CHP neden darbecileri koruyor?
By Ayla Chignardet on Tem 9, 2009 in Basın günlüğü, darbe, Ergenekon Nedir?, Türk Silahlı Kuvvetleri
“…Şemdinli’yi hatırlayınız. 9 Kasım 2005’te, iki astsubay ve PKK itirafçısı, bir kitapçı dükkânına bomba attı. Bir kişi öldü. Sonra arabalarının içindeki silahlar görülünce, halk tarafından linç edilmek istendiler. Linç yine halk tarafından önlendi. Birkaç saat sonra otomobilde keşif yapan savcı ve CHP Hakkâri Milletvekili Esat Canan’ın üzerine ateş açıldı. Bir kişi de bu sırada öldü.
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada bombalama olayının sanığı iki astsubay 39 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Şimdi sıkı durun. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, sivil mahkeme için görevsizlik kararı verdi. Davanın sivil mahkemenin görev alanına girmediğini söyledi. Davayı askerî yargıya gönderdi. Askerî mahkeme daha ilk duruşmada sanıkları serbest bıraktı. Ve dava hâlâ sürüyor. On gün önce, olay yerinde keşif yapılmış. Görgü tanıkları bu keşfe çağrılmamış. Mesela Esat Canan çağrılmamış. Canan, önceki gün, Taraf’ta Neşe Düzel’e şunları söyledi: “Bırakın askerî yargıyla ilgili tartışmaları. Bugün Türkiye’de sivil yargı bile sivil değildir. Sivil yargı da tarafsız ve bağımsız değildir. Askerin, tutuklansın dediği tutuklanıyor, serbest bırakılsın dediği serbest bırakılıyor…”
Şemdinli’yi kimse unutmamalı. Yasayı onaylamasın diye Cumhurbaşkanı’na baskı yapan CHP yöneticilerini ve aynı mevzideki medyayı, şu sorunun cevabını vermeye çağırıyoruz: Şemdinli’de bombalanan kitapevi, “askerî mahal” midir? Kitabevi bombalamak, insan öldürmek, devletin savcısına ve milletin vekiline kurşun sıkıp masum sivilleri öldürmek, askerî bir görev midir? Ortada, askere karşı işlenmiş bir suç mu vardır?…”
8 Yorum
Yazan:Hakkı Bentek Tarih: Tem 9, 2009 | Reply
CHP darbeciler yargılansın istiyor. Ama Darbe yapmış olanları.
Bugün Dev-Sol davası ile ilgili bazı gelişmeler oldu. Darbecilerin işkence ile ifade alıp, yıllarca hapis yatırdığı kişiler ile ilgili bir karar bozuldu.
Hadi Self Demokratlar yazılarınızı görelim…
Yazan:Hakkı Bentek Tarih: Tem 9, 2009 | Reply
Pardon Sehven Dev Sol yazmışım. Düzeltirim. Dev Yol Davası….
Yazan:durhat Tarih: Tem 9, 2009 | Reply
Self Demokratların kim olduğu gayet belli oluyor.Şemdinli’de binlerce insanın gözü önünde gerçekleşmiş bombalama ve cinayet olayına dair söyleyecek bir tek sözü olamayan,ama bu hukuk dışı olayın aydınlığa kavuşulması istendiğinde nöbet geçirenler mi demokratlık dersi veriyor?Hey gidi tatlı su demokratları hey!Siz kim demokratlık kim?Demokratlıkmış pehh!
Yazan:Ali Duman Tarih: Tem 9, 2009 | Reply
Dev-Yol davasını çok merak ediyorsanız az biraz da DEV-YOL hakkında bilgi edinmenizde fayda var derim.
DEV-YOL’un 1 nolu sanığı Oğuzhan Müftüoğlu Ergenekon’u savunuyor, yardımcı asistani Melih Pekdemir ile ve yine aynı ekip Ergenekoncu değil diye ÖDP başkanı Ufuk Uras’ı başkanlıktan ettiler.
Kemalist olmayan devrimciler 17 yaşında bayrak gibi iplere çekilirken, kemalizmin kuyruğunda devrimcilik yapanların alacele idamlara, müebbetlere çarpıtılmak yerine lastik gibi uzatılan davalar ile diğer devrimcilere reva görülenden ayrı tutulduklarını anlayabilecek kadar bu siyasetler hakkında bilgi sahibi olmak gerek önce. (keşke hiçbiri o davalardan geçmeselerdi, hiç birinin suçlu olduğunu söylemiyorum, kemalist yargının, yargılamalarda yaptğı ÇİFTE STANDARTA dikkat çekmek istedim. bu yargı TARAFSIZ değildir, zira bu yargı Kemalizmin TARAFIDIR. Kimse tarafsız olmasını beklemesin, devrimciler; kemalist olup, olmamalarına göre ÇİFTE STANDARTlar içerisinde yargılanmışlardır, işin vahim tarafı ise kemalist olmayan devrimciler yargılanma şansı bile bulamayıp, ya işkencelerde ya da çatışmalarda katledilmişlerdir)
CHP; darbeci İttihat ve Teraki kültüründen gelmektedir. İttihatcılık, darbecilik, komitacılık ve cuntacılık demektir. Kökü İttihatcılık olandan darbeyi desteklemesinden başka ne bekleyebiliriz ki.
Yazan:Hakkı Bentek Tarih: Tem 10, 2009 | Reply
Ali Duman Bey,
İşte ilginç olan da bu. Geçmişte gerçek darbeciler tarafından işkenceden geçirilenler, bugün darbecilikle suçlanıyorlar.
Kim tarafından ? Kendilerine dokunulmadığı için Gerçek Darbeciyi öven, FG ve ekibi tarafından.
Bu ekip hangi partiye destek verdi ? AKP.
Peki darbecilikle suçlanan kim ? CHP
İşler biraz karışık değil mi ?
Yazan:alperen Tarih: Tem 10, 2009 | Reply
PROVOKASYON
ALPEREN GÜRBÜZER
Provokasyon Fransızca bir kelime olup, Türkçe de tahrik ya da kışkırtma anlamında kullanılmaktadır. Yine Fransızca sözcük olan komplo ise gizlice yürütülen plan anlamına gelir. Geçmişten bugünümüze baktığımızda coğrafyamız tam bir kışkırtma cenneti olduğunu söyliyebiliriz.
31 Mart vakası
31 Mart vakası olarak tarihe geçen olayı değerlendirilirken; 31 Mart vakası irtica harekâtıdır deyip kestirip atanlar var. Oysa bu olayın gizli yönü, bir grup insana öncelikle şeriat şeriat diye bağırttırıp şeriatı berhava etmek, sonra da şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi olarak gösterdikleri Padişahı devirmek amacı güdüldüğünü pekâlâ anlayabiliriz. 31 Mart vakasının irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdülhamid’in uygulamalarına bakaraktan veya Padişahın Meşrutiyeti ilan edip Meclisi Mebusanı açtıktan sonra ülke içindeki problemleri Allah’a ve halkın iradesine havale ederek izlediği politikayla açıklamaya çalışalım. Şöyle bir fotoğraf karesine baktığımızda; ortada sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânlarının hakaretleri, siyasetin hızla orduya bulaşmışlığını görürüz. Bunun yanısıra, Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, kan akıtmamak pahasına büyük özveri örneği ile kendisini İlahi kadere kendisini teslim etmişliğini görüyoruz. Bu olayda iki kişi maşa olarak kullanılmış; biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri ise Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik ilk günler İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini, sonrada pişmanlığını ortaya koyarak tarihe not düşerde. Hatta 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçılar ve Selim Sırrı ile beraber bu işe kendisininde karıştığını itiraf etme erdemliğini gösterebilmiştir. Rıza Tevfik itiraf etmekle kalmamış Abdülhamit Han’a yaptıklarından pişmanlık duygusuyla ruhaniyetinden yardım dileyerekten birde şiir yazıyor ve dilinden:
“ Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek Ey Koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…’’ mısraları dökülüyor. Üstelik bu şiiri yayınladığından dolayı Necip Fazıl yirmigün hapse mahkûm edilmişte.
Görüldüğü gibi, İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu komployu isteseydi tek talimatla Hassa ordusunun tek tümenine Harekât ordusunu bir darbede bastırabilme imkânı varken, o bunu yapmayıp, sadece sarayda yalnız veya birkaç akraba, ya da harem halkından iki üç kişiyle birlikte kalmayı yeğleyen bir Padişah var karşımızda. Belli ki komplo teori gereği İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılarak bu işin bedeli Padişaha biçilecek ve bu ayaklanan insanlara şeriat isteriz diye nara attırılıp, böylece parti mensupları safdışı edilmesi sağlanacaktır. Gerçektende sahneye konulan planla 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkarılan İttihat ve Terakki yanlısı ordu İstanbul’a gelir gelmez ilk evvela havaya kurşun sıkarak olayları bastırır görünümü verir güya. Olayların bastırılması ardından padişah suçlu bulunup tahttan inmesi sağlanır nihayet. Oysa objektif olarak olayları mantık çerçevesinde soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde aslında ayaklanan kimse yok, ayaklandırılmış grup olduğunu fark ederiz. Ulu Hakan’ın başsız askerleri örgütleyip Hassa Birlikleri ile takviye ederek üstesinden geleceği olayı büyük bir soğukkanlılıkla tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakkinin tertipini başarılı kılmıştır. Bundan dolayı 31 Mart irtica vakası dedikleri ne idiğü belirsiz ucubenin, gerçekte dünyada böylesine az örneği olacak cinsten gülünç, bir o kadar da topluma yutturulmaya çalışılan planlı provokasyon hareketi diye tanımlayabiliriz. İttihat ve Terakki bununla da yetinmeyip Şeyhül İslam Mehmed Ziyaüddin’den birde fetva kopararak yaptıkları harekete meşruiyet kazandırdıkları gibi oynadıkları oyunu ört bas edecek fetva ile kendilerini garantiye almışlardır. Fetvada geçen iddialara göz gezdirdiğimizde; Ulu Hakan’ın güya sanat kitaplarını değiştirmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi birdizi ipe sapa gelmez suçlamalar yer alır. Nitekim koparılan fetva ile Ulu Hakan tahttan indirilmiştir. Hatta Harekât ordusu iktidara hâkim olunca ilk iş olarak örfi idare ilan edilir ve olayla yakından uzaktan ilişkili gördükleri her kim varsa kendilerince elebaşı gördükleri masum kişileri darağacında sallandırırlarda.
Ahmet Altan, ‘İsyan günlerinde Aşk’ romanında 31 Mart vakasının 28 Şubat’ın bir benzeri postmodern darbe olduğunu akıcı uslubuyla gözler önüne seriyor zaten. Dolayısıyla bildik ezberleri bozma adına mükemmel bir eser ortaya çıkarıyor. 33 yıl Hasta adam diye nitelendirilen Osmanlı imparatorluğunu izlediği akıl dolusu diplomatik uluslar arası denge siyaseti ile ayakta durmasını sağlayan Abdülhamit’i hal ettikten sonra iktidara gelen İttihat Terakki güruhu koskoca imparatorluğu kısa süre içerisinde küçülterek Birinci Cihan Harbinin eşiğine getirmişlerdir.
Hâsılı, irtica vakası diye yutturulan olayın bedelini Osmanlı’nın düşüşünü önlemeye cansiparene çalışan padişahı devirmekle, dahası ona isnat etmekle bu sayfayı kapatıyorlar.
Menemen olayları
Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider. Şeyh Paşayı görünce;
—Sizi tanıyamadım der.
Fevzi Çakmak;
—Fevzi kulunuz efendim, duanıza muhtacız der
Erbilli Şeyh;
—İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yardımcınız olsun der.
Şeyh, Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte inzivaya çekilmiş, sade bir hayatla günlerini etrafındaki dostlarına telkin ve sohbetle geçirmiş.
Yıl 1930. İlk çok partili denemesinin yapıldığı dönem. Bu dönemde Menemen halkı partisini tanıtımı için gelen Serbest Fırka’yı bağrına basarak büyük bir teveccüh göstermiş. Aynı teveccühü Halk fırkasına göstermedikleri gibi yüz vermemişler, üstelik yuh çekilerek protesto edilmişler de. Tabi fena bozulmuşlardı, ama o sıralar yapacak bir şeyleri yok. Çünkü bu bir gönül işiydi, işin ucunda halk vardı. Fakat o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konaklarken otellerini önünde dikkat çekici görünümleriyle araçlardan ve otobüslerden inen insanları şaşkın bakışlarla seyrediyorlar. Merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerini öğreniyorlar. Fırsat bu fırsat deyip akıllarına bir hinlik düşüyor o an. Öyle ki Menemende bir olay çıkartılarak yuh çekmenin hem bedelini ödetme hem de Serbes Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi için komplo sahneye koyulur. Daha sonraları bu komplonun kararını bizatihi hadisenin şahitleri olarak ilk meclis üyelerinden Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil o toplantıda hazır bulunanların marifetiyle bu bilgiyi sızdırdıklarını anlatmışlarda. Plan şu; Menemen de Jandarma Karakoluna karşı mekân olarak cami kullanılacak, kurye olarak da daha öncedende ruh yapısında mehdilik özentisi olduğu bilinen esrarkeş Mehmede bu iş havele edilecek. Nitekim kendisine; cami içindeki minberden yeşil bayrağı eline alarak herkesi bayrağı altında toplayıp; “Bayrağın altına girmeyen kâfirdir’’ diye nara atarak cihad ilan etmesini ve halk ya da Jandarmadan itiraz edenlere karşı koyan olduğunda kan akıtması talimatıyla yola uğurlanıyor. Bu iş içinde yaptığın işin gereği mükâfat olarak ödüllendireleceği vaadini alarak tam beş kişi ile birlikte yola seferber oluyorlar. Yolculuk esnasında kellesini kurtarmak pahasına bir yolunu bulup sıvışan Çoban Ramazan yol boyunca konakladıkları birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerini de itiraf ederek tarihe not düşmüştür. Hâsılı Çoban Ramazan sıvışeversede diğerleri Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planı harfi harfine uygulamaya koyuldular bile. Etrafta birşeylerin döndüğünü sezen bir Askeri Şube Reisi, olup biteni anlamak için yaklaştığında esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanlarının; ‘üzerimize kuvvet gönderin, aksi takdirde Menemen’i kuşatıyoruz’ sözlerine muhatap kalıyor ve adam korku belası oracıktan uzaklaşıyor. Bu arada eylemciler var güçleriyle bağırıp etrafa korku salıyorlardı, hatta nümayiş sesleri çoğalınca olay kışlaya kadar yansırda. Kışlasında bu durumu izleyen Kubilay yanına bir manga askeri alarak olay yerine geliyor ve askere süngü tak emrini veriyor. Sözde Mehdi Mehmed ve arkadaşları o arbede esnasında Kubilay’ın ayağına kurşun sıkınca yere yığılıveriyor. Nitekim Kubilay yerde yaklaşık yirmibeş dakika kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkisilisinden ses seda yok, sırra kadem basmışlardı adeta.
Gerçektende Merkezi hükümetin yetkisini kullanıp da devriye kuvvetini çıkarmaması düşündürücü, belli ki olayın daha da kıvam alması bekleniliyor. Derken sahte derviş kılıklı esrarkeş Mehdi Mehmed elinde ki bıçakla hunharca acımasızca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırıyor. Herşey bitmiş, olanlar olmuş nihayet Alaydan bir bölük olay yerine gelerek etrafı çembere alır, makinalı tüfeklerle ilk kurban iki masum bekçi, ardından esrarkeş Mehdi Mehmed ile arkadaşları taranarak can verirler oracıkta. Sonrası malum; Menemendeki olay Türkiye çapında büyütülerek irtica avına dönüşür. Nasıl mı? İlk başta seksen yaşına girmiş Erbilli Şeyh Esad Efendi’den başlanılır işe. Bursa Adapalas Otelinde başlayan kurgu gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemen’e sevk edilerek hapsedeliyor. Hastalığı nüksettiğinde ise Askeri Hastahane’ye kaldırılıyor. Artık yaş doksanın üzerindedir, yaşlı adamın kanunen idamı sözkonusu olamayacağına göre, ansızın hastahanede ölmesi akıllarda hep acaba oldubitti ile zehirli enjeksiyonla mı öldürüldüğü kuşkusuna yolaçtı.
Bu arada meşhur Muğlalı Mustafa Paşa da boş durmuyor, o da Menemen olayları ile irtibatlandırdıklarından sadece 37 kişiden 28’ini idam cezasına çarptırarak darağacında sallandırıyordu. Tarihe Menemen olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu desek bilinmez, ama şu bir gerçek ki ilk çok partili denemesine son vermek için girişilen bir provakatif eylem olduğu besbelli. Ki, etraf süt liman olduktan sonra tek parti ile yola devam etmenin kararı alınması bu durumu teyid ediyor zaten. Derken amaçlarına bu yolla ulaşmışlardır. Böylece çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılarak muhtemel tehlikeden kendilerince arınmış oldular nihayet.
Kürt İsyanı
Tarihçiler Meşhur Şeyh Said İsyanının Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin gücünü kırmak için bu meseleyle oyalanarak bir köyde düğün esnasında jandarmaların izini sürdükleri adamları Şeyh Said’den istemeleri üzerine başladığını ileri sürerler. Hakeza akl-ı selim tarihçiler Şeyh’in gelenlere kibarca; ‘ Hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ mukabiline karşı; ‘Hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarı neticesinde, bir dizi olaylar ta Diyarbakır’a kadar kontrolden çıkarak hızla ülke gündemine oturtulan provokatif eylem olduğunda hemfikirlerdir. Türkiye kendi halkına bu olayın kürt isyanı olarak ima ederken dışarıya karşıda irtica eylemi olduğunu açıklamaya çalışırken bu arada petrol bakımdan iki önemli Musul ve Kerkük’ün de kontrolü elimizden kaçırıyoruz. İşte 1925 yılında patlak veren Kürt isyanı diye sahneye konulan olayın perde arkasında gizli amaç aslında Musul ve Kerkük üzerindeki çıkar ilişkileridir. Türkiye’de bugünde Türk-Kürt çatışması çörüklenerek yeni bir provakasyon devreye sokulmuş durumda. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar istihbaratta çalıştığı söylentisi ister istemez akıllara kuşku veriyor, olayların daha çok asker ile örgüt arasında cerayan etmesi, ülkemizin ömründen 15 yılı aşkın süre çaldığını ve otuzbin civarında insanı ölümüne yol açan sürecin hala devam etmesi yaşadığımız hazin manzaranın belkide bir özeti sayılır. Objektif olarak düşündüğümüzde PKK’nin Kürt devleti kurması mümkün görünmüyor, kurmaya kalkışsada Barzani ve Talabani mani olur, hatta Sam amca izin vermez, dahası İran ve Suriye geçit vermez.
Bir zamanlar ana dilde konuşmanın ve Kürtçe şarkı söylenmenin yasak olduğu dönemden, yasakların kalktığı dönemine girdiğimiz sancılı süreç içerisinde Ahmet Kaya’da andıçlanarak doğup büyüdüğü topraklardan sürgün ediliyor. Fakat o; ‘Beni ölürken değil, yaşarken anlayın’ diyerek yabancı topraklarda ölmesi düşündürücüdür. Gerçekten o bir zamanlar sağcısından solcusuna kadar her kesimden müziğini dinletmeyi başararak farklılıkları aynı müzik platformunda bir araya getirdiği halde etkin güç tarafından Kürtçü ve bölücü yaftasından kurtulamadan bu dünyadan uzak diyarlarda ülkesine küserek kelebek misali veda ederek bu dünyadan göçeder.
Türkçüler-Nurcular
Nihal Atsız ve arkadaşlarının Türkçülük kapsamında faaliyetleri suç kapsamına alınarak aralarında genç bir subay olan Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 1944 milliyetçilik olayları zorlu geçmiş ve genç Türkçülerin tabutluk denen hücrelerde hapsolunmalarına neden olmuş, ama mahkemelerde uzun süren sorgulamalar sonucunda ergeç adalet yerini bulup beraatlerine karar verilmek zorunda kalınmıştır.
Yine Risale Nur önderlerinden Said-i Nursi’nin iman hakikatleri üzerindeki faaliyetleri mercek altına alınarak uzun süren gündemi meşgul edecek tarzda nurcu avına dönüştürülmüştür. Öyleki, 27 Mayısın ardından Said Nursi’nin mezarı bilinmeyecek şekilde ölüsünden bile endişe edilerek gizli gizli defnedilmiştir. Belli ki devleti idare edenler ne Türkçüsü ile ne de Nurcusu ile barışık kalmayı beceremiyorlar, aksine düşman ilan ediliyor her kesim. Oysa hasım ilan ettikleri davalarına daha da sıkı sarılarak çemberlerinin genişlemesine yardımcı olmuş oluyorlar. Nitekim geldiğimiz nokta itibarıyla gerek Türkçülük damarından gelen Ülkücü kesimle Risale-i nur çizgisinden gelen cemaat tüm baskılara rağmen adından söz ettirecek seviyeye gelebilmişlerdir.
Darbeler
Türkiye’de her on yıl içerisinde darbe yapılması da provakatif eylemlerin sonucu ortaya çıkmıştır. Tek parti iktidarının milli şef uygulamaları milleti canından bezdirmişti. Hatta ezanı bile orjinal halinden uzaklaştırıp Türkçe okunmasını sağlayan CHP’yi seçimlerde sandığa gömerek tek başına iktidara gelen Menderes vardır karşımızda. O ülke içinde rahatlama getirdiği gibi tekrar ezanı iade-i itibar kazandırmışta. İşte bu durumu hazmedemeyenler değişik entrikalarla 27 Mayıs ihtilalin eşiğini getirerek pamuktan örülü hükümete darbe yaptırılarak devrin Başbakanını idama kadar götürecek gelişmelere sebep olmuşlardır.
Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi kişileri kovalarcasına soğuk savaş döneminin o ürkütücü psikolojik ortamından istifadeyle vatan hain ilan edip ülke genelinde gerilim yaratılarak 12 Mart gerçekleştirilir. Hakeza 12 Eylül 1980 darbesi de Kenan Evren’in NATO kontrolünde şartların tam olgunlaşmasıyla sahneye konulmuş bir ihtilaldir.12 Eylül öncesinde gizli bir el ülkücülerle solcu grupları karşı karşıya getirerek her iki tarafı da temizleme yoluna gidilmiş. Zira ortalık süt liman olduktan sonra bir mermiden yola çıkılarak kriminal incelemeler neticesinde aynı silahın hem ülkücülerden hemde solcu gruplardan birçok insanı öldürdüğü ispatlandı da.
Aman Allah’ım! Neydi o günler. O günlere şöyle göz gezdirdiğimizde ilginç anekdotlarla karşılışırız. Malatya Bağımsız Belediye Başkanının bombalı suikasta kurban gitmesi, o günün iktidar sahiplerinin peşin yargılarla olayın MHP taraftarlarının işlediği yalanını ortaya atarak olayları önlemede ki zafiyetine kılıf olarak ortaya atması, ardından Türkeş’in suçlamalar karşısında; ‘Bu iddialarını ispat edemeyenlerin dünyanın en alçak ve şerefsizidirler’ şeklindeki karşı tavrı kulislerde yankı bulmuştu. Yine Kahramanmaraş olayları öncesinde ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı ülkücü görüşlü filim sahne alırken, bir anda sinemada patlak veren bomba ile saman alevi misali dalga dalga büyüyen olayların başlamasına şahit oluruz. Dahası zamanın İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in bu olayları daha araştırmadan, incelemeden peşin hükümle aralarında Ökkeş Şendiller’in de bulunduğunu iddia ederek faturayı ülkücülere kesmesi MHP’nin sabrının sınanmasına neden olmuştu. Fakat 12 Eylülden sonrası Ökkeş Şendiller ‘Kahramanmaraş olayları’ isimli eseri ile olayların gerçek yüzünü aydınlatarak tarihe not düşmüştür. Ki; MHP o yıllarda yirmi bini aşkın ülkücünün olayların üstlenmesi için işkence gördüklerini ispatlayan işkence dosyasını hükümete vererek parti binasının önüne siyah çelenk koyarak protesto etmişlerdi. Ecevit’in ikide bir her olayın ardında televizyonlarda kendi tabiriyle faşist dediği ülkücüleri hedef alması ortamı daha da işinden içinden çıkamaz hale getiriyordu. Türkeş’te Ecevit’in tam aksine ülke üzerinde oyanan oyunları bozmak adına birlik beraberliğe çağrı anlamında gönül seferberliği mitingleri düzenlemesi yüreklere su serpiyordu, ama gönül seferberliği çağrısı devletin derin koridorlarında pekte inandırıcı bulunmadı. Çünkü hükümet iktidar olmanın avantajı ile üzerindeki suçlu psikolojisini birtakım manevralarla manüpüle ederek şalvoyu atlatmanın hesabını yapıyordu habire.
Bilindiği gibi, MC hükümeti zamanında Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ve genç müsteşarı Namık Kemal Zeybek ile birlikte kaçakçılığa karşı yürüttükleri başarılı icraatleri göz doldurmuştu, ama pahalıya mal olmuştu. Hakeza Gün Sazak hayatına mal olacak başarılı icraatların neticesinde menfur bir şekilde hunharca katledilmiştir. Ki; Gün Sazak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilkkez kaçakçılığın canına ot tıkayarak adeta sınırda kuş uçurtmayacak kadar mücadele örneği vermiş dürüst bir şahsiyetti. Gün Sazak’ın öldürülmesi ardından Türkeş’in soğukkanlılığı devreye giriyor ve yine o bildik sükûnete davet çağrısıyla çıkması muhtemel olayların önüne set çekmiştir. Ancak Gün Sazak’ın ölümünden sonra gerek otel odalarında gerekse motel odalarında pazarlıklar sonucu milletvekili transfer edilerek MC hükümeti düşürülmüştür. Kelimenin tam anlamıyla hükümet kaçakçılara aman vermeyen Gün Sazak ve ekibi yüzünden düşürülerek tekrar Ecevit’e teslim edilmiştir. Ecevit Hükümeti kabinesinde Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı gibi yolsuzlukları ile tescillenmiş milletvekillerine yer vermesi ta baştan hükümetin ne maksatla kurulduğunu belli etmesine yetti bile. Kurulan hükümette bakanlık görevinde yer alarak, görevini suistimal ederek çıkar sağlayan bu iki bakan iktidarın devrilmesiyle mahkûm edilerek tarihe kara leke olarak geçmiştirler. 12 Eylül öncesi bitmek bilmeyen olayların ardından gelen darbe ise işin tuzu biberi oldu. 11 Eylül öncesine kadar devam eden olayların 12 Eylül’le birlikte bıçaktan kesilir gibi biranda durmasının izahı hala bugün hafızalarımızda silinmedi. Ne oldu da sihirli bir el marifetiyle olaylar hız kesti. Beşyılı aşkın süren meşhur MHP davası ve devrimci fraksiyonları aynı terazinin kefesine koyarak mahkemelerde yargılandılar. O davalardan yargılanıp da daha sonra tekrar milletvekili ve idareci konumuna gelen bir sürü insan var. 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’in Türkeşin beş yıl hapis yattıktan sonra çıktığında hiç birşey olmamış gibi el sıkışmaları düşündürcüdür. Her nedense Türkeş’in kendi tabanını göz ardı ederek laiklik mitingine önderlik etmesi, Abdullah Çatlı ve arkadaşlarına sahip çıkmaması gibi tavır değişiklikleri ülkücü camiada hayal kırıklığına yol açan kırılmalara neden oldu. Demek ki suçlu addettikleri insanlar bugün memleketin kaderi için tehlike teşkil etmiyormuş. Peki, bu durumu bunca can kıyıldıktan sonra anlaşılmış olsa da akan kanların vebali nasıl ödenecek, hiç düşünüldü mü acaba?
12 Eylül sonrası iktidara gelen Özal’la birlikte Türkiye yeni birdöneme girerek dışa açılmayı başarabilmiştir. Bu dönemde dindar insanların çoğalmasından rahatsızlık duyan zinde güçler gerek Özal’ın parti kongresinde konuşurken ansızın kurşuna hedef olması, gerekse 24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu’nun arabasına konan bombanın patlamasıyla Ankara caddelerine dökülen kitlelerin; ‘Mollalar İran’a, Türkiye Laiktir Laik kalacak’ sloganlarına sahne olması, bilerek ya da bilmeyerek Türkiyenin huzuruna kurşun attıklarını farkında bile değillerdi. DGM savcısına bombayı kimler attığını sorduklarında; ‘Onlar bilinmez’ diye cevap vermesi manidardır. Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu ısrarla cinayetin gizli bir el tarafından işlendiğini defalarca söylemesine rağmen dikkate alınmadı. Olaylardan ibret almamanın bedelini Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok gibi insanlarımıza yönelen bombalar ve susmayan silahlardan anlıyoruz. Belli ki Türkiye’nin laiklikten ödün verip aşırı sağ çizgiye kaymasını önlemeye yönelik batılı gizli istihbarat kaynaklı provakatif eylemdi. Tıpkı birzamanlar Atatürk heykellerine saldırılar düzenlenerek Laik Kemalist kesimin bir tehlike karşısında kenetlenip toparlanmasına yönelik büstleri çekiçle kırdırarak ‘yobazlar harekete geçti’ lafını zihinlere kazımaktaki çabalarda gözüktüğü gibidir durum. Bütün bu filimi tekrar tekrar Türkiye’ye sık sık seyretmemize rağmen oyuna düşmekten kurtulamıyoruz. İtalya’daki gibi temiz eller operasyonuna benzer harekete benzer bir güç devreye giripde bağırsaklarımızı bir türlü temizliyemiyoruz. 28 Şubat’ın diğerlerinden tek farkı Batı Çalışma grubu, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Aczimendi, andıçlama vs. gibi unsurları oldukça zengin vitrini ile tasarlanmış postmodern darbe niteliği taşımasıdır. Hep biz bu filmi seyrettik dedittirecek türden olan bu senaryoyu çizenler kadar aktörleri ve kullananları da toplumca tanınmış meşhurlar üzerine kurulu sürecin adıdır 28 Şubat. Topluma yönelik mühendislik planını bağrında taşımasıyla, hatta hala günümüze kadar izleri devam eden en ağır darbe diyebiliriz. Çünkü 28 Şubata direnenleri silindir gibi ezdiler, yalakalığını yapanlarıda rezil rüsvay eden bir toplumsal sancı doğuran özelliği ile siviller üzerinden gerçekleşmiş bir darbedir. Olay öncesi birtakım kültürel etkinlikler bahane edilerek daha önceden pişirilip boza haline getirilerek Sivas’ta Madımak otelinde yakılarak can vermesi, Susurluk’ta kamyon kazasıyla ortaya çıkan, birbirinden farklı fikre sahip aralarında Abdullah Çatlı ve bir milletvekilinin de bulunduğu arabada çıkan silahların varlığını görmezden gelip faso fiso diyen hükümetin bariz hatalarını da eklersek, Laiklik -gericilik eksenli provokasyonların sonucunda İmam Hatiplerin önünün kesilmesi, iktidarın düşürülmesi gerçekleşebilmiştir. Bunca kıyıma rağmen 28 Şubat’ın mazlumları bugün ülke yönetimin başında. Bu ne perhiz bu ne lahana demezler mi adama, nasıl izah edilebilir ki bu olay.
Türkiye ekonomik krizin ardından işbaşına gelen Tayyip Erdoğan hükümetiyle krizin yaralarını sarmış, Avrupa Birliğine giden yolda önemli adımlar atılmışken, tam rahat nefes almayı gerçekleştirme noktasında iken Danıştaya yönelik girişilen eylemle yeniden birilerinin düğmeye bastığını bizlere hatırlattı. Danıştay eylemini ters yüz gösterip irtica hareketi olarak takdim etmeye başladılar, ama hevesleri kursaklarında kalacak gelişmelerin aydınlattığı ilk gelen bilgilerden devlet içinde ya da dışında çöreklenmiş Ergenekoncu çetelerin varlığının tespiti, yeniden provokasyonların bitmeyeceğini gösterdi bizlere. Bu arada Şemdinli olayının örtbas edilerek savcının askerle bağlantılı noktalara değinmesinin ardından görevinden açığı alınması ümidimizi söndüren gelişmeler olarak kayda geçti. Kendini devlet yerine koyarak fütursuzca gözünü kırpmadan eylem yapma yetkisi görenler maalesef yarınlarımızı karartıyorlar. Enson Danıştaya girişilen hunharca saldırının asıl amacı cumhurbaşkanının mevcut hükümet tarafından seçilmesine önlemeye yönelik aynı zamanda hükümeti düşürmeye yönelik bir eylem olduğu gayet açık. Tarih bunu olayla ilgi elde edilen bilgilerle böyle yazacak, bu böyle biline. Aklın yolu bir çünkü. Maalesef Türkiye’de her şey normal seyrinde devam etmiyor, hep birileri aydınlığa taşıyor, birileride takoz görevi yaparak yolumuza devam ediyoruz. Bakalım böyle giderse nereye varacağız.
Velhasıl; kominist, ülkücü ve milli görüşçü diye suçladıkları insanlar Türkiye’yi yönetiyor, o halde ülkeyi yönetmek için illada düşman ilan edilmek mi gerek.
Yazan:Tarik Tarih: Tem 10, 2009 | Reply
Burada asıl konu değil de ne zamandır anlamaya (öğrenmeye)çalışıyorum.
Nurcu hareketin ırkçı-faşist çevrelerle dirsek teması nereden ileri gelir? Bekir Çelenk örneğin, Nur hareketinde çok etkin birisi diğer yandan Milliyetçiler Derneği gibi oluşumlarda atsızcı faşistlere yoldaşlık yapıyor. Aynı şekilde “okuyucuların” ilk nurcu gazetesi olduğu söylenen “İttihat”ta yine bu isimle birlikte kafatasçı gruptan Altan Deliorman gibi yöneticileri görüyoruz. Diğer yandan Gülen hareketinin 12 eylül öncesi “komünizmle mücadele dernekleri” tecrübesi, Türk Ocakları’nda örgütlenme, “Nihal Atsız türk dünyası ödülü” gibi bu sitede zannediyorum, adı övgüden çok sövgü olarak anılacak, en meşhurlarından bir türk kafatasçısı adına alınan-verilen ödüller..
Ben Said-i Nursi’yi pek tanımıyorum. Burada da aktarılan bazı yazılardan demokrat, milliyetçilik karşıtı; faşistlerin hocası Atsız’ın sövgü olarak kullandığı arkaik bir tabirle söylersek “beynelminelci” bir din alimi olduğunu tahmin ediyorum.
Acaba bu yanlış bir izlenim mi?
Değilse; Nur talebelerinin Nihal Atsız talebeleriyle işi neydi?
Yazan:durhat Tarih: Tem 10, 2009 | Reply
Bence işler hiç de karışık değil,dönen dolaplar ayan beyan ortada da,birileri hem kafaları hem de ortalığı karıştırmanın peşinde.
Yukarıdaki derin(!)analize göre Silivridekiler solcu ve devrimci;CHP,sosyal demokrat bir parti,AKP ve Gülen cemaati de Ergnekoncu/darbeci!
Vay be ne tahlil ama,ne kadar da inandırıcı dii mi?
Ergenekonun “avukatıyım” diye yırtınan Baykal ve partisi değildir canım,zaten böyle bir laf ettiği duyulmuş mudur hiç.Allah iftiradan saklasın:))
Yargının sivilleşmesi kararını Anayasaya telaş ve panik içinde götüren de CHP değildir zaten.Bunu ne gören oldu ne de duyan…sadece çekemeyenlerin uydurmasıdır muhtemelen.
CHP hakkında en ufak yanlış bir şey söyleyen çok ayıp etmiş olur,böyle nadide bir “sosyal demokrat” partiye iftira etmek olur mu?…yakışık almaz bir kere.
Hem zaten ergenekon diye bir örgüt de yok,olsa da üyeleri Nur Cemaatinden falandır.
Hani biraz daha gaza gelinse;araziye,oraya buraya gömülen mühimmat,ortaya çıkan darbe plan ve günlükleri,gece yarısı mıhtıraları vs de Gülencilerden sorulacak.
Biz de maşallah bir güzel yiyip yutacağız bu derin analizleri.
Bir parça dürüstlük yahu!
Hadi dürüstlük denen şey semtinize uğramaz,insan kendisini bu kadar komik duruma düşürür mü?
Bilmem,”ilginç”olanın ne olduğu yeterince anlaşılmış oldu mu?Tabi anlayana sivrisinek,anlmayana ise ne davul,ne zurna ne saz,ne de caz….