RSS Feed for This Post

Hrant İçin, Adalet İçin…

Gazetemizin kurucusu Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden iki buçuk yıl geçti. Davanın 10. duruşması, 6 Temmuz Pazartesi günü görülecek. Gelinen noktada, cinayetin arkasındaki güçlerin ortaya çıkarılmaması yönündeki ‘derin’ irade, mahkemenin hukuken tıkanması sonucunu doğurdu. Cinayette sorumluluğu veya ihmali olan görevliler mahkemeye çıkarılamıyor. Eğer iddia edildiği gibi, suçlular Samast, Hayal, Tuncel ve arkadaşlarından ibaretse, davanın çoktan sona ermesi gerekirdi. Ancak mahkeme belli ki, kamuoyu tepkisinden çekindiği için davayı uzatmayı, süreci sündürmeyi tercih ediyor. Bu tıkanıklığın aşılması, ancak mahkemenin ve devletin görevini yapması ve sorumluların bulunması için çaba gösterilmesiyle mümkün.
Bugüne dek, Başkanlık (Başbakanlık) Teftiş Kurulu’nun ve Mülkiye müfettişlerinin raporlarında ihmal ve sorumlulukları görülen hiçbir devlet görevlisi hakkında dava açılmadı. Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek İstihbarat Daire Başkanlığı görevine getirildi ve davanın karanlık noktaların aydınlatılması imkânsız hale geldi. Suikastten yarım saat sonra Erhan Tuncel’le yaptığı telefon görüşmesinde cinayetin tüm ayrıntılarına vakıf olduğu görülen polis Muhittin Zenit, Akyürek’in altında bir göreve terfi ettirildi. Cinayetten ancak 18 ay sonra ifadesi alınabilen Albay Ali Öz pek çok şeyi hatırlamadığını ifade etti. Mülkiye müfettişlerinin raporuna göre “en alt kademeden en üst kademeye kadar cinayette sorumlulukları bulunan” İstanbul Emniyeti görevlilerinin başındaki Celalettin Cerrah Osmaniye’ye vali olarak atandı. Yine mülkiye müfettişlerince hakkında soruşturma izni verilen, ancak daha sonra yapılan itirazlarla soruşturmadan kurtulan İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ahmet İlhan Güler’in görev yeri değiştirildi. Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunda hakkında ön inceleme istenen Trabzon Emniyeti C Şubesi Müdürü Ali Fuat Yılmazer İstanbul istihbarat Şube Müdürlüğü’ne getirildi. Dink’i İstanbul Valiliği’nde tehdit eden kişiler arasında olduğu iddia edilen MİT görevlisi Ö.Y. İzmir’e atanarak terfi ettirildi. Avukatların bu kişilerle ilgili talepleri her defasında mahkemede tarafından geri çevrildi ya da yetkililerin meseleyi örtme yönündeki çabaları nedeniyle sonuçsuz kaldı.
Dava uzadıkça uzuyor, oysa şu an davada sanık sandalyesinde oturan Ogün Samast, Yasin Hayal, Erhan Tuncel, Ahmet İskender, Ersin Yolcu ve arkadaşlarının arkasındaki güçlerin ortaya çıkarılması için gerekenler yapılmadıkça, esasen dava hiç başlamamış olacak. Bu durum, duruşmalar boyunca sanıkların ve avukatlarının ırkçı saldırılarına maruz kalan Dink ailesinin ve bizlerin yaşadığı eziyetin sürdürülmesi anlamına gelecek.
 
Vicdanların bu şekilde esir alınması, bu şekilde oyalanmak, bize ağır geliyor. Yüreğimiz dayanmıyor. Yeter, bizi oyalamayın artık!
6 Temmuz’da Hrant Dink’in katillerinin yargılanmasına devam edilecek. İstanbul’da Hrant’ın arkadaşları sabah mahkemenin yapıldığı salonun yanındaki meydanda Hrant için adalet isteyecekler. Avukatlar davanın seyrinden memnun değil. Hrant Dink cinayetini bir kaç tetikçi ve işbirlikçisinin işlediği bir cinayet olarak gösterip davayı kapatabilirler. Buna izin veremeyiz.
Bizler de Ankara’daki Hrant’ın arkadaşları olarak 6 Temmuz Pazartesi günü saat 18:30’da Yüksel Caddesi’nde olacağız.
 
Hrant İçin, Adalet İçin…

 

Yer: Yüksel Caddesi ANKARA
Saat: 18:30

Yer: Beşiktaş İskele Meydanı İSTANBUL
Saat:10:00

 
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:özlem Tarih: Tem 6, 2009 | Reply

    Eski bir yazım.Yazdığımda Hrant Dink öldüreli henüz bir yıl olmuştu.Hikaye pek değişmedi. Hala bazı insanlar adalet arıyor ve hala bazı insanlar kuru kalabalıklara show yapıyor.

    Vicdanınla Haşrolunmak

    Heyecanlı müzikler eşliğinde şen şakrak operasyon görüntülerine, arkasından gelen çığlık çığlığa cenaze törenlerine, elinde kamera okul önlerinde “cadı avına” çıkanlara, parmak sallamalı, bol hakaretli siiizz diye başlayıp, asla, –meyiz, -mayız ile biten şarlatan açıkoturumlara, din uleması kesilmiş politikacı mesajlarına isyan eden ruhum nice zamandır televizyon denen o cinnet kutusuna bakmayı da ret ediyor. Ne yazık bir gaflet anı, acaba bugün neler oldu merakı bu perhizimi kısa bir süreliğine de olsa bozduruyor bana.

    Televizyonda Dink duruşmasından görüntüler. Yasin Hayal’in avukatı konuşuyor.

    “Hepimiz Ermeniyiz diyen güruh nerede? Onlar da dışarıda mı? Allah hepsini Hrantlarına kavuştursun! İnşaallah Hrant ile birlikte haşrolurlar! Bu, bugünkü duruşmadan önce onlara yaptığım duadır…”

    Belli ki tribünlere oynuyor. Satır arasında şu mesaj var. Biz hepimiz müslümanız, dolayısı ile hem bu dünyada hem ahirette yek vücut olmalıyız. Bir adam ensesinden kalleşçe vurulabilir, sevdiklerinden ve hayattan öyle bir anda sorgusuz sualsiz ve haksız koparılabilir ama bizler evet biz değişik kademelerde zulüm kavramına bulaşması gerekenler adalet, hukuk, haram gibi kavramları maktulun kimliğine bakarak göz ardı edebilir ve hepimiz Türküz, hepimiz Müslümanız kılıfına sararak o insanın kaderine ve yakınlarının acısına duygusuz kalma lüksümüzü kullanabiliriz. Ve dahası mutlaka eğer doğru yerde haşrolunmak istiyorsak bunu da yapmalıyız.

    Benim de içimden bir ses feryat ediyor; hayır bu değil! Görünmez kalabalıklara aklıma gelen ilk ayetleri sıralayıveriyor bir anda.

    Haksız yere bir cana kıyan tüm insanları öldürmüş gibidir, birinin ölümüne de engel olan tüm insanları diriltmiş gibidir.

    Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. Diye seslenen ayetler.

    Nafile benim sesim duyulmuyor. Ne sesim ne de bu sessiz isyanımla beraber düşündüklerim:

    Bundan yıllar önce ilk defa Ali Kırca’nın azınlıklarla ilgili hazırladığı Siyaset Meydanı programında görmüştüm Hrant Dink’i. Cok şaşırtıcı idi. Şaşırtıcı idi çünkü o programda bulunan diğer insanlardan çok farklı bir şekilde duygularını saklamadan, sözlerini sakınmadan konuşuyordu. Büyüdüğü yetimhanesi de dahil vakıf arazilerinin ellerinden alındığını anlatırken ya da arkadaşının bahçesine bir ağaç dikmeye cesaret edemediğini (çünkü bu güne değin bir ağacın büyüdüğünü görecek kadar kök salamamışlardı toprağa) anlatırken gözleri doluyor, sesi titriyordu. Hiç bu konuda fikri olmayan bir insan bile onun konuşmasına baktığı zaman ne kadar sahici olduğunu, bu insanda riya denilen şeyin zerresi olmadığını anlayabilirdi. Ne yazık ki benim gibilerin vicdanında sızı yaratan bu görüntüler bir diğerinin kin ve intikam duygularını canlandırabiliyormuş demek ki. O gün televizyonda seyrederken bu kişiye bir şekilde geçmişte ve hali hazırda olan bu zulümleri hiçbir şekilde tasvip etmediğimi anlatmayı ne kadar çok istediğimi hatırlıyorum. Yine babamın bana anlattığı bir anıyı aktarmayı çok istemiştim.

    Babam çocukken babaannesi ona Ermenilerin Siirt’ten bir gün ne şekilde toplanıp Bitlis yolunda Hacer-ul Nakkuşi (Delik Taş) denilen bir yere götürüldüğünü Arapça anlatır, bazı insanların o gidenlerin eşyalarını nasıl yağmaladığını, sonrasında gidenlere ne olduğunu bilmediğini söyler, sürekli “niye götürdüler onları, yazık onlara, yazık geri getirsinler’ der dururmuş. Babam hayal meyal hatırladığı gidenlerin harabeye dönmüş evlerinde nasıl dolaştığını anlatır, diğer Siirt evlerinden farklı olan bu evlerin detaylarını verirdi bana. Babamın çocukluğu benim hesabıma göre en azından bu olaydan 25 yıl sonra yaşanmış olmalı. Bunca yıl sonra bile o kadıncağızı bu şekilde üzen sürekli bu olayı dertlenerek anlattıran o vicdan duygusundan bahsetmek isterdim, bu konuda benden çok daha fazla şeyler bilmelerine rağmen. Ben yine de bunca öfke dolu sesin içinde o dönemde yaşamış ismi Atlas olan bir kadıncağızın komşularının böyle götürülmesine isyanını anlatmak isterdim. Bu kadın olayları bizzat yaşamış, komşularının kaderine ağlamıştı. Ve ebedi aleme göçerken sıfatını, tarafgirliğini değil vicdanını koyup gitti amel defterinin yanına haşrolunurken bakılmak üzere. Acıyı gördü, zulmü işaretledi, hikayesini torununun çocuğuna miras bıraktı. Madem ki bir kişi bile olsa suçsuz yere acı çekmiştir, zulüm görmüştür (ki belli ki bu bir kişinin dramı değil) artık orada haklılıktan ve adaletten söz edilemez ve kurunun yanında yaş da yanardan kötü bir mantık yoktur diye not düştü hikayesiyle bu yazıyı yazanın kalbine.

    Hrant Dink’i bir sene önce ailesinin sevdiklerinin elinden alanlar, bir yandan da belki bir gün benim bu mana da içimi dökebilme ihtimalimi aldılar. İnsanların birbirinin yüzüne, kin duymadan ya da utanmadan bakabileceği birbirlerinin acılarına ağlayabileceği günleri aldılar. Pek çok kişinin adalete ve iyiliğe olan inançlarını aldılar.

    Zaten bu ülkenin elitleri Mehlika Sultan’ a aşık olduğundan beri bize sadece Cerrahpaşa’nın ara sokaklarındaki, Samatya’daki birbirine o kadar yakın kocaman camilere, kocaman kiliselere, külliyelere bakıp vay canına bir zamanlar burada insanlar yan yana barış içinde yaşamışlar, ibadet etmişler ve birbirlerine dokunmamışlar diye düşünüp durmak kalmıştı. Şimdi ise yarattıkları “milliyetçi ve modern” ülkede kabarttıkça kabarttıkları ırkçılık dalgasıyla çocuklarımızın bu görüntülere bakıp tefekkür edebilme ihtimalini bile aldılar. Elimizde televizyondan odamıza fışkıran katrana bulaşmış inanç mesajları ve baskalarinin olumune meftun cilgin kalabaliklarla kalakaldık. Yazık çok yazık oldu.

  3. Yazan:cb Tarih: Tem 7, 2009 | Reply

    Sevgili Özlem,

    emeğine sağlık ayrıca hem yazıp hem de söylediklerinin arkasında durduğun için tebrikler,kıymetli fikirdaşım.

  4. Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Tem 11, 2009 | Reply

    Cemile Hanım

    Hassasiyetinize katılıyorum…
    Hrant Dink çözümün bir parçasıydı…

    İlginizi çekeceğini umduğumdan, Zaman gazetesinde yayınlanan, Sayın Sadık Yalsızuçanlar’ın kaleme aldığı bir yazıyı paylaşmak isterim.

    Dink’ten Bediüzzaman’a Teşekkür
    Hrant Dink, 16.10.2005 tarihli Yeni Asya’da yayınlanan bir söyleşisinde, Hasan Hüseyin Kemal’e, ‘Allah Bediüzzaman’dan razı olsun. Zamanın ölçülerine ve bakış tarzına göre, burada ahlaklı bir duruş sergilediğini görüyoruz.’ diyor ve ekliyor:

    ‘Bediüzzaman, Doğu’da aşiretleri gezip meşrutiyeti anlatırken, halk meşrutiyetin Ermenilere tanıyacağı eşitlikten rahatsızlık duyuyor, o da, ‘Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bilhakkın adalet-i şeriatı gösteremedik… Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar; vatanımıza ekecekler’ diyor ve Ermenileri korumak gerektiğinden bahsediyor’. Ermeni meselesinde, ‘adalet-i şeriat’ tamlamasındaki ‘adalet’ kavramının anahtar olduğunu düşünüyorum.

    Taraf’tan Markar Esayan da Kemal’e, “Müslümanlar doğası gereği zulme karşı olan insanlardır. Zulüm, katliâm dinlerde lânetlenen şeylerdir. Kim olursa olsun buna maruz kalanları Müslümanların sahiplenmesi gerekir. Bundan dolayı milliyetçilikten arınmış, doğruyu arayan Müslümanlara güveniyorum. Ortada olan yüzlerce katliâmı Müslümanların kabul etmeyeceğini düşünüyorum. Ama içimizdeki milliyetçilikle de henüz yüzleşemedik. Türkiye’de devlet söyleminin çekim gücü o kadar yüksek ki, buna karşı koymak için son derece olgunlaşmış, hazmedilmiş demokratlığa ihtiyaç var. Kendiyle yüzleşmiş bir kişiliğe ihtiyaç var. Milliyetçiliğinizle hesaplaşamamışsanız bu eninde sonunda politikalarınıza, görüşlerinize yansır…” demişti. Tabii ölü sayarak bu meselenin çözümünü sağlamak imkansız. İttihatçıların Ergenekoncu kanadının suçlarını üstlenmek de doğru değil. Sanırım asıl sorun, zihnimizin diplerinde yatan milliyetçi/faşizan tortularla ilgili.
    Çocukken ben de büyüklerimden duyardım. Sinirlendiklerinde, ‘Ermeni dölü!’ diye küfrederlerdi. Bu, onlara belki babalarından, dedelerinden intikal eden o acı hatıralarla ilgiliydi. O hatıraları adil ve vicdanı kirlenmemiş tarihçilere havale etmeliyiz. Biz, asıl, zihnimizin dibinde yatan ırkçı-faşizan sünelerle meşgul olmalıyız. Kenan Rıfai’ye, ‘efendim’ diyor bir muhibbanı, ‘siz Ehl-i Beyt’i çok seviyorsunuz fakat Yezid’i bir kez olsun lanetlediğinizi duymadım..’ ‘Evladım’ diyor, ‘ben içimdeki Yezit’le meşgulüm…’ Herkes içindeki Yezit’le meşgul olsa, sorunun çözümü için daha iyimser olabileceğiz. Hepimiz, otoriter bir siyaset tarzının gölgesi altındayız. Sadece Ermeni meselesini değil Kürt sorununu, Alevilerin sorunlarını, diğer dinî ve etnik topluluklarla ilgili sorunları sağlıklı konuşmak için en büyük engelimiz böylesi bir baskıcı gölgenin altından geçmiş olmamızda yatıyor. Milliyetçilik ve laiklik, Türkiye’de iki ayrı çatışma alanı üretti. Kürt sorunu, modern-ulus devletin çocuğudur. Farklı dinî toplulukların yaşadığı zorluklar ve eziyetler ise laiklik uygulamalarının hasıl ettiği sorunlardır. İşin ilginç yanı sadece gayr-ı müslimlerin değil, Müslümanların da Türkiye’de benzer sorunlar yaşadığıdır. Bu hak ve özgürlükler sorunu sadece Ermeni veya Musevileri değil, herkesi ilgilendiriyor.
    Türkiye’de demokratik katılım kanallarındaki tıkanıklıkları, özgürlükçü, katılımcı ve çoğulcu bir anayasa ile aşmak mümkündü, lakin bu iktidar da bunu henüz başaramadı. Statüko karşısında zaman zaman geriledi, korktu. Oysa korkularla değil, ancak hak ve hakikatle, adalet ve vicdanla bu sorunlar çözülebilir. Hayat sevgiden doğdu, korkudan değil. Bu iktidara halk bu desteği, bu sorunların çözümü için vermişti. Çevrenin toplumsal taleplerini merkeze taşıma konusunda ne yazık ki AK Parti yeterince başarılı olamadı. Bu başarısızlığın bir boyutunu Ermeni meselesiyle ilgili sorunlar oluşturuyor. Ermenistan’la ilişkilerin iyileştirilmesi yönündeki çabalar yeterli değil. Ermeni sorunu da dahil, bütün sorunlarımızın özgürce konuşulabilmesi için anayasal ve yasal engellerin kaldırılması zorunlu idi, bu yönde de yeterince çaba gösterildiği söylenemez. Hem tarihimizle, tarihsel tecrübemizle övünüyoruz hem de örneğin Osmanlı’nın ‘öteki’ne ilişkin hukukî zenginliğinin çok gerisinde kalıyoruz. Bu, bizim Kemalist geleneğin otoriter, ötekileştirici, milliyetçi reflekslerinden kurtulamadığımızı gösteriyor. İslamcı, milliyetçi, sosyalist bütün geleneklerde bu tortulardan izler var. Bediüzzaman’ın, Meşrutiyet dönemindeki fikirlerinden de gerilerde bugünkü İslamcılar. Milliyetçi refleksler onlarda da var. Kimileri, Ermeni çetecilerin yaptığı vahşetleri sürekli hatırlayarak, onların haksız olduğunu düşünüyor. Bu hissiyatı da bir ölçüde anlıyorum. Ama, asıl ahlakî olan, ‘iyiliğe iyilik, kötülüğe iyilik’se, hele bu tarihte kalmışsa, bugüne ve yarına bakmak daha makul ise böylesi acıların insanı öfke ve nefrete değil, kötülüğü nisyana(unutmaya) yöneltmesi gerekir. Birbirimizi ne ile suçluyoruz, dedelerimizin yaptığı zulümlerden. Niçin özür diliyor veya özür dileyenlere öfkeleniyoruz? Bizden iki üç önceki kuşağın birbirine yaptığı zulümden. Peki bugün biz ne yapıyoruz, birbirimize nasıl davranıyoruz? Aynı veya ayrı ülkelerde yaşayan örneğin Müslüman ve Ermeniler olarak bizim birbirimizle ilişkilerimiz nasıl? Halveti bilgesi Ahmet Amiş Efendi, ‘Sizden birisi hakkında sorarlarsa, onun ilk aklınıza gelen iyiliğinden başlayınız’ diyor. Demek ki ayrılık ve çatışma noktalarından değil, yakınlık ve birlik ilkelerinden yola çıkmalı.
    Teberra değil tevelladan yana olmalı. Yezid’i lanetlemektense Hüseyin’i övmeli, yüceltmeli. Olan olmuştur, hatta olacak olan da olmuştur, derler. Olan olmuşsa, biz, olacak olana bakmalı, mesela Ermenilerin mutfağımıza, müziğimize, mimarimize, edebiyatımıza, geleneksel mesleklerimize, toplumsal yaşamımıza kattığı değerleri görmeliyiz. Şimdi benim yaptığım gibi, ‘biz’ dememeli belki, bu topraklarda, aynı göğün altında, eşit vatandaşlık bağıyla bağlı olduğumuz bir toplumsal sözleşmenin çevresinde olmalıyız. Adalet ilkesine sarılmalıyız. Türkiye’de bu iki alanda, milliyetçilik ve laikliğin ürettiği çatışma alanlarında anayasal ve hukukî düzeyde özgürlük alanlarının daha çok genişlemesine çalışmalıyız.

    Bir vicdan sahibinin dediği gibi, modern teknoloji burjuva uygarlığının en fazla çürüdüğü alan olarak, ‘Keşke dünya savaşı olmasaydı, en azından biz bu harbe girmeseydik, işgale uğramasaydık, savaşlarda yürek burkan can kayıpları olmasaydı, özellikle sivillere dokunulmasaydı ve tehcir kararı alınmasaydı… Ama tarihi yeniden yaşamak ve revize etmek mümkün değil. Bunların hepsi, kendi şartları içerisinde maalesef vuku bulmuş. Bugünün insanları olarak bize düşen, o acı olaylardan yeni husumetler çıkarıp geleceğe yeni gerilim ve çatışmalar taşıyarak işi daha da büyüyen bir kan dâvâsına çevirmek değil; yaşananlardan gereken ibret ve dersleri alıp, asırlardır yan yana ve iç içe yaşamış komşu kavimler olarak en mâkul ve mantıklı yolun barış ve uyumu tekrar ihya etmek olduğunu görmek olmalı.
    ‘Bediüzzaman bu duygularla, tevella düzeyinden bakarak, Kürt aşiretlerine, “Şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir” diye telkin ediyordu. İttihatçıların oyunlarını seziyor, “Ermeni vatandaşlarımızla bil külliye umuru dünyeviyede kardeşiz. Zira her vecihle birbirimize lazım ve melzum kabilindeyiz. Fakat ben camiye gidip itikadım üzere ibadetimi eda, o da kilisesinde ibadet eder” diyordu. Bu toplumsal barış ve esenlik önerisine şimdi sanırım daha çok gereksinim var. Toynbee’nin ifadesiyle ‘durdurulmuş’ olan medeniyetimizi yeniden hareketlendirmemiz gerekiyor.

  5. Yazan:cb Tarih: Tem 11, 2009 | Reply

    Mehmet bey,

    bu paylaşımınız için çok teşekkür ederim,örnek olması dileği ile

    selamlar

  6. Yazan:özlem Tarih: Tem 16, 2009 | Reply

    http://www.izlesene.com/video/haber-fotograflarla-hirant-dink/1033803

  7. Yazan:Meyman Stêrk Tarih: Kas 17, 2009 | Reply

    Kürtçe de bir deyim vardır. “Ziman li ber lêva dan” Türkçe tam karşılığını bulamadım ama “bir insanın zorlandığı, yapabileceği hiç birşeyin kalmaması durumları için kullanılır”. Sevgili Hrant, tam da bu deyimin anlamı gibi bir yaşam sürerken son zamanlarında, nedense yine bu toplumun faşizme kurban verdiği nice aydını gibi adeta bir tribün sakinliğiyle izledik ölümünü. Peki ama niye; Onlarca Aydınımız böyle göz göre katledilmedimi, hiç birimiz diyemedim mi “Onu Öldürecekler” Hiç değilse faili meçhul! manyağı olmuş biz kürtler diyemezmiydik; Vuracaklar. Ama diyemedik, çünkü yetmişlik çınarımızın diyarbakır meydanında onlarca kurşunla serilen bedenini de unuttuk… Evet, Tıpkı Apê Musa Anter gibi. Hrant, bir güvercin gibi bizim vicdanlarımıza sığınmak istemişken ona sahip çıkamadık, çıkamadığımız gibi, onun o leş kargalarından uzaklaşmasını, bunu hatırlatmayı bile beceremedik. Şimdi ah edip dövünüyor insan, ama ne fayda. Hrant’ın ölümü bana sadece şunu öğretti, biz sahip çıkamıyoruz, ya da çok geç kalıyoruz. Çığlıklarını duyamıyoruz, görmüyoruz, gecikiyoruz. Öyle geç ki , ancak tabutuna yetişebiliyoruz yoldaşlarımızın… Şimdi ise yitirdik onu. Ama o şimdi hala Sari Gyalîn türküsü gibi; burnumuzun sızıntısında, sahip çıkamamanın azabında,ve bir vicdan yangınında yaşayıp duruyor…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin