Her yanım senin olsun, İçişlerime Karışma!
By Konuk Yazar on Tem 1, 2009 in Ortadoğu
Ata vurdum helleme
Yar yolunu belleme
Her yanım senin olsun
Saçlarımı elleme (Mani)
İran’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini anti Batıcı lider Ahmedinejad’ın büyük bir oy çoğunluğuyla kazanmasının ardından başlayan seçim sonuçlarına itiraz bazlı ayaklanma, bir yandan benzerlerine geçtiğimiz yıllarda rastladığımız tartışmalı Renkli Devrimleri anımsatırken; diğer yandan da İran Devriminin Muhafızı Ayetullah Hamaney’in İngiltere ve ABD’yi içişlerine karışmakla suçlamasını gözler önüne serdi. Hamaney, seçimle iş başına gelen Cumhurbaşkanından da muktedir bir figür olarak, dini önder sıfatıyla İranlıların gösterilere son vermelerini istedi. Batı’ya da iç işlerine karışmamaları ikazında bulundu.
İçişlerine karışmak, aslına bakılırsa uluslararası ilişkilerde çok eskilerden bu yana dillendirilmiş ve ilk bakışta gayet kolay gibi görünmekte birlikte, esasında hayli karmaşık bir kavram. Çok basit bir şekilde tanımlamak gerekirse, “İçişlerine Karışmak” ifadesinden, egemen bir ulusun ya da uluslar topluluğunun, başka bir egemen ulusun kendi iç meselelerine dâhil olması ve bu egemen ulusu kendi istediği şekilde yönlendirmesi anlaşılıyor. Tabii, buradan bizde özellikle Ulusalcı kesimin diline pelesenk ettiği “Tam Bağımsızlık” kavramına kadar genişletilebilecek, son derece şümullü bir ilişkiler yumağı ortaya çıkmakta. Bir ülkenin iç işlerine karışılması, o ülkeyi yöneten erkin (ülkenin yönetim şekli ne olursa olsun) yerine hareket ederek, sanki söz konusu ülkeyi yönetiyormuş gibi davranmak şeklinde de anlaşılabilir. Bir ülkenin iç işlerine karışılması, kimi zaman, beraberinde, o ülkeyi yönetenlerin tepki göstermesini ve hatta ülkedeki milliyetçi ve içe kapanmacı akımların artışını getirmektedir. Kimi zamansa, ülkeyi yönetenler, kendi siyasal ikballerini, dışarıdan yapılacak müdahalelere bağlarlar.
İç işlerine karışma, kuşkusuz ulus devletler öncesi monarşik dönemlerde de söz konusu idi. Ancak, o dönemler, iç işlerine karışma daha ziyade, bir ülkeyi ya da krallığı savaş ve yağma yoluyla topraklarına katma ve imparatorluğun sınırlarını genişletme şeklinde anlaşılmaktaydı. Ne var ki, ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber, yeniden şekillenen uluslararası siyasette, iş içlerine müdahale, doğrudan işgal ya da toprakların genişletilmesi şeklinde değil, dışarıdan yapılan baskılarla oluşmaya başladı. Bu baskılar, kimi zaman uluslararası toplum tarafından; kimi zamansa belli bazı devletler tarafından yapıldı. Bu “belli bazı” devletler, son İran örneğinde de olduğu gibi, genel olarak İngiltere (daha ziyade eskiden) ve ABD şeklinde algılanmakta ve bu iki ülkenin, özellikle Batılı tarzda Liberal bir Demokrasiyi benimsememiş ülkelerde yapılan seçimler sonrası halk arasında isyana sebep olarak, mevcut rejimi, kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirmeye çalıştığı düşünülmektedir. Bu düşünce kısmen doğrudur; ancak madalyonun öbür tarafında, dışarıdan müdahale ile rejimleri demokratikleştirilmeye çalışılan ülkelerin iç dinamiklerinin son derece zayıf olması ve bu ülkelerde yaşayan insanların ceberut bir yönetim tarafından özgürlükleri kısıtlanmış bir şekilde yaşaması gibi bir gerçek durmaktadır. Başka bir ifadeyle, İran gibi, Globalleşme sürecinin dışında kalmayı yeğleyen; içe kapanık ve özellikle Ahmedinecad döneminde daha da otoriter bir rejim tahsis eden ülkelerin, vatandaşına kötü muamele yapmasına Liberal Demokrasilerden itiraz gelmesi, bu ülkelerin içişlerine müdahaledir. Ancak, müdahale edilmese, bu sefer, bu ülkelerde yaşayan bireylerin müdahalede bulunan Batılı demokrasilerde yaşayan ülkelerdeki bireylerden çok daha az özgür yaşaması söz konusudur. Bu otoriter rejimlerin, başka türlü değişmesi ya da demokratikleşmeye zorlanması ihtimali de söz konusu olmamaktadır. İşte, başta da ifade ettiğimiz gibi, “İç İşlerine Müdahale”, bu denli karmaşık ve girift bir konudur. Öte yandan, örneğin İran gibi bir ülkeye Batı tarzı Demokrasi getirme, özellikle başta ABD olmak üzere Batılı güçler tarafından zorlandığından, bu ülkede yaşayan bireylerin eskisine göre daha özgür olmakla beraber, müdahalede bulunulan ülkenin özellikle ABD’nin menfaatleri istikametinde hareket etme mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Yani, otoriter bir devlet, ABD’nin dışarıdan, uluslararası dinamikleri zorlamasıyla demokratikleşmekte ve bu ülkede yaşayan bireyler özgürleşmekte; ancak bu ülke ve ülkenin yeni yönetimi, tamamen ABD’nin istediği şekilde oluşmaktadır. Ayrıca, demokrasinin, yıllar, hatta yüzyıllar içinde oluşan bir gelenek ve kültürel birikim olduğu gerçeği dikkate alındığında; müdahalede bulunulan ülkelere getirilen “ithal demokrasinin”, ne denli sağlıklı ve köklü bir demokrasi olduğu da tartışma konusu olmakta; ve özellikle Doğulu ve Asyai ülkelerde yapılan bu tür müdahalelerin, bu toplumların Batılı toplumlardan farklılık arz etmesi ve Batı’da demokrasi geleneğinin daha sağlam ve köklü olması sebebiyle, getirilen yeni Demokrasinin, sürdürülebilirliği, büyük bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi, İç İşlerine müdahale konusu, Uluslararası İlişkiler’de oldukça paradoksal bir konu olmayı sürdürmektedir. Bu paradoksal durum, Post-Modern Globalleşme devrinde daha bir karmaşık hale gelmiştir. Zira, Modernite’nin geçerli olduğu ve ulus devletlerin sınırlarının birbirinden net olarak ayrı olduğu dönemlerde, İç İşlerine Müdahale, daha net bir olguydu. Sınırlar birbirinden net olarak ayrıldığı ve Dünya ülkeleri ekonomik, sosyal, teknolojik vb. açılardan birbirine bağlı olmadığından, hiçbir ülke diğerinin yönetiminin otoriterliğini ya da bir ülkede yapılan insan hakları sorununu kendi gündemine taşımıyordu. Ülkeler, daha ziyade kendi iç meseleleriyle ve bölgeleriyle meşguldüler. Bugünün en müdahaleci ülkesi olan ABD bile, kurulduğu yıllardan itibaren, ta 2. Dünya Savaşı’na kadar “İzolasyonist” bir politika izliyor; Avrupa’daki hiçbir şeye karışmıyor; daha ziyade Amerika kıtasıyla meşgul oluyordu. Hatta, bugün Irak’taki Saddam diktasından ya da İran’daki mollakrasiden rahatsız olan ABD, insanlığın gördüğü en büyük diktatörlükler olan Hitler’in Almanyası’ndan ya da Mussolini’nin İtalyası’ndan rahatsız değildi. Ancak, 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan konjonktür ve Soğuk Savaş dönemi, Dünya’nın ikiye bölünmesine yol açınca, İç İşlerine Müdahale de izole ulus devletler çağından Çift Kutuplu ulus devletler çağına geçilmesiyle birlikte farklı bir boyut kazanmış oldu. Bu dönemde, bizde sıklıkla dile getirilen “Tam Bağımsızlık” kavramını uygulamaya çalışan bazı ülkeler de oldu. Bunlar Birleşmiş Milletler’de bir “Bağlantısızlar” hareketi oluşturdular. Bu ülkelerin başını, Nehru’nun Hindistan’ı; Nasır’ın Mısır’ı ve Tito’nun Yugoslavyası çekmekteydi. Bu ülkeler, “Tam Bağımsız” olduğunu ilan eden ve ne ABD’nin Kapitalist Bloğunda; ne de SSCB’nin Sosyalist Bloğunda yer almayı kabul eden ülkelerdi. Yani, ne ABD’yi; ne de SSCB’yi İç İşlerine karıştırmayacaklardı. Oysa ki, Bağlantısızlar hareketi, aslında Sosyalizme yakın ve anti ABD bir hareketti. Zira, Nasır, ABD ve Batı ile köprüleri atarken, SSCB’ye yakınlaşmıştı. Keza, Tito’nun Yugoslavyası zaten Sosyalist bir devletti. Sadece Stalin’in müdahaleci tavırlarından rahatsızdı Tito. Yani, İç İşlerine karıştırmayan Tam Bağımsızlıkçı Bağlantısızlar bile, aslında bir yerlerinden “Bağlıydılar”. Nitekim bu girişim çok uzun sürmedi ve Dünya yeniden çift Kutuplu eksende iki süper gücün, birbirlerine galebe çalmaları için, kendi eksenlerindeki ülkelere müdahaleleriyle devam etti. Bu dönemin kapanıp tek kutuplu bir Dünya’nın kurulmasıyla birlikte ise, İç İşlerine Müdahale tekeli ABD’ye kaldı. 11 Eylül sonrası dönemde de, bu eğilim devam etmekte. Bir yanda despot idarecilerin elinde ezilen ve ideolojik ve içine kapanık ülkelerin baskıları altında özgürlük mücadelesi veren bireyler; bir yanda ise Amerikan menfaatlerini yaygınlaştırmayı hedefleyen “Renkli Devrimler”. İşte, 21. yüzyılda, bireyin özgürlük ve güvenlik alanının sıkıştığı iki nokta.
İç İşlerine Müdahale, bir tarafta vatandaşlarına özgürlüğü çok gören rejimlerin; diğer taraftaysa başka ülkelere (özellikle de menfaatlerine aykırı olanlara) müdahale ederek kendi menfaatlerini hâkim ve daim kılmaya çalışan ülkelerin çatıştığı bir ortamda, ne haklı ne de haksız bir girişim olarak değerlendirilebilir. İç İşlerine Müdahale konusunu, bu ikilemden çıkardığımız ve Dünya’yı doğru okuduğumuz vakit, daha objektif sonuçlara varabiliyoruz. Yani, anti demokratik bir ülkeye dışarıdan yapılan baskılar ve müdahaleler (askeri anlamda değil), özellikle bizim gibi iç dinamikleri zayıf olan ve kendi kendine demokratikleşemeyen ülkeler için gerekli. Zira, iç dinamikleri zayıf ülkeleri kendi haline bıraktığınızda, bu ülkeler daha da otoriterleşiyor ve içine kapanıyorlar. Ancak, bu tür ülkelerin İç İşlerine Müdahale, Amerikan menfaatlerini koruyup kollamak için yapıldığı vakit; iş değişiyor. Asıl amacın demokrasi olmadığı ve kaba kuvvetle bir yere gelinmeye çalışıldığı aşikâr bir hal alıyor ve zamanla ABD’ye duyulan kin, tüm Batı’ya ve Liberal Demokrasi’ye de duyulmaya başlıyor ve iç işlerine karışılıp, dışarıdan müdahaleyle demokratikleştirilmeye çalışılan ülkelerde, Liberal Demokrasi’ye karşı bir Milliyetçi reaksiyon oluşuyor. Sonuçta da anti demokratik ülkelerde yaşayan bireylerin, özgürleşme rüyaları başka bir bahara kalıyor. Ve; en önemlisi, bu ikilem ve paradoks, bize İç İşlerine Müdahalelerin ve Demokrasi ve Özgürlük getirmenin, kendi menfaatlerinin peşinde koşan ABD tarafından değil, uluslararası bir toplum tarafından yapılmasının, tek yol olduğunu gösteriyor.
1 Yorum
Yazan:casper Tarih: Tem 2, 2009 | Reply
amerika iran’da rejim değişikliği sağlamak için geçenlerde parlamentosunda özel bir bütçe ayırdı. bütün gazeteler de yazdı. acaba rejim ihracı sadece amerika yandaşı olmayan ülkeler sözkonusu olunca mı günah? amerika bi ülkeyi karıştırmak için açıktan açığa bütçe ayırınca niye kimse bir şey demiyor. iran’ın da içişlerine karışılmamalı, bence uluslararası toplum da bunu yapmamalı. uluslararası toplum nedir ki, o da amerikanın güdümünde, hatta amerikanın ürettiği bir kavram 10 sene kadar önce.