Haneke’nin ‘Ölümcül Oyunlar’ı Sanatın sonu mu?
By eg on Tem 8, 2009 in İnsan, Modernleşme, Sanat, Sinema
“Aleksandra” filminden yola çıkarak Alexander Sokurov sinemasını irdelediğim bir yazımın girişinde şu cümlelere yer vermiştim:
“Modernizm; Aydınlanma Hareketi ile gelen ‘insan tasavvuru’nun bireyde yarattığı çürüme, çoraklaşma ve ‘aşkınlığı yitirme hâli’nin iyice zirveye çıktığı bir döneme tekâbül eder.
İnsanlık tarihinin en kara dönemi olarak nitelendirebileceğimiz 20’nci yüzyılın ilk yarısında, Aydınlanma ideolojisinin kendi iç çelişkileri sonucunda ortaya çıkan savaşlar ve kıyımlar, sadece devletlerin değil, insan denen varlığın yıkımına da zemin hazırlamıştır. Modern sanat, işte tam da bu dönemde, böylesi bir zamanın insanı olmanın bütün çelişkilerini ve kaybedilen değerleri yeniden bulma yönündeki o umutsuz çabaları sergileyen çok önemli yapıtlar üretti.”
Modern düşünce, akıl yoluyla hem doğayı hem de bilimi araçsallaştırırken, giderek kendi varlığını da araçsallaştırmaktan kurtulamadı. Bunun sonucunda ise – Alman düşünürü Nietzsche’nin çığlık çığlığa duyurduğu şekliyle – “Tanrı’yı öldürdü.”
Nietzsche, “Şen Bilim”de bir delinin ağzından şunları söyler:
“O’nu biz öldürdük, sizler ve ben! O’nun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün çevreyi silmemiz için bize bu süngeri kim verdi? Onu güneşin zincirlerinden kurtarırken ne yaptık biz yeryüzünde? Nereye gidiyor şimdi dünya, biz nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli, boş yere geriye, öne ve yana, bütün yönlere doğru atılıp durmuyor muyuz? Üst-alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir ‘hiç’te yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu duymuyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok, daha çok gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların çığlığından başka bir ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı öldü! Tanrı öldü! O’nu öldüren biziz! Bütün katillerin katili olan biz, şimdi nasıl avunacağız?”
Tanrı’nın -mecazî anlamıyla- ölmesi (daha doğrusu öldürülmesi) dünyayı, aynen yukarıdaki tasvirlerde de vurgulandığı üzere, her açıdan “çorak bir ülke”ye döndürdü. Tanrının ölümü, doğayı, insanı ve son olarak da bireyi öldürdü; gezegenimiz için apokaliptik bir dönemin kapılarını açtı. Bu yeni sürece kimileri “ultra-modern dönem” derken, kimileri de “post-modern çağ” adını veriyor.
“Modern sanat” ise “modernizm”e karşı içgüdüsel bir tepki olarak doğmuştur. Dadacılık’tan Ekspresyonizme, Empresyonizme ve Sürrealizme kadar, 20’nci yüzyılın ilk yarısında doğup gelişen bütün sanat akımlarının sanatçıları düşünce olarak modernizmin yarattığı bu yıkımın net olarak görülebildiği eserler ürettiler. Bir açıdan modernizme tepki verip, yol açtığı travmatik durumları gözler önüne sererken, diğer taraftan ise onun çocuğu olmaktan kaynaklanan bir çıkışsızlığı da imâ ediyordu modern sanat…
Bu akımın içinde yer alan sanatçılar, acıyı, umutsuzluğu ve çıkışsızlığı kendi içlerinde de hissettiklerini gözlemleyebileceğimiz türden eserler ortaya koyarken, sanatın her şeye rağmen bu büyük yıkımdan kurtulabilmenin tek yolu olduğunun da bilincindeydiler.
Postmodern dönemlerde ise sanatın şekli de değişti. Yine bir insanî yıkım, hâlesi yok olmuş bir dünya söz konusudur. Ancak, sanat artık bu dünyadan çıkışın ve kurtuluşun bir yolu ya da acı çeken sanatçıların zorunlu olarak ürettikleri bir şey olarak değil; daha çok “kaçış”ın, “oyun”un yolu olarak göze batar. Çünkü post-modern sanatçı, sanatı modern dönemlerde (ya da daha öncelerinde) olduğu gibi bir “üst dil” olarak değil, bir “oyun dili” olarak görmektedir. Aynen modern sanat eserlerinde olduğu gibi bunlarda da yine dönemin yol açtığı yıkımın birer tasvirini görebilmek olasıdır. Ancak, sözünü ettiğimiz bu gösterme hâli, aynı zamanda artık kabullenilmiş bir durumu da imâ etmektedir. Manzara kabullenildiğinde ise “sanatı, içinde bulunulan durumun keyfini çıkaracak ve oyun aracı hâline getirecek bir araca dönüştürmek” hiç de zor değildir. Artık büyük anlatılar yok, popülist eserler vardır. Artık tek sesli eserler yok, çok sesli eserler vardır. Artık şiir gibi sanatçının kalbinden ve zihninden “fışkıran, dökülen” eserler değil, roman gibi “kurgulanan” eserler söz konusudur. Üstelik de bu eserlerde en önemli özelliklerden biri olarak “üst-kurmaca” dikkat çeker. Üst-kurmaca, sanat eserinin, kendi içinde, kendisinin bir “kurmaca”, bir “oyun” olduğunun bilincinde olmasıdır.
Bu kısa “modern sanat” ve “post-modern sanat” girizgâhını, eserleri modern sanat ile -bir anlamda sanatın ölümüne işaret edebilecek- post-modern sanat arasında salınıp duran Michael Haneke filmlerini inceleyebilmek için gerekli olduğunu düşünerek yapma gereğini duydum.
Haneke’nin, aynı zamanda “Buzullaşma Üçlemesi”nin de ilk ayağını oluşturan ilk önemli filmi “Yedinci Kıta”da (Der Siebente Continent, 1989) sözünü ettiğimiz bu “bireyin ölümü” hâlini görebilmemiz olasıdır. Filmdeki “yüzsüz” karakterler, yüzlere değil de daha çok ellere ve başka nesnelere odaklanma durumu, Haneke’nin sonradan gelecek diğer filmleri için de bir ipucu veriyordur aslında. Basit bir aile hikâyesi gibi görünen “Yedinci Kıta”, aslında ultra-modern bir dünyanın yüzsüzleştirdiği, silikleştirdiği insanın yıkımını görebileceğimiz önemli bir film olarak değerlendirilebilir. Haneke’nin bu filmi, aynı zamanda yönetmenin olgunluk dönemi filmlerinde de görebileceğimiz, teknoloji çağı aletleri (kredi kartları, ATM makineleri, video cihazları vs.) aracılığıyla insanın yok oluşuna, anlamsızlaşmasına işaret etmesi açısından da önemli bir yapıttır.
Üçlemenin ikinci filmi olan “Benny’nin Videosu”nda ise (Benny’s Video, 1992) Haneke, çağın dekadansını oldukça rahatsız edici bir tarzda ve Nietzsche’nin insanlığı uyardığı nihilizmi gözümüzün içine sokarak vermektedir. Zengin bir ailenin pek de ilgi görmeyen yalnız ve mutsuz çocuğu pozisyonundaki kahramanımız, evindeki gelişmiş video sistemi ve sayısız videokaset ile oyalanmaktadır. Bir gün eve çağırdığı, adı bile belli olmayan bir kız çocuğunu, sırf insan öldürmenin nasıl bir şey olduğunu merak ettiği için öldürür. Öldürme şekli ve soğukluğu ise tüyler ürperticidir. Bu da aslında çağımızın soğukluğuna yönelik bir göndermedir. Haneke bir keresinde şiddeti nasıl gösterdiğiyle ilgili bir soruya, “Bu önemli değil, önemli olan seyircinin şiddete karşı tutumu ve algılamasıdır” diye cevap vermişti. Bu da Michael Haneke sinemasını anlamak için önemli bir ipucudur kanımca. Haneke, o rahatsız edici tarzıyla, bizleri kendi sorumluluklarımızla baş başa bırakmayı tercih eden bir yönetmendir.
Yazımızın esas konusunu oluşturan her iki versiyon “Ölümcül Oyunlar”a (Funny Games, 1997 ve 2007) geçmeden önce, Haneke’nin diğer filmlerinden de kısaca söz etmek yerinde olacaktır.
“Bilinmeyen Kod” (Code Unbekannt, 2000) ilk anda bir “kesişen yollar” hikâyesi gibi görünen, fakat hazmedilmesi ve anlaşılması oldukça zor bir Haneke filmidir. Çeşitli ırklar, milliyetler ve sınıflar arasında bir dilenciye verilen not aracılığıyla oluşturulmuş “kesişen yol”, elbette ki Hollywood tarzı kesişen yol hikâyelerine pek benzemez. Haneke bizleri bu filminde de rahatsız edici konularda seçim yapma ve bir “karar verme”nin eşiğine doğru sürükler. Bunun yanı sıra, “Bilinmeyen Kod” filmi, kesik kesik konusu ve uzun planları ile Haneke filmlerinin de genel bir antolojisi sayılabilir.
“Piyano Öğretmeni” (La Pianiste, 2001) filmi ise hep belirli yönleriyle görmeye alıştığımız Avrupa toplumunun başka yönlerine de dikkat çeken bir yapıttır. Dekadansa, nihilizme, sanatın çürümesi ve anlamsızlaşmasına bir ağıt da denebilir bu film için; ya da bu durumu kabullenme olarak da algılanabilir. Hikâye boyunca sıkça yapılan 20’nci yüzyıl modern müziği ile -Schöenberg dâhil- tonaliteyi bozan müzisyenlere yönelik imâlar ve bu isimleri üstü kapalı da olsa klasik müziğin önemli isimleriyle karşılaştırmalar, anılan filmin, sanatın değişimine de bir anlamda gösterge olduğunu düşündürür.
“Saklı” (Caché, 2005) filminde ise Fransız tarihinde gizli kalmış bir katliamın -1961’de Cezayirli göçmenlerin toplu hâlde öldürülmesi olayı- kişisel hikâyeler aracılığıyla ortaya konması ve bu yolla, ülkelerin tarihlerindeki kişisel sorumlulukların sorgulanması söz konusudur. Haneke, bütün anlatılarında olduğu gibi bunda da seyirciyi rahatsız eden ve kendini sorgulatan bir dile başvuruyor, yine teknolojiyi, yine aile ilişkilerini kullanarak… Hikâyeye, ırkçılığın da, bu uğurda yapılan katliamların da tek tek bireysel sorumluluklarımız göz ardı edilerek anlaşılmasının çok zor olduğunu imâ eden bir dil egemen kılınmıştır.
Yukarıdaki filmlere bakarak Haneke’yi modernist bir sinema yönetmeni olarak tanımlamak olasıdır. Ancak, birini ülkesi Almanya’da diğerini ise ABD’de çektiği, aynı senaryoyu işleyen iki ayrı “Ölümcül Oyunlar” (Funny Games, 1997 ve 2007) filmi modernist çizgiden daha öte bir çizgiyi, post-modern bir sinemayı imâ ediyor kanımca…
Filmin 2007 yılı Amerikan yapımı ikinci versiyonu, oyuncular haricinde, diyaloglardan planlara kadar büyük ölçüde aslına sadık kalınarak uyarlanmış bir film. İlk ve özgün film ise Avusturya’da çekilmişti. İkinci versiyon gösterime girince ilk düşündüğüm şey, Haneke’nin böyle bir tekrarı neden yapma ihtiyacı duyduğuydu.
Haneke, hemen bütün filmleriyle modern ya da ultra-modern denebilecek bir çağın kıyametini, nihilizmini, dekadansını, çoğu zaman bizleri bu çürümeye ortak ederek ve rahatsız edici bir dil kullanarak gözler önüne seren bir sanatçıdır. Bu anlamda modernist bir yönetmen olarak da adlandırılabilir. Ancak “Ölümcül Oyunlar” filmi hem ilk, hem de ikinci versiyonuyla filmografisi içinde çok daha başka bir yerde duruyor kanımca. Bu hikâyede, sebepsiz şiddetin en rahatsız edici şekillerinden birine tanık oluyoruz. Görünürde hiç bir sorunları bulunmayan iki genç adam rastgele bir eve giriyor ve orada oturan ailenin fertleriyle sinir bozucu bir şiddet oyununa girişiyorlar. Sonunda bütün aile fertlerinin öldürüleceği bir şiddet oyunu…
Kibar, sakin ve hiç bir sebep olmadan şiddet uygulayan bu insanlar gerçekte kimin nesidir? Haneke, kendisinin de içinde bulunduğu modern toplumun ikiyüzlülüğüne mi ayna tutuyor? Sömürürken bile centilmen olan, öldürürken bile üstü kirlenmeden steril kalabilen Amerikalı ya da İngiliz işgalcileriyle nasıl bir bağlantısı var acaba bu filmin? Ya da burnumuzun dibinde birileri ölürken, birileri her an haksızlığa uğrarken ses çıkarmadan durabilen konformist yaşayışlarımızın? Belki bunların hepsi ya da hiç biri… Kim bilir, bu sert filmin bizleri o kadar rahatsız etmesinin sebebi de belki budur; herkese kendi çirkin yüzünü gösterebilmesi ya da hiç bir şey göstermeden suç ortaklığı yaptırması…
Bütün bunlar bir yana, filmin (her iki versiyonu birlikte düşünerek) benim için dikkat çekici bir başka tarafı da ultra-modern dönemlerde sanatın yerini, bizzat yaşatarak ve yaşayarak imlemesiydi. Artık sanat da hayatımızın bu oyun görünümüne katılıp anlamsızlaştırılabiliyor, kendisi de oyunlaşabiliyor demek ki! Ne de olsa her şeyin bir meta haline geldiği, insanların dahi bir kopyasının olduğu, yerine konulamaz hiçbir şeyin olmadığı “protez medeniyet”imizde sanat eseri de kopya olabiliyor. İlkinin kopyası olan ikinci bir “Ölümcül Oyun”… Sanat eseri de endüstrinin bir malı hâlinde, biricik değil çok üretilip çok tüketilebilen bir tür endüstri ürünü… Haneke, ikinci filmi, tam da film sanatına darbe vuran bir yerde, Hollywood’da çekiyorsa, bu aynı zamanda sanatın ölümüne bir ağıt da olabilir, sanatın ölümünü kabullenme de…
Filmin, kendi içindeki hikâyenin bilincinde olması, yani üst-kurmacanın filmin kurgusuna hâkim olması, zaten filmi iyiden iyiye post-modernizmin kıyılarına doğru çekmekte. Arkadaşı öldürülen katilin kumandayla “filmi” geri alarak arkadaşını tekrar yaşatması, karakterlerden en nefret edilenin sık sık kameraya dönüp seyirciyle konuşması filmi de post-modern bir oyun hâline getiriyor aslında. Artık boşluk bile denemeyecek bir ultra-boşluk hâli, kendinin bilincinde olmayan bir boşluk hâli söz konusu. Bütün değerlerin; ahlâkın, erdemlerin, sanatın eriyip yavaş yavaş yok olduğu bir iklimi imâ ediyor “Ölümcül Oyunlar”. Tertemiz bir doğada, temiz yüzlü gençlerin arkasında saklanmış “yok oluş hâli”nin belirgin olduğu bir iklim…
Filmin ilk versiyonunda olağanüstü rahatsız olmuştum; şiddet ile şiddetteki sorumluluklarımız üzerine oldukça uzun süre düşünmüştüm. İkinci versiyonu izlemeden önce ilk versiyonu tekrar izledim ve rahatsızlığım bir kez daha had safhaya ulaştı. Aynı şekilde, yine son derece düşündürücü bir filmle karşılaştım.
Ancak, şaşırtıcıdır ki sinemada izlediğim ikinci versiyon bana o derece rahatsızlık vermedi. Neredeyse düşünmeye dahi hiç sevk etmedi beni. Sanatın artık bir metaya döndüğünü ispatlamaya çalışan ve belki de çağımızda sanatın ölümüne ağıt yakan Haneke, ilk filmin tıpkısının aynısını yapmaya çalışırken, aslında ilk filmden çok farklı bir şey yaptığının belki de farkına varmamıştı.
Sanat eseri biricik, asla kopyalanamaz ve tekrarlanamaz bir durumu imlerken, Haneke’nin, bu yolla post-modern sanata vurgusu ve sanatın ölümünü ilân etmesi, bence kendi eserinde bile yalanlanmış bir durum. İlk eser kesinlikle bir başyapıt iken, ikinci eser bir protez, bir tür asalak…
Ancak, ben yine de iyimser olmaya çalışıyorum.
Kim bilir, seyircisini hep rahatsız etmek isteyen Haneke, belki de böyle bir rahatsızlık aracıyla düşünmemizi ve sanattan umudu kesmememizi istemiştir.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
13 Yorum
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
Sevgili Enver,
Gördüklerini ufak parçalara ayirdikça daha iyi anlamayi umuyor analitik zekâmiz. Ama bazen bunu yapmak çok tehlikeli, mesela bir otomobili demir atomlarindan ibaret sanabiliriz :))
Bu tür yazilarin çok özel bir rol oynadigini düsünüyorum sitede. Zeytinyagi ve su gibi birbirine karismaz sandigimiz sanatin, felsefenin ve insan olma bilgisinin aslinda ayni okyanusun farkli kiyilari oldugunu düsündürüyor (?hatirlatiyor) okuyana.
Bizim beyinlerimiz milli egitimin havaninda sarimsak gibi yillarca dövüldügü için sanati sanatçilara, felsefeyi filozoflara vicdanî konulari da din adamlarina birakmisiz galiba…
Geriye kalan çalisip para kazanmak ve o parayi “özgürce” harcamak. insanliktan çikip homo-economicus hayvani olan, primatlasan yaratik haliyle ampirik kaderine de razi oluyor. Etten ve kemikten ibaret(!) olmanin bu primatlari mahkum ettigi bir determinizm var görebildigim kadariyla. Ayni sebepler ayni sonuçlari üretiyor.
Primat en özgür oldugunu sandigi anda is hayatinin, toplumsal normlarin ve bedensel ihtiyaçlarin deterministik kafesine giriyor. Su nasil 100 derecede kaynarsa bu primat da öyle günde 8-10 saat çalisiyor, 8 saat uyku, arta kalan vakitte kazandigi parayi en OPTIMAL biçimde harcamak için BiLiNçLi TÜKETiM ve YASAMA SANATI(!) dergilerine sariliyor: Ev dekorasyonu, Gurme, sarap nasil içilir?, 90-60-90 bir vücut için rejim, bu gece nerede eglenelim?
BiLiNç, Yasam ve Sanat kelimelerinin canina nasil okumus bu modernite? “Dilimi geri isteriiiim” diye haykirmak geliyor içimden 🙂
Bilirsin bati dillerinde bir kelime vardir, fr. Conscience / ing. Consciousness . Bunun tam karsiligi galiba şuur. öz(!)Tükçe’de bilinç diye çevirirken yarisi çöpe gidiyor zira iki farkli seyi anlatiyor, Ampirik BiLGi ve ViCDAN (Bilgisi/hissi).
Basini bir yere vuran ve son yaptiklarini hatirlamayan birisi “şuurumu kaybettim” diyebilir. Fransizca’da “perte de conscience” (şuur kaybi) ya da “perte de connaissance” (biliş kaybi) diyoruz.
“BEN” oldugu bilgisini kaybetmek söz konusu sanki? Tabi “ben” olmayinca yaptiklarindan da sorumlu olmuyor insan. Yine Fr bir örnek vermek isterim, “vicdanim rahatsiz oluyor” demek için kulandigimiz ifade “ça me pose un problème de conscience” (= bu [durum] bana vicdan meselesi olusturuyor)
yani ufak parçalara ayirdikça daha iyi anlamaya alisik analitik zekâmiz ama şuur kavramini bölünce, BEN’i olusturan primat ile ondan geri kalan vicdan sahibi sorumlu varlik birbirinden ayrilinca sakat bir noktaya geliyoruz:
sanat sanatçilara, felsefe filozoflara vicdanî konular da din adamlarina…
bilmiyorum katiliyor musun?
hani neredeyse bir kelime meselesi yüzünden 2 tane dünya savasi mi yaptik? diye sorasim geliyor :((
Yazan:eg Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
kesinlikle haklısın mehmet. “yani ufak parçalara ayirdikça daha iyi anlamaya alisik analitik zekâmiz ama şuur kavramini bölünce, BEN’i olusturan primat ile ondan geri kalan vicdan sahibi sorumlu varlik birbirinden ayrilinca sakat bir noktaya geliyoruz:” bence modern insan tasavvurunun yaptığı zararın bundan daha güzel bir tanımı olamazdı.
son zamanlarda belki dikkatinizi çekmiştir. yusuf kaplan sinema üzerine bir dizi yazı yazıyor. sinema ile niçe, heidegger ilişkisi üzerine falan. söylediği şey ise (ki bu adla bir kitap da yayımlanacak bildiğim kadarıyla)”felsefe öldü, yaşasın sinema”. aslında sinema tek başına sinema değildir; sanat da tek başına sanat değildir. daha önce de söylemiştim, sinema bu yüzyılın yeni düşünme ve felsefe yapma biçimidir, bu yüzden cidden de kavramsal felsefenin yerini almaya namzettir.
çok teşekkürler yazıdan güzel yorumun için.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
geçenlerde radyoda bir program dinledim, “edebiyatla felsefenin eklemlenmesi/rekabeti” üzerine. çok ilginçti, edebiyat elestirmenleri, yazarlar ve filozoflar bir konuda birlesiyor, felsefenin kelimelere dökemedigi, “teknik” olarak ifade edemedigi bazi seyleri edebiyat yapiyor. bir de romanlar sayesinde bazi felsefi olgularin “sahneye konmasina” tanik oluyoruz. tek rolü bu olmasa da sanat kimi zaman felsefenin laboratuari oluyor.
belki sunu da eklemek lazim, sanatta bir “estetizasyon” olgusu var. Abartma, mesafe koyma, semboller kullanma, …
Mesela bir savas gerçekten olurken, bombalar patlarken vs kimse neye ugradigini anlamiyor. Ama bir savas filmi seyrederken savasin ne kadar kötü oldugu düsüncesini olusturabiliyoruz. Zamana ihtiyacimiz var, geriye dogru bir kaç adim atarak bir tabloyu seyreder gibi.
Sanatin anlattigi hikayelerde “baskasinin” dertlerini, asklarini vb izlerken de böyle verimli bir “mesafe koyma” söz konusu.
Sanki Freud’un divanina uzaniyoruz ve basliyoruz anlatmaya, “ben çocukken…” ardindan bizi yaralayan travmalar anlam kazanmaya basliyor. belki kaybettigimiz bir bacak yerine geri gelmiyor ama tek bacakli oldugumuzu idrak ettigimiz andan itibaren koltuk deglenkleriyle yasamak daha az izdirap veriyor.
bunlari yazarken aklima İtalyan psikanalist Piera Aulagnier‘nin sözleri geliyor:
“Izdırap diye bir şey yoktur, dayanılmaz olan dış dünyadaki olayların içimizde temsil ettiği anlamlardır”.
Yazan:suzannur Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
Haneke’nin Ölümcül Oyunların ikincini izledim, aslında birincinin de başına oturdum ama izlemekten vazgeçtim, bu noktada ikinci film üzerinden ve tabii onun göndergesel işlevinden (sanat-postmodernizm) yorum yapacağım.
İzlerken, yok artık! dediğim filmlerden biri, kesşnlikle irrite edici ve sinir bozucu bir film ve tüm bu etkilerle kesinlikle iyi bir film.
Peki bu bir taklit mi? (Birinciyi izlemeden sizin yazınızdan tola çıkarak yapacağım yorumu, hatalı olabilir bu noktada.) Bence bu bir yeniden yaratma, Holywood’un taklit yapımlarından değil her ne kadar orada çekildiyse de. Postmodernizm sanat eserinin copylerle çoğaltıldığı ve kistch sanatın her yeri sardığı bir dönemi içerse de buna karşıtlığıyla eserini ortaya çıkartır, kolaj yaparken dahi eskiden bir yeniden üretim vardır. Modernizmin koparttığı bağların yerine, eskiyi yeniden reforme ederek gündelik hayatın içine sokar postmodern sanat. Tıpkı bu film gibi.
Mesajını seyircinin istediği gibi değil, yönetmenin istediği gibi değiştirdiği, senaryoyu değiştirebilecek kadar (arkadaşının ölümünü geriye sararak istediğini yapan genç) kurgudaki kurguya bile müdahale eden bir sinema eleştirisi vardır. Bu her şeye uygulanabilir, bireye, sanata, uluslara… Gösterilen kurgunun bile ikinci kez değiştirilerek gösterilmesi ve seyirciye izlettirilmesi. seyirci hiçbir şey yapamaz, tıpkı Haneke’nin kendi filminde olduğu gibi. İzlersin, sinir olsan da, beğensen de, beğenmesen de. Sana dayatılan budur çünkü. Bu da postmodern sanatın, tüm çiğliğe rağmen hala bu dayatmayı mesaj olarak bireye iletmeye çalıştığı ve onu sanatın parçası haline getirdiğini gösterir, yol şudur, kumanda ellerinde, nasıl oyuncu geriye sarıp dilediği gerçekliği yaratıyorsa, sen de bu gerçekliği yaratabilirsin. Kapatabilirsin tv.yi, ya da buna karşı çıkabilirsin, oradaki kadının yaptığı gibi tüm klişe hataları da yapabilirsin, ya da tam tersine bunu yapmayadabilirsin, yaparsan başına bunlar gelir diyor.
Tüm bu mesaj genellenerek her şeye uyarlanabilir.
güzel görünenin her zaman öyle olmadığı, özendirilen yaşam biçiminin altında umulmadık çirkinliklerle karşılaşılabileceği, nezaketin insana ait vicdanın göstergesi olmadığı… biryığın mesajı var bu filmin.
Belki Haneke Holywood’a ve çağa yenildi ve filmi yeniden çekti para için, olabilir, ya da amacı yeniden yaratmaydı, bu da olabilir. Sonuç, birey olarak izleyip izlememe kişinin kendi ellerinde. sadece bunu anlatmasıyla bile bu film kendine karşı acımasız davranarak farklılığını ortaya koyuyor.
Aslında çok derin konular var yazıda, ancak yeri geldiğince tartışmak daha iyi.
Güzel bir çalışma (ultra modern kelimesini sevmesem de, postmoderni tercih ederim ve yine “kanımca” demişsiniz 🙂 )
Yazan:eg Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
evet öyle ama mazeretim var:))
“kanımca” uyarısı aldığım yazının(bergman yazısıydı galiba) yazılma tarihi, bu yazınınkinden daha sonradır.
Yazan:cb Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
Enver bey,
okuduğum bir çok isim var,bunlar genellikle çok beğendiğim isimler lakin bazen aynı çizgiyi koruyamıyorlar çıta inip çıkabiliyor.Sizde bunu görmüyorum itiraf edeyim kendini koruyan ama tekrar etmeyen bir tarzınız var.Film eleştirilerinizde felsefe edebiyat gibi konularada değiniyor olmanız ayrıca bir çeşitlilik özetle herzamanki gibi olmuş yani oldukça Enver Gülşen kokuyor,emeğinize sağlık ayrıca tebrik ederim.
Mehmet beyin ‘Abd’yi Tedavi Etmek Mümkün Mü?’ başlıklı yazı dizisinde kısaca değinmiştik.Sinema çok etkili bir argüman doğru ellerde çok daha anlamlanıyor.Ve kesinlikle tetikleyici.Sizin kadar konuya vakıf olmasam da ben Avrupa ve İran sinemasını daha çok tercih ediyorum.Daha samimi ve içten buluyorum,Hollywood yapımlarını genellikle kan emici ve kurgu olarak gördüğümden pek içime sinmiyor.Tabbi hemen belirteyim bu bir genelleme değil zira Matrix bir arkadaşımın imanını arttırmış bir yapımdı,bir müslüman olarak ilki için ‘işte bu biziz’ sloganı atmıştı 🙂
Yazan:eg Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
teşekkrler cemile hanım. iltifat etmişsiniz. ama bu yazı zaten eski bir yazım olduğu için beni tekrar tehlikesinden kurtarmıyor:))
ben de iran sinemasını çok severim. hatta bu dizide (bir yönetmen bir başyapıt) mecid mecidi’nin çok beğendiğim iki filmini incelemeye çalışmıştım. özellikle cennet çocukları ne zaman hayatla bağım zayıflasa izleyerek “şarj olduğum” filmlerden birisidir. izlemediyseniz tavsiye ederim. cidden de cennet çocuklarını görebilmek için.
tekrar teşekkürler.
Yazan:cb Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
Cennet Çocukları,benim için bambaşka bir film içime o ” spor ayakkabıları ” kadar oturan çok az şey olmuştur.Bazen kendi spor ayakkabılarımı giyerken içime düşer o sızı,ayaklarımı sürte sürte yürürüm o zamanlarda,acı.Bir de bisiklet üzerinde baba-oğulun iş aradığı o bölüm ve sonu,nasıl anlatsam paramparça birşey şey işte.
Mutlaka izlemşsinizdir,Sarhoş Atlar Zamanı ve Kaplumbağalarda Uçar muhteşem yapıtlardır.
Sonsuzluk Ve Bir Gün,filmi de Avrupa sinemasından beğendiğim bir filmdir.En harika sahnesi ise gece sabahı bulana kadar bir trafik lambası altında park etmiş oyuncunun gün sabaha dönerken durup durup kırmızı ışıkta geçtiği sahnedir.
Yarın ne kadar sürecek?
Yazan:eg Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
sonsuzluk ve bir gün…angelopoulos’un insanın içine işleyen filmlerinden birisi. o da dönüp dönüp izlediğim filmlerdendir. trafik kazasında ölen çocuğun, onunla birlikte sokakta yaşayan arkadaşlarınca yapılan “gıyabi” cenaze töreni de çok etkiler beni. o sahnede gözyaşlarımı tutabildiğim vaki değildir…üzüntüden değil sadece; daha çok yaralı yüreklerin birbirlerinde buldukları sımsıcak sığınağın insanoğlunun birbirine dokunabilmesi ve birbirinin acısıyla acılanabilmesi için aslında çok az şeyin (vicdan?) gerekli olduğunu hissetmemdendir belki de.
Yazan:eg Tarih: Tem 8, 2009 | Reply
bu arada sarhoş atlar zamanı ve kaplumbağalar da uçar filmleri gibi bahman gobadi’nin diğer filmleri de daha çok iranın (ve ırak’ın) sınır kasaba ve köylerinde yaşayan kürtlerin sorunlarını anlatır. kaplumbağalar da uçar’daki anne-kız çocuğunun(zorunlu olarak anne olmuş küçücük bir kız çocuğu. daha o yaşta hayatın tüm yükünü omuzunda hissetmiş ve büyümüş) intihardan başka bir yol bulamayışı da çok iç burkucuydu cidden. bahman gobadi’yle kişisel olarak da tanışmışlığım vardır. son derece mütevazi bir kürt yönetmendir, iran’da yaşar ama sanıyorum filmleri iran hükümetiyle sorun yaşıyor sık sık.
Yazan:cb Tarih: Tem 9, 2009 | Reply
Kıymetli Enver bey,
gün içerisinde yazdığım iki yıpratıcı yazı,derken yaşadığım hoş olmayan olay,bazı mail guruplarında geçen çirkinlikler,yazılarıma konu olan duyarsızlıkların yıkıcılığı derken sinema yazılarınızda vicdanı sızlatan konular geçse dahi dinlendirici ve gün sonunda rahatlamak adına oldukça okunur buluyorum,sağolunuz.
Acaba ‘ Kırmızı Balıklar ‘ kaç çocuğa umut olur?
Sonsuzluk ve Bir Gün gibi filmlere bir de Eleni Karaindrou müzikleri oldukça duygu katıyor.
Yazan:Elif Sevinçgül Tarih: Eyl 12, 2009 | Reply
Yazınız için çok teşekkürler. Haneke’yi Avrupa’nın vicdanı olarak görüyorum desem abartmış mı olurum 🙂 ‘Tehlikeli Oyunlar’ın iki halini de seyrettim ve ikinci kez çekilmesinde bir beis görmedim. Haneke gibi insanın vicdanına elini daldırıp günyüzüne çıkaran (canınızı yaka yaka) birinin sırf para ya da başka bir çıkar uğruna Tehlikeli Oyunlar’ı tekrar çektiğine inanmıyorum. Bence amacı ‘çağrı’sını daha geniş bir kitleye duyurmak. Ya da bilemiyorum, belki hüsn-ü zanla yaklaşıyorum. Öyle ya da böyle bizzat eleştirdiği insanlar tarafından görmezden gelinemeyecek ve hatta üstüne bir de ödüle layık bulunacak (Cannes) kadar ‘iyi’ bir sanatçı. Paradoksun babası :)) Şimdilerde büyük bir heyecanla Beyaz Kurdale’yi bekliyorum.
Yazan:eg Tarih: Eyl 12, 2009 | Reply
ben teşekkür ederim elif hanım. bence de haneke çok önemli bir sanatçı ve evet batının vicdanı…son filmini hala izleyememiş olmak biraz rahatsızlık veriyor ama inşallah gösterime girer türkiye’de…zira ivedik3 çıkarsa sanırım haneke’nin son filmini izleme şansını yitireceğiz…