzunun geleceğe doğrultulup doğrultulmadığına göre iffet vardır veya yoktur.22

Şimdiki zamanda sevebiliriz ve bu sevgi içindeki kutsallığı tecrübe edebiliriz. Bu sevginin saflığı varlıkla sağlanır ve aynı anda başka bir şeyi arzu etmekle yok olur, bu başka bir sevgili de olabilir veya basitçe nesnelleştirilmiş insan üzerinden sağlanan onanistik kendini tatmin de. İslam ve Hristiyan geleneklerine göre, kalbe giden en bozucu iç yol “gözün şehvetli bakışı”ndan geçer.  

    Bu yüzden Kutsal Kitap “gözlerin şehveti”ni “şeytanın gücünü” oluşturan üç güçten biri olarak anlatır (1 John 2, 16; 5, 19). O, yıkıcılığının ve yok etme gücünün doruğuna kendi hayaline uygun bir dünya bina etmekle ulaşır-anlamsız şovların sürekli hareketli silüetleri, izlenimlerin sağır edici sesleri ve aman vermez his pencerelerinden hızla akıp giden duyguları tarafından kuşatılır. Bu görüntünün aldatıcı görkeminin ardında mutlak bir hiçlik vardır; bu geçici muhayyile dünyasıdır ve genellikle 15 dakika gibi kısa bir sürede bayatlar ve fırlatıp atılır, gazete veya dergiye göz gezdirip bir kenara atılması gibi; öyle bir dünyadır ki bu, bulanmamış sağlıklı bir zihnin güçlü bakışına, büyük bir şehrin ortasında, kış sabahının aydınlığında bir eğlence gibi gelir: umutsuzca boş, kederli ve korkutucudur.  
    Obsesif müptelalığın doyurup beslediği bu karmaşanın yıkıcılığının sebebi, insanın gerçeği algılamak konusundaki primitif gücünü boğmasında yatar; hem insanın kendine dönmesini engeller, hem de gerçeğe ulaşmasını.
     
    Bu hayali dünya ,gerçek dünyayı boğmak ve bozmakla tehdit ettiğine göre; bu doğal isteği kısıtlamak için tek önlem kendini korumak ve savunmaktır. 23 

Görsel bir kültürde yaşıyoruz; gözün cinsel arzularının yıkıcılığı hiç bir zaman bu denli tehdit edici olmamıştı. Bu bakış, kavramayı arzu eden bir bakış değil, basitçe tahrik olmak için bir bakıştır. “Bu görme çabası, bilgiye erişmenin ve gerçeği idrak etmenin bir yolu değildir, kendisini serbest bırakmanın sonucudur” diyor Martin Heidegger, Varlık ve Zaman adlı kitabında. Gözlerin şehvetle ilgili iffeti bunun başarılması en güç şeklidir. Bir erkeğin fiziksel bir karşılaşmadan kaçınması, maruz kaldığı bir manzarada bakışlarını önüne indirmesinden çok daha kolaydır. Bu da Hz.Peygamberin öğretilerine göre kalbin zinasıdır; onun kötülüğü belki daha düşük derecededir, ama ruh üzerindeki etkisi, zamanla, tahrip edici potansiyele sahiptir. Buna bilgisayar piksellerine yerleştirilmiş çıplak resimleri, ve billboardlardan ve raflara teşhir edilen dergi kapaklarından fışkıran yarı çıplak erkek ve kadın resimlerini ekleyin. Bu tahrikler o derece büyük ki , kültürümüzün gerçek anlam oluşturma kapasitesinin devamı tehdit altına giriyor. Musa’nın emrini hatırlattıktan sonra– “Oyma suretler yapmayacaksınız, yukarıdaki cennete ait her hangi bir şeyin benzerini, veya onun altındaki dünyadakileri, veya dünyanın altındaki sudakileri” – Neil Postman şöyle devam ediyor:  

    Bu emrin ahlak sisteminin bir parçası olarak ilave edilmesi ilginç, bunu yazan insan iletişiminin formlarıyla kültürün kalitesi arasında bir bağ düşünmüş olmalı …. Bizim gibi kültürünü kelime-merkezli olmaktan çıkarıp görüntü-merkezli hale getiren insanlar Musa’nın bu emrinden faydalanabilir.24 

Basılı kültüre geçişimizin en problemli yanı, bunun büyük bir kısmının kadın bedenine ait cinsel öğeleri içermesi olmuştur. İnsanlığından soyutlanmış, rötüşlenmiş, yanlış ve doğal olmayan duruşlarda, arı sokmuş gibi dudaklar, büyütülmüş göğüsler ve ceza gibi diyetler ve yorucu egzersizler sonucu şekillendirilmiş butlar, porno yıldızlarının bu çarpıtılmış modellerine ait resimler ve filmler; erkeklerin hayat arkadaşı, eş, kız kardeş, anne ve genelde kadınlar hakkındaki realistik beklentilerine ciddi bir tehdittir. Toplumun gözleri saldırı altındadır, bunun anlamı kalplerimizin de öyle olduğudur. Kur’an erkek ve kadınlara karşı cinsle karşı karşıya geldiklerinde ve çekim hissettiklerinde bakışlarını indirmelerini tavsiye eder: “İnanan erkeklere söyle, gözlerini indirsinler ve iffetlerini korusunlar; bu kalpleri için daha iyidir, ve Allah onların yaptıklarından haberdardır. Ve inanan kadınlara söyle onlar da gözlerini sakınsınlar ve iffetlerini muhafaza etsinler. Güzelliklerini ve süslerini, görünenler hariç, sergilemesinler..” (24:30). Gazali der ki:

    [Şehvet] 25 aşırı cinsel arzunun canlandırılmasından başka bir şey değildir, ve boş ve kaygısız bir kalbin hastalığıdır. Kişi ona uzanan öncüllerden, daha baştan bakışlarını ve düşüncelerini muhafaza ederek kaçınmalıdır. Aksi taktirde giderek daha sıkı sarmalayacak ve onu silkeleyip atmak daha da zorlaşacaktır.26 

Dikkat edelim ki Gazali’nin bahsettiği “tekrarlanan bakışlar” 11’inci yüzyıl’da Irak’taydı; kıyafet ve davranış olarak son derece muhafazakar bir yerde… Günümüzün görsellik aşırı yüklemesi krizi kişinin ruhsal potansiyelini çok kolay aşındıran bir şey. Meditasyon, dua, veya hatta boş vakitte yaptığımız okumalar bile gözler yoluyla kalbe girmesine izin verdiğimiz görüntülerden etkileniyor. “Göz” kelimesinin Arapça karşılığı “‘ayn,” dır ve aynı zamanda “canlanmak” ve “öz” demektir. Göz bebeğinin karşılığı ise “insaan,”dır ve aynı zamanda “insanoğlu” anlamında da gelir. Göz, insanoğlunun özünü yansıtır, ve onun merkezi göz bebeğidir, bu dünyanın ve ahiretin kutsal güzelliğine şahit olarak yaratılmıştır. Bizler şahit olmak ve yansıtmak için dizayn edilmiş varlıklarız. Göz bebeği dünyevi bir ışık ile kısılır ve karanlıkta ve zevk ile tahrik edildiğinde genişler. 18.yüzyılın meşhur kuzey Afrikalı Moulay al-Arabi al-Darkavi şöyle diyor:

    Tutku ve kaprislerinize karşı durun. Bunu yaparsanız gözleriniz sırlara açılacak. İyi karakter [erdem] Sufilerce tasavvuf, din adamlarınca dindir. Hislerinden de kaç çünkü onlari anlamların zıddıdır. İki zır birleşmez. Ne zaman duygularını güçlendirirsen, anlamları zayıflatırsın, ne zaman anlamları güçlendirirsen ise duygularını …. Her insanın , denizlerin dalgaları gibi, iç anlamları vardır. İnsanlar bunları bilseydi, duygusal şeyler onları anlamlardan alıkoymazdı. Bunu bilselerdi, kendi içlerinde kıyısız okyanuslar bulurlardı. Allah dediğimin şahididir.27

El Darkavi, özünde, zevke atıf yapıyor, ki Sokrat’da Philebus’ta bundan bahsediyor – ama ancak gerçekten, ölçüden, akıldan ve doğru fikirden sonra. Bütün bunlar anlamla ilişkilidir. Seksüel deneyimde gizli olan anlam, okyanusun dalgaları gibidir. Fakat, bunlar ancak sevgi ve ahlaki sorumlulukla açığa çıkar. İslam geleneğinde, kadınlar daima ilahi bir düzlemde anılmıştır. Kadınlar ilahi merhametin dünyadaki tecellisidir, bu durum özellikle annelikte somutlaşır. Hz.Muhammed (S) der ki, “Alçak ve adi insanlar dışında kimse karısını küçük düşürmez.” Rumi Mesnevi’sinde der ki:

     Erkeğe arzuları sevdirildi …

     Tanrı kadını çekici kıldı, öyleyse erkek nasıl ondan kaçabilir?

     Kişi yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa,

     Hamza’dan bile ileri gitse, hükmetme konusunda karısının esiridir.

     Tüm dünyaya seslenen Peygamber de öyleydi, derdi ki,

     “Konuş benimle, ya Aişe!…”

     Peygamber der ki kadınlar akıllı ve kalp sahibi erkeklere hakim olurlar,

    ancak cahil adam karısına baskı yapar, çünkü yaratılışında hayvanlık duygusu üstündür. Onların nezaketi, inceliği veya aşkı yoktur onda, çünkü onu yöneten hayvanlık tabiatıdır. Sevgi ve incelik insanın vasıflardır, öfke ve tensel zevkler hayvanlara aittir.

     Kadın Hak nurudur, sevgili değil. Sanki yaratıcıdır – yaratılmış değil.”28 

13. yüzyıl İspanyol alim, felsefeci ve mistiği İbni Arabi, dünyada uluhiyete ait derinliğin en mükemmelini kadın olarak düşünür. Şöyle der:

 

    Kadınlar Tanrı için tabiat gibidir, O, evrenin formlarını, iradesi ve emri ile ortaya çıkardığı gibi doğanın şekillerini de kadın ile oluşturmuştur …. Bu şekilde bir kadını seven, ilahi aşkla sever, şehvet için seven ise bu arzunun gerçek bilgisinden yoksundur. Böyle biri için o sadece şekildir, ruhtan yoksun, ve her ne kadar bu şekil ruh ile doldurulmuş olsa da, karısına veya diğer kadınlara gerçek zevkin varlığından gafil, zevkini tatmin için yaklaşan adam için mevcut değildir. Bir yabancının kendi kimliğini açıklamadan kim olduğu anlaşılamadığı gibi, o da kendinin kim olduğunu bilmez. Hani derler ya:  
    Benim sevdiğimi düşünmekte haklılar,
    Sadece kimi sevdiğimi bilmiyorlar.  

Böyle bir adam aslında kendi içindeki zevke aşıktır ve, bunun sonucu olarak, aslında kadındaki kendi tatminini sever, gerçek ve yaptığının anlamı onda kaybolur. Gerçeği bilseydi, zevki veren kim, alan kim; o zaman belki mükemmelleşirdi. 29  

Bizim Batı geleneğimizde, William Blake mükemmel bir şekilde aynı anlamı ifade ediyor:

         Tavus kuşunun gururu Tanrı’nın görkemidir.

    Keçinin şehveti Tanrı’nın ikramıdır.
    Aslanın gazabı Tanrı’nın aklıdır.
    Kadının çıplaklığı Tanrı’nın işidir.

İffet ve saflık kadınlara doğal olarak gelen, erkeklerin ise öğrenmek zorunda olduğu büyük erdemlerdir. Kur’an Hazret-I Meryem’I, İsa (A.S.)’ın annesini, kalbin iffet ve saflığına büyük bir örnek olarak gösterir ve onu ideal olarak tarif eder. Bir de İmran’ın kızı Meryem’i misal getirir. Meryem, iffet ve namusunu korudu. Biz ona Ruhumuzdan üfledik. O da Rabbisinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu.. (66/11-12).

O halde erkekler, iffet ve saflığı kadınlardan öğreniyorlar, bu da karşılığında kadının kutsal doğasını koruyor. Arapça bir kelime olan ve “kutsal olan” anlamına gelen hurmah da buna işaret ediyor. Şimdi, erkeğin, kadının doğal erdemini taklitteki başarısızlığı, kadınların çifte standardı reddetmesiyle ve erkekleri, doğal ahlaksızlığıyla taklit etmeleriyle sonuçlanmıştır. Kadının ruhsal gücü çok yüksektir, ama erkeklere karşı fiziksel cazibe gücü de öyle. İşte bu güçtür ki ahlaksız erkeği kadınlara baskı yapmaya iter, ve erdemli erkeği ise onları el üstünde tutmaya ve korumaya. Ama kadının erkek üzerinden şekillenen bu fiziksel gücü erkekleri onun metafizik anlamından gizleyen duygusal bir güçtür. Onun duygusal hali, dünyadaki merhametin kaynağı olması, erkeği ruhsal gerçekliğin ayırtına varmadan cinsellikte kaybolmaktan korur. Rahimin Arapça ve İbranice karşılığı olan (rahm) merhamet anlamındaki (rahma)’dan türetilmiştir ve insanın içinde tezahür eden Tanrının yaratıcı gücünün ifadesidir. Kadınları değersizleştirerek, bizler insan doğasının en yüksek kalitelerini alçaltıyoruz; onu yüceltmekle ise, en yüksek tabiatımızı yüceltiyoruz. Ne zaman onun doğal faziletleri-şefkati, inceliği, özeni, diğergamlığı ve sevgisi-erkekte baskın olursa, erkekler doğal kötü alışkanlıklarının üstesinden gelebilir ve tam insanlığını farkedebilirler. Ne zaman ki, tersine, bu erdemler eksik kalır; erkekler sefilliğin esfeline düşer ve hayvanlardan da aşağıya düşerler. Kadının dış güzelliğini teşhir ederek, onun iç güzelliğini perdeleriz. Eski bir şiirde söylenildiği gibi:

     Gül yanaklı sevgilime dedim ki,

      “Ey gonca ağızlım,

     Neden yüzünü saklıyorsun, cilve yapan kızlar gibi?”

     Güldü ve dedi ki,

     “Senin dünyanın güzelliklerinin aksine,

     Örtümün içinde görünenim, ama onsuz gizliyim.30 
 
 
 

1 Modern Catholic Encyclopedia, Edited by Michael Glazier and Monika K. Hellwig (Collegeville Minnesota: Liturgical Press, 2004), 779.

2 Dorothy L. Sayers, Creed or Chaos (New Hampshire, Manchester: Sophia Institute Press, 1949), 121-122.

3 Ibid., 55.

4 Pamela Paul, Pornified: How Pornography is Damaging Our Lives (New York: Henry Holt and Co., 2005), 83.

5 Majid Fakhry, Ethical Theories in Islam (New York: Leiden, 1991), 170.

6 Syed Muhammad Naquib Al-Attas, Prolegomena to the Metaphysics of Islam: An Exposition of the Fundamental Worldview of Islam (Kaula Lumpur, Malaysia: ISTAC, 1995), 33.

7 Mortimer Adler, The Great Ideas: A Lexicon of Western Thought (New York: Macmillan,1992), 151.

8 The Burda of Al-Busiri. Trans. by Hamza Yusuf (Essex: Sandala Ltd., 2002), 6.

9 Either/Or: A Fragment of Life, The Essential Kierkegaard, 74.

10 Ibid., 76.

11 Ibid., 81.

12 Ibid., 82

13 Fakhr al-Deen al-Raazi, al-Tafsir al-Kabir (Beirut: Dar al-Kutub al-‘Ilmiyyah, 1990), 7-8: 170. Author’s translation.

14 Saint Thomas Aquinas, Summa Theologica, II-II, Question 151, Art. 1.

15 From John Ciardi’s commentary on the Purgatorio of Dante (New York: The Modern Library, 1996), 279, 284.

16 Anne Moir, Ph.D. and David Jessel, Brain Sex: The Real Difference Between Men and Women (New York: Delta, 1991), 107.

17 Mortimer Adler, The Great Ideas, pg. 150.

18 Abu Hamid al-Ghazzaali, Mizaan al-‘Amal (Egypt: Dar al-Ma’arif, n.d.), 269-270.

19 Plato: The Collected Dialogues, pg. 1148.

20 Bob Dylan, “It’s Alright, Ma.”

21 Pamela Paul, Pornified, 276.

22 Andre Comte-Sponville, Small Treatise on the Great Virtues (New York: Metropolitan Books, 2001), 180.

23 Josef Pieper, The Four Cardinal Virtues (Notre Dame: University of Notre Dame, 1966), 201-202.

24 Neil Postman, Amusing Ourselves to Death (New York: New Penguin Books, 1986), 9.

25 Dr. Timothy Winter’ın çevirisi her ne kadar “amorous passion,” olsa da Arabça metinde “‘ishq,”denmektedir ve ben “şehvet” kelimesini, El-Gazali bu kısımda ona atfettiği için, tercih ediyorum.

26 Imam al-Ghazali, Disciplining the Soul and Breaking the Two Desires. Translated by Dr. Timothy Winter (Cambridge: Islamic Texts Society, 1995), 169.

27 Mawlay al-Arabi ad-Darqawy, The Darqawi Way: Letters of Mawlay al-Arabi ad-Darqawi (Norwich: Diwan Press, 1979), 36. 

28 William C. Chittick, The Sufi Path of Love: the Spiritual Teachings of Rumi (Albany: State University of New York Press, 1983), 169.

29 Ibn ‘Arabi, The Bezels of Wisdom. Translated by Ralph W. J. Austin. (Lahore: Suhail Academy, 1999), 275-278. I altered some wording based upon my Arabic edition of Fusus al-Hikam, Ibn Arabi. Dar al-Kutub al-‘Ilmiyyah:Beirut. 2004. Pg. 515-18.

30 William C. Chittick, Sufism: A Short Introduction (Oxford: Oneworld, 2003), 136.

Trackback URL

  1. 10 Yorum

  2. Yazan:eg Tarih: Haz 29, 2009 | Reply

    doğudan batı’ya; sanattan teolojiye değişik kulvarlardan insan ve arzularına kapsamlı bir bakış olmuş. külfetli bir çeviri olmui olmalı. ekrem bey’in eline sağlık. güzel bir yazı…

  3. Yazan:cb Tarih: Haz 29, 2009 | Reply

    Ekrem bey,

    sağolasınız oldukça geniş bir konu,güzel tanımlamalara değinilmiş hem konuyu ele alana hem de bu uzun metni çeviren şahsınıza teşekkürler.

  4. Yazan:Mesut Tarih: Haz 29, 2009 | Reply

    Gerçekten çok doyurucu bir yazı olmuş. Hatta kendimi bir kez daha gözden geçirdiğimi bile söyleyebilirim.

  5. Yazan:MY Tarih: Haz 30, 2009 | Reply

    Tatli Kardesim Ekrem Senai,

    site açildigindan beri yayinladigimiz en güzel yazilardan biri.

    “Günah” yazida belirtildigi gibi “modasi geçmis” bir kavram… Sadece batida mi? Ya bizdeki modernistlere ne buyrulur?

    ama bati uyandi, bir çok psikolog “perversion” üzerine çalismalar yapiyor. Batili düsünürlerin bir kismi saglam bir ahlaki temel kurmadan yol alamayacaklarini düsünüyorlar. Sibony, Cyrulnik, Zarifian ve Naouri gibi bir çok çagdas yazar bu yazidaki kavramlari isaret ediyor:
    1) Can sikintisindan dogan bosluk,
    2) Bu boslugun dogurdugu endise hali,
    3) Insanin günahlara bir semsiyeye siginir gibi siginmasi,
    4) Hazza dönük yasamin insani saldirganlasmasi ve mutsuzluga itmesi,
    5) vb

    Yine yazida söylendigi gibi “baskasina zarar vermedigi müddetçe herkes istedigini yapsin” demekle olmuyor. Daha saglam dayanaklar gerekli.

    Bu yazi bir kaç bakimdan ilginç kapilar açiyor, her biri üzerinde çalismak, birlikte kafa yormak gerek.

    insan kötüyü, kötünün kaynaklarini anladikça nefsiyle mücadele edebilir. Bu bence yazinin dinsel boyutu.

    Ama pozitif bilimleri ve siyaseti dogrudan ilgilendiren hususlar da çok önemli:

    insanin manevî boyutu: insani etten, kemikten ibaret, ötekilerden daha zeki bir hayvan sanan dünya görüsü ne bireylere huzur getirebilir ne de toplumlara. Egitim, saglik, siyaset, … bütün disiplinler bu boyutu dikkate almak zorundalar. Yoksa basarizliga mahkum olduklari gibi nice felaketlere de yol açiyorlar. Netice insanin ve insanligin yikimi oluyor. Bu yazidan ögrendiklerimiz:

    * depresyon gibi “hastaliklari” ilaç ile tedavi etmeye çalisan bilim yobazlari için önemli bir sonuç.

    * Suçu engellemek için insanlari hapise tikarak daha beter suçlu üreten adalet sistemlerinin dikkate almasi gereken bir saptama.

    * Milli egitim adi altinda tek tip insan üreten, etik sorgulamayi gereksiz gören ulus-devletçiler için sert bir tokat,

    * Özgürlük fetisizmi pençesinde kivranan liberaller için bir meditasyon firsati.

    * Islam düsüncesini biçime hapseden, nakil edilene anlamadan yapisan ve Islam’i folklörlestirenler için ise AKLIN YOLUNA nazik bir davet.

    ALLAH razi olsun, çevirilmesi özellikle zor bir metin. Nice çevirilere 🙂

  6. Yazan:y.ö. Tarih: Haz 30, 2009 | Reply

    Ekrem Bey, ellerinize sağlık.
    Ben çıktısını alıp kağıttan okumayı tercih ettim.
    Kağıtları da kitap gibi muhafaza edip, ara ara okumak iyi gelecek.

    saygılar

  7. Yazan:y.ö. Tarih: Haz 30, 2009 | Reply

    ek:

    Benim çıktımın 4. sayfası oluyor:

    Araf Dağı’nın en altında gurur vardır ki, yedi günahın en büyüğüdür

    İnsanın başkalarını sevmeyip, küçümseyip, sevgisini kendi benliğine yöneltmesidir” diyor gurur için.

    Açıkçası gururlu diye tarif edildiğim için(aslında eşşekliktir biliyorum) buna biraz kafa yordum az önce.

    Bu tarif -bence- GURUR değil de sanki KİBİR’den bahsediyor?

    İkisi farklı şeyler değil midir?
    Orjinal metinde kullanılan kelime tam olarak neydi?

    sayg.

  8. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Haz 30, 2009 | Reply

    y.ö.

    teşekkür ederim.

    Araf Dağı’nın en altında gurur vardır ki, yedi günahın en büyüğüdür
    İnsanın başkalarını sevmeyip, küçümseyip, sevgisini kendi benliğine yöneltmesidir” diyor gurur için.

    Galiba şurasına tekabül ediyor:

    Mount Purgatory has at its base pride, which is the deadliest of the seven sins

    Arrogance yerine pride kullanılmış olması sebebiyle “gurur” şeklinde çevirdim. Metni mümkün olduğunca tahrif etmemeye çalıştım. Kibir şeklinde de okunabilir tabi.

  9. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Haz 30, 2009 | Reply

    Mehmet abicim,

    Ben de metni büyük keyifle çevirdim. “Özgürlük” konusuna teması, pornografinin çözümüne değinilmesi, iffet, ahlak, günah kavramlarını açıklaması önemli. Kierkegaard ile bu tercüme sayesinde tanıştım. Metni daha özümseyerek çevirebilmek için İbn Arabi’nin kadın tasavvuruna yönelik okumalar yaptım. Bu çeviriden sonra ayrıca Shakespeare, Dante, Aristo, Gazali okuyasım geldi.
    Metnin başı ve sonunda felsefi argümanlar biraz sıkıcı gelebilir ama herkesin bu metinden çok farklı istifadelerde bulunacağını düşünüyorum. Umarım metin uzun diye okunmamazlık edilmez.

  10. Yazan:suzannur Tarih: Haz 30, 2009 | Reply

    Sayın yazar,
    Gerçekten farklı bakış açılarıyla yeniden yeniden okunacak bir çalışmna. Ellerinize sağlık.

  11. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Haz 11, 2011 | Reply

    Hamza Yusuf’un pornografi ve şehvet konusundaki bu yazısının içeriğini anlattığı konuşması:

  1. 11 Trackback(s)

  2. Tem 9, 2009: Başörtülü kızlardan özür diliyorum… : Derin Düşünce
  3. Eyl 29, 2009: Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi? : Derin Düşünce
  4. Oca 30, 2010: Ayıp sanat olur mu? : Derin Düşünce
  5. Mar 8, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  6. Mar 9, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  7. May 1, 2010: Masum değiliz, hiçbirimiz! : Derin Düşünce
  8. Eki 14, 2011: “Tesettürlü Erkek” aranıyor! : Derin Düşünce
  9. Eki 22, 2011: Kırık parçalar (Marilyn Monroe) : Derin Düşünce
  10. Mar 24, 2012: Araf Dağına (yeniden) Tırmanış : Derin Düşünce
  11. Nis 9, 2012: Ölüm’ün –E hâli (1): Heykel : Derin Düşünce
  12. Eyl 7, 2015: Tecavüz, mağdurları kadar toplumunun da sorunudur

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin