Faşizm her yerde, sen neredesin ?
By Mehmet Yılmaz on Tem 13, 2009 in Başörtüsü Yasağı, CHP, Kemalizm, Yobaz Laikler
Bugün 13 temmuz 2009, Pazartesi. Yobaz laiklik iyi günler diler.
“CHP faşist bir partidir” dediğimiz zaman CHPli okurlarımız “faşist senin babandır” gibi zekice(!) cevaplar veriyorlar. Bildirelim, faşist kelimesi bir küfür değildir, hatta CHP camiasında bir iltifat olarak bile kullanılabilir: “Tanırım, Deniz Bey çok iyi bir faşisttir, Atam başımızdan eksik etmesin, kızımı bir faşistle evlendirmek istiyorum, ne mutlu ‘faşistim’ diyene!…” . 1930’dan sonraki takvim yapraklarını yırtmış CHPlilere hatırlatırım. Faşizm bir rejimdir. Nazi Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı faşist ülkelerdi.
“Türkiye faşist olur mu?” isimli yazımızda ayrıntılı biçimde anlattığımız gibi faşizmin merkezi Putsal Devlettir. Devlet herşeyin üstündedir. Halk için neyin iyi, neyin kötü olduğuna da devlet karar verir. Devlet kendi iç ve dış düşman tarifini yine kendisi yapar. Kürtler, Ermeniler, başörtülü kızlar “bölücü, şeriatçı vb” etiketlenip tehdit oluşturulur ve sonra bu gruplara eziyet edilir. Faşizmin benzinidir, yakıtıdır bu ötekileştirme, iç ve dış mihraklar edebiyatı.
Değerli yazarımız Özlem Hanım’ın derlediği bu makbul olmayan vatandaşların(!) yaşadıklarını kendi kalemlerinden aktaran 3 insan “hikâyesi” sunuyoruz sizlere. Faşizm burada, siz neredesiniz?
1-Gülsüm …(62)
Ben iç anadolu dan bir kadınım.Bizim zamanımızda kız çocuklarının okutulmasının
en azından bizim oralarda bahsi bile olmazdı.Ben evlendiğimde çocuklarımı
okutmayı çok istedim.Büyük kızım Rukiye de okumayı çok seven ve isteyen birisi
olmasına rağmen o zaman sağ-sol davaları liselere kadar inmişti.Koruyamayız
korkusuyla onu okutamadık. Daha sonra iki kardeşini birini lise birini
üniversiteye kadar okuttuk.
Garip olan şu ki içinde okuma arzusu olan bu kızım üstüne hayallerini yüklediği
kızını şu anda okutamıyor.
Önceki sene torunum İzmir İlahiyatı kazandı. Hemen yanımıza alıp,annesine olan
borcumuzu kızına sahip çıkarak biraz olsun ödemek,daha doğrusu kendimizi
rahatlatmak istedik. Torunum (ailesi Bor’da oturuyor.)İzmir’e geldi.Daha
kayıtlarda başı açık fotoğraf istenmesi yüzünden bir sürü problem yaşadı.
Günlerce üzülüp ağladı.Zaten Ö.S.S ye girerken epey uğraşmışlar. Bilgisayardan
mı ne çıkartmışlar,yani epey zor olmuş,sınav salonunda ya başını aç ya çık
demişler,açmamış çıkmamışta nasıl olduysa sınavı kazanmış.”Sınavımın iptal
edilmesi sözkonusu olabilir” demişti.Neyse uzatmayayım,gene o resimlerden
verdi,kayıt yaptırdı.
Okullar açıldı kızım her gün okula gidiyor,bir saat sonra geri geliyor,odasına
kapanıp ağlıyor.İki -üç hafta sonra arada bir gitmeye başladı.”Kızım ne oldu”
diye sormaya korkar oldum.Bir gün bana dedi ki “Ananne bana hoş geldin deme hiç
hoş gelmiyorum ve çok ağırıma gidiyor.”Aslında kızım tek bir şeye de
ağlamıyordu. Okula gidiyor “burası ilahiyat.ben burada damı örtü sorunu
yaşayacağım”diyor ona ağlıyor bir de yasağa karşı belki de en fazla direnenlerin
olması gereken yerde herkes sanki yasaktan etkilenmemişçesine daha okulun
kapısına bile gelmeden başını açıyor,bazıları makyaj yapıyor, hocaları da
alışmış bu duruma deyip ağlıyordu. Onca hevese rağmen kızım birkaç sefer kayıt
için,iki sefer de kantine kadar okula girmek suretiyle üç ay yanımızda
kaldı,sonra çekip gitti.
Bu arada bize ödenememiş bir evlat borcu,biz nerede yaşıyoruz? Sorusu bir de hem
dedesinde hem de bende sinir ve sıkıntıdan dolayı midemizde ülser bıraktı. İşte
evladım başörtüsü yasağının yarasını yüreğimle birlikte midemde de taşıyorum.
2-2000 YILININ ORTALARINDA BİR TANIDIĞIMIZI ZİYARET ETMEK İÇİN KIZKARDEŞLERİMLE BERABER ÜÇ KUYULARDAKİ ASKERİ HAVA HASTANESİNE GİTMİŞTİK. Ziyaretine gittiğimiz hanımın kocası bizi götürmüştü kendi arabasıyla. Kendisi de emekli subaydı. Kontrol noktasına vardığımız zaman oradaki asker bizi durdurup, yanımızdaki beyi çağırdı. Bize bakarak bir şeyler söyledi. Biz ne söylediğini anlamıştık. Bizim kıyafetimizin buraya uygun olmadığını bu şekilde giremeyeceğimizi pardeömüzü çıkarıp,başörtümüzü önden bağlayarak girebileceğimizi söylemiş. Arabanın içinde örtümüzü bağlayıp, pardesömüzü çıkarıp,öyle hastaneye girdik. Fakat sonradan çok pişman oldum girdiğime. Keşke kapıdan dönüp, protesto etseydim.
3-
İş hayatında tesettürlü olarak çalışmanın zorluklarıyla defalarca karşılaştım;beni oldukça üzen bazı olayları paylaşmak isterim.Av. olarak görev yaptığım Bornova adliyesinde Baro odasında bilgisayar çıktısı alırken bir erkek ve bir bayan av.tarafından sert bir tavırla ayrı bir odaya çekildim,bu şekilde adliyede dolaşamayacağıma dair uyarıldım,kendilerine mahkeme salonunda olmadığımı hukuki dayanaklarını sorduğumda odaya katılan diğer av. ile birlikte aşağılar tavırlarla seni bu şekilde adliyede bir daha görmeyelim ülke sizin yüzünüzden bu hale geldi diyerek polemiklere girmeye başladılar…..olaydan iki hafta sonra Karşıyaka adliyesinde fotokopi çektirmek için baro odasına girdiğimde aynı bayan av.beni karın bölgemden eliyle ittirerek adliyede örtülü olamazsın koridorda lavaboya kadar dahi testtürle gezemezsin çık dşarı bu şekilde mesleğini yapamazsın adliye kapısında açmak zor geliyorsa evinden açar gelirsin diyerek tahkir ve tahrik edici tavırlarala bağırmaya başladı.Ortamdaki 13-14 kadar av. olaya kayıtsız kalırken iki defa fot.çekmesi için fotokopiciye uzattığım evrağı fotokopicinin elinden sertce çekerek çekmeyeceksin diye onu azarlarken bana da hakkında tutanak tutacağım çık adliyeden diyerek bağırdı ve bir av.ve fotokopicinin imzasıyla hakkımda henüz işleme koymadığı(ve aleyhine olacağını bildiğinden de işleme koyamayacağı) hiç bir hukuki dayanağı olmayan tutanak düzenletti……..yaşadığım bu olayların stresiyle 4 aydır tesettürlü olarak yanında çalıştığım bayan av.ya açık gelirsin yada sen bilirsin diyerek işi bırakmama sebep oldu…Allah(c.c.)hakkımızda hayırlısını eylesin .
Başarılar dilerim
4- Ben ilk olarak başörtüsü sorunuyla orta okuldan sonra tanıştım.LGS sınavlarına girip Anadolu imam hatip lisesi’ni kazandım.Hazırlık okumaya başladığım gün “başörtünüzü açın”dediler.O arada düz İHL’de yasak olmadığı için kazandığım Anadolu hakkımdan vazgeçmek zorunda kaldım.Lise 1 boyunca kötü muamelelere direnerek okudum.Lise 2’de Milli Güvenlik dersinde,mili güvenliği tehdit ettiğim için(!)(tabi okul yönetimine göre)derse alınmadım.O dönem bütün cezaları aldım.Gün aşırı disipline gittim.Öğretmenler her zamanki asık suratlarıyla “kızım bizi ne diye uğraştırıyorsun.Açın sizde kurtulun bizde her gün bu stresten sıkıldık”diyorlardı.MilliGüvenlik dersine giremediğimiz için10 günlük devamsızlık süresi doluyordu.Mecburen okuldan ayrıldım.Babamla birlikte Türkiye’nin her köşesini araştırdık.Sonunda Manisanın demirci ilçesindeki okula kayıt yaptırdık.Lise 2’yi orada okudum.Hayat standartlarına ayak uyduramadığım için ertesi yıl aynı okuluma geri döndüm.İzmir İHL Müdürü beni kabul etmek istemedi.”Yine sorun çıkarmaya mı geldin” dedi.Avukatımla gidince beni istemeye istemeye kayıt etti.Lise 3’e yine bütün cezaları alarak devam ediyordum.Bu arada uzaklaştırma cezasını da almıştık.Okuldan mezun olmama 2 ay kalmıştı.Biz artık bu okuldan mezun oluruz diye düşünürken.Yine bir ders ortasında beni ve okulda başı kapalı okuyan 4 arkadaşımı çağırdılar.Biz yine rutin cezalardan birini alıp derse döneceğiz düşüncesiyle müdür yardımcısının odasına çıktık.O anda ellerimize tasdik belgesini verdiler.Hepimiz şok olmuştuk.Mezun olmamıza 2 ay kalmıştı,ama okuldan atılmıştık.Bize her kürsüye çıkışında ayetlerden örnekler veren müdür ve kuruldaki hocalarımızda bizim okuldan atılmamız için ellerinden geleni yapmışlardı.Müdürümüzü ve yanında ona destek olan öğretmenlerimizi o hassas tartının önümüze koyulduğu günde hesap sormak üzere Allaha havale edip okuldan arkadaşlarımızın gözyaşları arasında ayrıldık.Artık önümüzde 1 kaç gün kalmıştı.Eğer yeni bir okul bulup kayıt yaptırmazsak devamsızlıktan o seneyi yeniden okumak zorunda kalacaktık.Yine Türkiye’yi araştırmaya çıktık.Bu sefer durağımız Nevşehir İHL olmuştu.İHL Müdürü her türlü baskıya rağmen beni kaydetti.Rahman onu en sevdikleri arasına alsın.Maddi manevi zenginlik nasip etsin.İki dünyada da mutlulugu huzuru en güzel şekilde yaşasın inşallah.O yüce gönüllü insan benim liseden mezun olmama vesile oldu.Fakat önüme bu seferde üniversite engeli çıktı.Yök başörtülü resmimle yaptığım başvurumu geri çevirdi.İnanıyorum ve inandığım gibi yaşamak istiyorum.Bildiğim bir gerçek varki;bizden öncekilerin yaşadığı acıları yaşamadan ucuz bir şekilde cennete giremeyeceğiz.İnanıyorsak en güçlü biziz diyoruz.Biz Rahmana,en güçlü ve en sevdiğimize dayandık.Müslümansak işittik ve iman ettik dediysek bedelini ödemeye gönülden razı olmak zorundayız.Yürekte sancı olan,yer ve gök bir olupta hesaba çekildiğimiz gün en azından bu emri yerine getirmenin verdiği hazzı yaşamak istiyorum.Ben Rahmanın sevgisini ve onun desteğini istiyorum.Bir saat sonra başına ne geleceği belli olmayan zayıf bir varlık olan bir insana dayanıp onun tehditleriyle onursuzca bir yaşam sürmek istemiyorum.Ey Rabbim!Yüzlerin karardığı günde yüzü aydınlık olan önünde başı dik,sağlam adımlarla sana yaklaşan kullarından olmamızı nasip et.Dini için dünyalık zevklerine ve isteklerine hayır diyebilen tüm Müslümanlara en içten saygılarımla…
Sumeyye…
30 Yorum
Yazan:Mehmet Öz Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
şimdi ben de camiiye başı açık giremeyen ya da başı kapalı olsa da en öne oturmak istediğinde geri çevrilen ve üzütüden saçları ağaran bayanlarımızı yazacağım ama muhtemelen yorumu sileceğiniz için boşa gidecek
Yazan:eg Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
kendisini çekiştiren, ittiren o avukata okkalı bir tokat atamamış mı? doğrusu bu sabra hayran kaldım. ben olsam bırak tokatı, öyle şeyler yapardım ki o iki tacizci avukata, bir daha beni gördüklerinde yollarını değiştirirlerdi.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Mehmet bey,
Bu saçı üzüntüden ağaran bayanlarımızın camiye başı açık girme ve en önde yer tutma sevdasının kaynağı nedir anlayamadım? En ön saf protokole mi ayrılıyor?
Yazan:cb Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Üzüntüden saçı ağaran kadınlar, vah vah helak oldum hatırlatın bir ara bu camiiye baş açıp giremediği için ve arka saflarda mağdur kaldığı için hayatı kararan kadınlar için imza kampanyası düzenleyelim,bildiri yayımlayalım,hatta duyguyu verebilecek güçlü metinler kaleme alalım.Gazete ve televizyonlara haber verelim,manşetten girsinler.İnsan alternatif görüşle çıkar çıkar da böyle saçmalayıp kendini bu duruma düşürmez.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
laik insanların ilginç bir tepkileri var. zorbalık yapılması zorlarına gitmiyor, pek de farketmiyorlar zihinsel kodların arkaplan kardeşliğinden olsa gerek; zorbalığın ifşasına yönelik yapılanlara agresif bir defans geliştiriyorlar; mümkünse çift dalıyorlar, topsuz alanda faulden tutun da bilimum kuralsızlığı deniyorlar…
acaba diyorum, şu elitist hiyerarşik ilişkiyi içselleştirmiş olmalarından mı ileri gelir bu: ” efendiye laf söyletmen…saabısının sesi…öyle olSAydı siz de şöyle yapacaktınız hezeyanları: se sa ları…”
şu tavanarası kölesine nezaman kaçalım deseniz, korkuyla bakıp gözlerinize efendinin dizkapaklarına yapışır, sanki canını istediniz…nedirki kaybedeceği?
yarın sabah efendisine : ” hastamıyız? başımız mı ağırıyor? keyifsiziz bugün sanırım! …vıdı vıdı vıdı…” demezse boşluğa düşerim sanıyor herhalde.
mehmet öz’e tıklayınca demokratlar çıkıyor karşınıza, oradan aklıma geldi…niyeyse?
Yazan:Mehmet Öz Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
neden tepki gösteriyorsunuz anlamıyorum. türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmesini destekleyen ben, kadınlarımızın camiye başı acık girmesi için de imza kampanyası öneriyorum evet.bunun için ucu faşizme kacan tepkilere gerek yok ki
Yazan:Mehmet Öz Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
cb: kastettiğim protokole gitmesi değil, bir müslüman bayanın camiinin arkasında perdenin gerisinde değil, en önde namaz kılabilmesi.
aynı şekilde, erkeklerin de dize kadar kapanarak yani erkek tesettürüne girerek değil örneğin şortla devletin maaşını ödediği imamın önderliğindeki ve başbakanlığa bağlı olan vakıfların yönetimindeki camiilere girebilmesi.
bunun yolu açık mı türkiyede? hayır değil
rh=demokratlarla ne kastettiniz anlayamadım? ya da neyi ima ettiğinizi?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Mehmet bey,
Tabi imza kampanyası düzenleyebilirsiniz. Ben de “süper ligde oynayamayan saçları ağaran kadınlar” hakkında imza kampanyası düzenliyorum. Şimdiye kadar imza alamasam da, bu şekilde kendimin ne kadar demokrat, kadın hakları savunucusu ve başkalarının da ne kadar faşist ve ataerkil kafa yapısında olduğunu ispat edip tatmin buluyorum.
İnsan faşist olunca bunu kabullenmesi kolay olmuyor. O zaman şu da serbest olsun, bu da serbest olsun… diye kıvırmaya başlıyor. Biz bu dansözleri ilk kalça hareketinden hemen tanıyoruz. Çamurluk yapmayın, biraz dürüst olun.
Yazan:Mehmet Öz Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
ben size faşist demedim ki. çamurluk yapmak gibi ağır ifadeler de kullanmadım. bunları bana diyen sizsiniz. sadece böyle bir öneri getirince sürü sepet ağır ifadelerle üzerime çullanmanızı yadırgadıgımı belirttim.
şimdi de yadırgıyorum.böyle özgürlükçülük olmaz
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Rüştü bey,
Merak işte,ben de boş bulunup tıkladım.Lakin tıklamamla kapatmam bir oldu.Karşıma çıkan siteyi daha önce bildiğimden “amman ben almayayım”diyerek uzaklaştım.CHP kuyrukçuluğu yaparak soyalist geçinen bir site…Bir ara birkaç yorumla da katılmışlığım var.Ama baktım hepsi aynı telden çalıyor apar topar terkettim.
Size tavsiyem hiç bulaşmayın.Ama komedi niyetine girecekseniz bir şey diyemem.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Mehmet bey,
Çamurluk şu anlama geliyor:
Burada başörtüsü sorunuyla ilgili bir yazının altına bu konudaki fikrinizi yazmak yerine “şimdi ben de camiye açık giremeyen bayanlardan…” diye alışıldık kıyaslardan bir tanesini sözde kadınların ilk safta namaz kılması çok da umurunuzdaymış gibi yazıp, sonra da buna tepki gösterilmesini “ucu faşizme dokunan tepkiler” şeklinde dile getirmeniz anlamına geliyor. Ve birden üzerinize çullanılan masum kedi rolüne bürünmeniz anlamına geliyor.
Kadınların ön safta namaz kılıp kılamayacağı teolojik bir konudur, muhatabı da Diyanet İşleri Bakanlığıdır. Din’in dogmaları vardır ve ona iman edenler için kuralları. Bunları herkes kafasına göre değiştiremez. Ben de amuda kalkarak namaz kılmak istiyorum, hem günde 5 vakit olmasın, 1 vakit yeter diyemez. Kadınların ön safta namaz kılmaları, bir özgürlük meselesi değildir, bir fıkıh meselesidir. Tabi bütün bunlar o dine iman edenleri bağlar, ve ibadet mekanı olan bir yere girmenin kurallarını da mekanın sahipleri karar verir. Camiye turistik ziyaret için giren inanmayan kadınların baş örtmesi bir fıkıh kuralı değil, bildiğim kadarıyla Diyanet’in belirlediği bir kuraldır. Bunu değiştirmek için girişimde bulunabilirsiniz.
Tabi biz, bütün bu hayali “imza kampanyanız”ın ne amaçla dile getirildiğinin farkındayız. Açıkça ifade edin de karın ağrısı çektirmeyin insana.
Yazan:cb Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
(mehmet öz)
tepki mi?
:))
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
“bu kafa” olarak tanımlanabilecek bu çarpık zihniyetin belirli etiket cevaplarla endoktrine edilip proseslenmiş kalıplarının dışında bir dünyanın varlığını kabulünü bırakın algılamaları mümkün değildir.
burada şahıs isimlerinin hiçbir önemi yoktur. çünkü onları prosesleyen, kalıplayan otoritenin onların şahsiyetlerine yönelik zerrece bir saygısı olmadığı için totaliter bir kollektivizm içinde şahsiyetlerini yok etmek suretiyle onları “emir kulu” haline getirmiştir. dolayısıyla bu zavvallı kardeşlerimizin, kalıp kollektivite dışında olmakta olanı algılaması ya düşman telakkisi içinde veyahut yok sayarak mümkündür. çünkü, var kabul etmesi durumunda kendisini kendisine izah etmesi mümkün olmayacak; kendisine soracağı ilk soru: “ben kimim?” e bile cevap üretemeyecektir. en iyisi konformizme yaslanıp; kafasını temiz tutmasını borçlu olduğu klanına ve ideolojisine sığınacaktır:
“…Nazi sloganı olan “ein Volk, ein Reich, ein Führer”, herhalde totaliter toplum mühendisliğinin temel ilkesi olarak alınmalı: tek halk, tek devlet, tek lider. Totalitarizmin öngördüğü siyasal sistemin yapılanması,birey ve toplumla olan ilişkileri, haklar ve özgürlükler…hep bu ilke doğrultusunda düzenlenip tayin edilir…”
şimdi “bu kafa” olarak proseslenmiş kardeşlerimizin müslümanları anlayamamalarının kökü de bu tektipe uyduramamalarındandır. bu zavvallı firuzeler, köyün en son çitinden sonra dünyanın bittiğine inandırıldıkları için, çitin dışından gelen müslümanlardan ve özellikle bu kimliğin mücessem hali müslüman kadından fazlasıyla korkmaktadırlar ki bundan başkasını yapmaları mümkün değil çünkü korku ve refleksler de malesef kalıplanmış ve ne yüklenmişse o.
benim şahsi istirhamım, bu sitede gözlemlediğim çok değerli ve hakikaten olgun fikirleriyle türkiye standartlarının çok üzrinde paylaşım gerçekleştiren ” derin düşünce ” insanlarının, “bu kafa” olarak proseslenmiş bu kardeşlerimizden hoşgörülerini esirgemeyip onlara yardımcı olmalarıdır.
düne kadar dolabında MKA’nın fotoğrafını asmış, lider kültünün ve bu totaliter endoktrinasyonun kurbanı bir zavallıyken, kuranla tanışıp hiç değilse kalıp cevaplar yerine kendimce de olsa sorular sorabilmeyi öğrenebildiğim için rabbime hamdediyorum ve bu süreci aşmam için bana haddinden fazla tahammül gösteren müslümanlardan rabbim razı olsun.
şunun mutlaka bilinmesini istiyorum; buraya küfretmeye dahi olsa gelip tepki verenler, dindiremedikleri acılarının müsebbibini aramaktadırlar ve artık yolculukları başlamış uykudan kalkıp duymaya başlamışlardır; onlar kim olduklarını arıyorlar, lütfen onlara yardımcı olun.
Yazan:beytullah emrah Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
başörtüsü yasağı sadece devlet eliyle uygulanmıyor, anlatılan yazılar bu hususa işaret etmeleri bağlamında çok çarpıcı. imam-hatip’te görev yapan biri olarak sümeyye hanımın hikayesi benim için en yaralayıcısı oldu. maalesef bu ve diğer okullarda “adalet ve vicdan” gibi kavramlar hayat şansı pek bulamıyor. özellikle imam-hatiplerde korkaklıktan kaynaklanan çok büyük hatalar yapılıyor, oysa ki devletten çok Allah’tan korkmanın öğretilmesi gereken kurumlar bunlar! uğradıkları haksızlık ve ayrımcılık, ister istemez içeride çürümeye yüz tutan hallerin de üstünü örtüyor, böylelikle ciddi ve önemli bir potansiyel heba ediliyor.
devlet eliyle yürütülen yasak zaman içinde laik yobazlığın da dayanağı oluyor. kışla tipi zihniyet giderek kışlanın dışına taşıyor, her yeri kışlalaştırma eğilimi ağırlık kazanıyor. faşizm de böyle bir şey olsa gerek.
düşünün ki başörtülü olarak girilemeyen yerlerin sayısı artarken, gösterilen tepki azalıyor. yasağın son dönemde yoksayılmak istenmesinde sanırım ak parti sürecinin de ciddi etkisi var. “aman gerilim olmasın” ya da “ihtiyat, tedbir, konjonktür” falan filan derken ak partili olup da bir yerlerde makam ve mevki edinenler de yasakçılık yapmaya başladı. “bizimkiler başta” mantığı ile bu zulme ciddi bir tepki de gösterilmiyor maalesef.
mesela bir şehrin dini hassasiyetleri meşhur milli eğitim müdürü, resmi törenlerde başörtülü var mı yok mu diye kontrole çıkıyor, askeri bürokrasi teşrif etmeden önce. cumhuriyet ya da gönül köprüsü gibi projelerde geziye gönderilecek öğrencilerin başörtülü olmamasına özen gösteriyor!
üstelik bu tipik bir örnek, düşünün bunlardan binlercesi var! yani yasakçı laik yobaz zihniyete bir de korkak muhafazakar zihniyet ekleniyor… bu ciddi bir ifsad ve ahlaki çürümüşlük, yozlaşma!
yasak halen çok ağır bedeller ödetiyor. acılar çok taze ve her geçen gün yaralar ağırlaşıyor. üstelik kemalist zorbalık her geçen gün yeni biçimlerde tezahür ediyor.
düşünün ki annesi çarşaflı diye bakılmayan bir kız komaya girdi geçen ay. bir başkası mahkemeden kovuldu hakime tarafından. izmir’de kapıcı yönetmeliğine başörtüsü yasağı girdi. istanbul’da tenis kortuna sokulmadı bir kadın.
ve sorun küreselleşiyor.
almanya’da tesettürlü olduğu için kendisine hakaret eden neo-naziyi şikayet eden merve şirbini mahkeme salonunda polisin gözü önünde üç aylık hamileyken öldürüldü.
amerika’da başka bir neo-nazi saldırısında başörtülü kadına bıçak çekildi!
başörtüsü karşıtlığı küresel bir salgına dönüşürken, bu noktada “başörtüsüne özgürlük” demek dünyanın her yerinde artık her türlü zulme, baskıya, ayrımcılığa, haksızlığa, yozlaşmaya, ötekileştirmeye hayır demek oluyor, olmalıdır!
Yazan:Mustafa Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
CHP fasist midir ? Fasist devletlerin bir önemli ilham kaynagi FRansiz Ihtilalinin yakobenler hareketidir. Ve Robbespiere diktatörlügü. Atanin ve cevresinin en cok okuduklari iste bu “devrimler” ve bunlari sonradan izleyen cesitli fransiz siyasi hareketler. Alman nazi hareketinden italyan fasist hareketlerden kopyadiklari seyler olmustur. Hatta Sovjetlerden.
Burda CHPnin “pragmatik” olduguna inaniyorum. Gercek felsefik alt yapisi yoktur. Taklide dayanir. Onun icin hircindir. Dogmatikdir.
Pekii nicin CHP böyledir nicin gelisemedi? T
Benim acizane anladigim savas kaybedip kurulan yeni rejimlerin galib devletler tarafindan dizayn edildigidir ve kendi menfaatleri uyan bir yeni rejimim bekasi icin mekanizmalarin kurulmasi. Türkiye demokrasiye gecse idi bu sistem kalamayacakti. Peki Türkiye nicin Kemalizm ve Orduya teslim edildi? Nicin tarihin en büyük kültür kiyamina ugradik? Sovjetler ve Cin en azindan dile saygi gösterdiler. Biz onu bile yapmadik.
Osmanilin geri dönüs ihtimali, hilafet, Türklerin müslümanligi, büyük kültürel miras, … … bunlarin hepsi ya yok edilmali veya iflah olamayacak sekile getirilmeli idi. Bizim halk tarihine yabancilasti artik ne Osmanli canlanabilir nede dini yönden ihya olunur nede büyük medeniyet kurabiliriz. Benligimize öyle derin asagilik kompleksi var ki…ve dilimizde dumura ugradi okumaktan zevk alamiyoruz. Okuyanda pek yoktur. Artik demokrasiye bile gecse Türkiye anglo sakson dünyanin menfaatlerine ters düsmiyecekleri anlasilan fark edildiki. Kemalizme ve Ergenekona falan Ordunun siyasete soyunmasi falan gerek yoktur.
Yazan:özlem Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Beytullah Bey hangi şehrin hangi valisi ise bence bu konumdaki insanlar deşifre olmalı, tepki mail ve mektupları yazılmalı. Geçen haftalarda marmara üniversitesinin bir muamelesini yazmıştım bir anneye. Yazdığı maile oldukça olumlu bir yanit almış ve bu meselenin düzeltileceği yönünde kendisine söz verilmiş. Tabi ne kadar uygulamaya geçer, ögrencilerin yine de başıörtülü okuyamayacağı meselesini değiştirmez ama bu da bir şeydir. Çünkü her ne kadar iktidarın bu konuda cesaretsiz adımları can sıkıcı olsa da, aceleye getirilmiş bir yasa ile şimdilik eli ayağı bağlanmış olsua da devir yine de Necdet Sezer-ecevit vs. devri değil. Bu iktidar nezdinde başörtülü ile uğraşmak prim yapmıyor. Bunu değerlendirmek lazım. Çapa’daki olayla ilgili olarak da bildiğim kadarı ile bir soruşturma açıldı. yeter ki biz bunların sessiz sedasız geçiştirilmesine izin vermiyelim.
Rüştü bey aşağıdaki cümleleri yazmış kendisine kısmen katılıyorum. Bazen kavga etmek bir arayışın, bir çeşit iletişim çabasının ürünüdür. Bazen ise sadece kavga etmeyi istemek anlamına gelir:) Elbette sabretmek en güzel şekilde cevap vermek bize düşer. Asr suresi de böyle tavsiye ediyor zaten. Ama bazı mailler bazı tartışma çabaları baştan sona riyakarlık kokuyor. İnsanların bir ömrü böyle kişiler için heba etmesini de beklemeyiz.Dürüstlük yoksa yazılanlarda böyle mailleri belki görmemek en iyisi. Eğer kişi kibir içinde yazıyorsa orada da mütevazilik bence uygun bir tercih değil. bazı insanlar var ki baştan aşağı sizi aşağılayarak değerlerinizle alay ederek yazıyorlar. Burada kullandığınız mütevazilik maalesef efendi karşısındaki bükük boyunlu köle tavrı ile benzer bir görüntü veriyor. Onun ötesinde kendi adıma tartışmaya varım. Ama dürüstlük ve karşılıklı nezaket çerçevesinde. Bu iyi niyetli yorum ve hatırlatmanız için teşekkür ederim.
Aşağıdaki ayetlerin sırrına erenlerden olmuşsunuz ne mutlu size.
Ey mutmain olmuş nefis. Rabbinden razı olmuş ve rabbini razı etmiş olarak O’na dön. İyi kullarım arasına gir. Cenntime gir.(Fecr 27-30)
Yazan:Mehmet Öz Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
valla Aziz Bey CHP kuyrukçusu dediğiniz sitede
onlarca CHP karşıtı yorum yazdım hepsi de yayınlandı. sizin sitenizde ise hiçbir hakaret içermeyen onlarca yorumum silindi.
aranızdaki en büyük fark: farklı fikirlere tahammül
Yazan:alperen Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
LİDERLİK SULTASI VE YANILMAZ SULTALAR
ALPEREN GÜRBÜZER Sulta zihniyet ortaçağ ürünüdür. İlim adamlarını engizisyona mahkûm eden anlayış, hep o, “yanılmaz otoriter”lerin eseridir. Ne zaman ki, batı kilise sultasından ve siyasetinden kurtuldu, o zaman gelişmenin merkezi olabildi ancak. Ortaçağda özgürlük denilen kavram sadece kilise sultasına aitti. Dolayısıyla Sultalık, çağımızın gidişine en büyük engel maraz bir hastalık olup tek ölçüleri vehim ve egolarıdır. Kendi düşüncesini tek hakikat sanıp, insanların düşüncelerini “hiç” kabul eden kafanın ürünüdür sultalık. Batı “ortaçağ kafası” yaftasını işitince, hemen engizisyon papazlarını hatırlar. Kilise o yıllarda sultalık görevi yaparak ilmi zindana gömmüştü. Çünkü giyotin, insanın başını gövdesinden ayıran kıyma makinası şeklinde işlettirildi sürekli.
Ortaçağ kafası sözü batı için ne kadar doğruysa, bizim içinde o kadar yanlıştır. Oğuz Han mı? Kanuni mi? İmam-ı Azam mı? Farabi mi? Fatih mi? Hangisi ortaçağ zihniyeti acaba? Elbette hiçbiri. Fatih karanlığa gömülü kalsaydı, İstanbul’un fethi için döktür¬düğü topların balistik hesaplarını ve muayenesini yapabilir miydi? İmam-ı Azam ilmi uygulamalarıyla veya ileri sürdüğü fikirleri İslam’a dayanmasaydı devrinin en büyük hukuk âlimi olmaya hak kazanabilir miydi? Hakeza Farabi, “Fazıl Şehirler”den bahseden deha. Oğuz Han, ta tarihin ilk devirlerinde, “Ey Türk, titre ve kendine dön” sözleriyle çağına ve bütün Türk çağlarına seslenen bir remz. İnsanımız, birgün bu mümtaz şahsiyetlerin kafasına eriştiğinde, şunu cümle âlem iyi bilsin ki, hiçte o engin ufukları bırakmaya niyeti olmayacaktır elbet. Zira tarihi yükselişimizi, bu gelişmeci zihniyete borçluyuz. Öyle bir zihniyet ki, otoriter mantık oyunlarından uzak, ilme deney ve gözleme açık bir ufuktur bu. Batı, ortaçağda mantık ve deney-gözlem ikilemi arasında mücadeleye maruz kalmıştı hep. Kilise sultalarınca deney horlanmış, masa başı mantık tek ölçü kabul edilmiş ve dolayısıyla akıl yürütme ortaçağda altın çağını yaşamıştır. O çağın en büyük sultası ve yanılmaz otoriter kahramanı Aristo’dur. Sulta heyetini; tahrif edilmiş İncil, ünlü papazlar, azizler ve kilise babaları oluşturuyordu. Derken bir gün bir papaz meclisinde atın kaç dişi olduğuna dair tartışma başlar. Aristo bu konuda atın 28 dişi olduğunu yazmıştı. Elbette Aristo’nun fikri kabul edilecekti. Çünkü Aristo’nun şahsında mantık tek hakikatti! Biraz ötede otlayan bir atı gören genç bir papaz hemen atın yanına varır varmaz dişlerini sayar. Birde ne görsün, hayret mi hayret, dişler 28 değil 12 dir. Durum papazlar meclisine intikal eder. Ve sonunda Papazlar Meclisi şu karara varır: “-Aristo yanılmamıştır, at yanılmıştır!” İşte bu tipik mantık garabeti Avrupa’nın Ortaçağ skolâstik zihniyetini ortaya koymaya yeter. Deney ve gözlemin horlandığı, mantık yürütmenin baştacı edildiği bir devirdir ortaçağ. Mantık tek yanılmaz sultadır, zira bu devirde deney ve gözleme yer verilmez! Bizim aydınlarımız, skolâstik kavramına pek yabancı değildir. Gerçi günümüzde skolâstik kavramından çok, “ortaçağ kafası”, “gerici”, “örümcek kafa”, “irticacı” vs. gibi adlar altında düşman addettikleri kesimler için kullanılıp, aba altında sopa göstermek tarzında gündemi işgal ediyor habire.
Malum olduğu üzere Aristo, mantık metoduyla ağır cisimlerin hafif cisimlerden önce düşeceğini ileri sürmüştü. Oysa analitik tahlil ise şunu gerektiriyordu; Yoğunlukları ve şekilleri aynı cisimler aynı süratle düşer diye. Nitekim Galile insanların huzurunda Piza kulesine çıkarak biri büyük diğeri küçük olan taşı kulenin tepesinden aynı anda bıraktığında, iki taşın da aynı anda yere düştüğünü ispatladı. Sultacı zihniyetler gördüklerine inanamadılar, sonunda tevile başvurup gözlerinin yanıldığına karar verdiler! Bir kere Aristo tek yanılmaz otorite kabul edilmişti, geri dönüş sözkonusu olamazdı, onun hataları bile doğru kabül edilecekti otoritenin sarsılmaması adına. Oysa bu çarpık mantık anlayışı batıyı ortaçağ karanlığına gömmüştü. Mantık yürütme seline kapılanlar, analitik tahlilden yoksundular, bilemezlerdi ölçüyü, tartıyı, deneyi vs. O halde mantık tek başına Führer ilan edilmeliydi, öyle de oldu zaten. Kopernik, dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığını ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndüklerini anlatan büyük bir bilim adamı. Fakat yazdığı kitap, kilise otoritelerince yasaklar listesine alınmıştı. Giardano Bruno, Kopernik’ten de daha öteye gitti, uzayın sınırsız olduğunu belitti. Maalesef Bruno engizisyon mahkemesince 1600 yılının Şubatında direğe bağlanarak yakılmıştır. Hatta Galile de Kopernik teorilerini destekleyici fikirlerden dolayı, ölüm tehditleriyle vazgeçirilmeye zorlanarak hapis cezasına çarptırılmıştı. Kitlelerin gözünde Batlamyus teorisi daha cazipti çünkü. Bu teoriye göre, dünya sabit ve hareketsizdi. Fakat bu çarpık anlayış fazla sürmedi. Nitekim Batlamyus teorisi Rönesans’a kadar devam edebildi ancak. Batı bu teoriyle oyalanırken, Kur’an-ı Mucizül Beyan; “Güneş ve dünyanın hareketi bir hesaba göredir” (Rahman suresi 5) buyurarak çağları daha önceden dünyanın hareketinden haberdar ediyordu. Yine Allah (C.C.); “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan odur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder” (Enbiya suresi 33) beyan buyuruyordu. Ortaçağ sultaları ise “güneş, yıldızlar ve bütün kâinat dünya etrafında dönüyor” diyorlardı. Ga¬lile de tıpkı Kepler gibi gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü görüşünü savununca evinden çıkmamaya nahkum edildi. Cezası ancak kör olunca kaldırılabildi. İmam-ı Azam’ın at üzerindeyken, atın kaç ayağı sorusuna cevap vermek için attan inip ayaklarını tek tek saymaya başlar ve 4 (dört) der. İşte bu misal deney ve gözleme verilen önemi ortaya koyar. Bu misalden de anlaşıldığı gibi İmam-ı Azam’ın bakışı ile batının ortaçağ skolâstik zihniyeti çok farklı. Ortaçağ skolâstiğinin tipik genel özellikleri şunlardır: 1. Tek ölçüleri Yanılmaz sultalardır. 2. Referans olarak deney ve gözlemden uzak, mantık yürütmeyi esas alırlar. 3. Onlar için genellemelerden hareket etmek (Genelden özele bir yol)vazgeçilmez davadır. Elbette ki; parçadan bütüne yol takip etmek, analitik tahlil gerektirir ve zahmetlidir de. Diğer usul ise çok kolay, bu yöntemde ne araştırmak var nede gözlemlemek, sadece akıl yürütme var. Üstelik sahip olduğu tüm bilgiler otoritelerce önceden yazılmış, yani hazır vaziyette daha önceden eline tutuşturulmuş düşünmeye ne gerek var ki. Dolayısıyla yazılanlara ve söylenenlere bakmak yeterlidir. Bu durum halk dilinde armut piş ağzıma düş şeklinde tabir edilir.
Akıl yürütmede izlenen kaideler ise genel hatlarıyla şunlardır: 1. Bütünden parçaya ( dedüksiyon ) metodu, 2. Parçadan bütüne ( indiksiyon) metodu, 3. Benzetme metodu ( Anoloji) dur. Bir olayın aydınlanmasında üç metoda da başvurulabilir. An¬cak bütünden parçaya metoduna sıkça başvurulursa, biz de ortaçağ skolâstiğinin düştüğü çukura düşebiliriz pekâlâ. Dedük¬siyon usulüne ise hâlihazırda mevcut bulunan kanunlara ihtiyaç hissedil¬diğinde başvurulur. İndiksiyon yöntemi izlenildiği takdirde deney ve gözlemin ışığında kâinatta var olan kanunlar açığa çıkarılabilir. Analoji metodu ile de, “benzer olaylar benzer neticeler doğurur” ilkesiyle olaylar açıklanabilir. Hâsılı Ortaçağ’da engizisyon sultaları, bu üç usulden yalnız tümdengelim’i (genelden özele) tercih etmişlerdir. Bu yöntemle deney ve gözlemin horlandığı ap aşikârdır. Demek ki; mantık yürütme sendromu her devirde, değişik alanlarda farklı roller üstlenmiştir. Mesela, hukukta “önce karar verip sonra yargılama” çağdışı kabul edildiği halde ortaçağda engizisyon mah¬kemeleri insanları yargılamadan suçlu ilan etmişlerdir. Hatta günümüze dahi bu kural sıçramıştır. İslam hukukunda var olan, “suçların şahsiliği” prensi¬bini, Hz. Ali (k.v) vefat ederken (Şehit düşerken) bile bir kişinin ölümüyle bir grubun yargılanamayacağını va¬siyet ederek adeta hukuk dersi vermiştir insanlığa. Grek dünyasında tabiat olayları “su, ateş, hava ve toprak” deni¬len dört unsurla izah edilirdi. İlmi gelişmeler, bu tür genellemelerden hızla uzaklaşarak 104 elementi keşfetmiş, hâlâ da yeni yeni elementlerin varlığından bahisle element tablosuna yenileri ilave ediliyor. Batı, ortaçağ skolâstik anlayışında israr etseydi elementlerden bihaber genellemeler içinde sıkışıp kısır döngü içerisinde yüzeceklerdi. Artık gelinen noktada teknolojik gelişmeler ve analitik tahliller sayesinde tümevarım yöntemleri (özelden genele) gerçekleştirildiği gibi ezberci yöntemlerin terk edildiğine de şahit oluyoruz. Aydınımızın bir kısmı skolâstik kavramını diline doladığında, hemen dinle ilişkilendirilip ülkemizde ki inanan insanları, ortaçağ karanlığına sürükleyen gerici unsurlar diye takdim ederek iftiraya yeltenirler. Oysaki bu türden karalamaları yapmakla, aslında ortaçağda engizisyon kilise papazlarının üstlendiği misyon¬la bizim kültürümüzün camii, medrese, dergâh, âlim, müftü vs. gibi ilme açık unsurlarla bağlantı kurmaya çalışmış oluyorlar ki, bu abesle iştigaldir. İslâmiyet, “İlim Çin’de dahi olsa alın” diyor. İlmi zindana hapseden skolâstik düşünce Avrupa’nın eseridir, bize ait değil. Klasik eserlerimizin çoğu ilmi teşvik ettiği gibi, âlimlerine de son derece değer veren cümlelerle doludur. Skolastizm, geri kafalılık, örümcek kafalı gibi yaftalamalar başka iklimlere has olabilir. Dolayısıyla ipe sapa gelmez ithamların bizimle özdeşleştirilemeyeceği gibi tarihi geleneğimizle irtibatlan¬dırılamaz da. Çünkü Avrupa, ortaçağın karanlığında yüzerken, İslâm dünyası sahip olduğu ilmi zihniyetle altın çağlarını yaşıyordu. Demek ki asıl tehlike hem bilime, hem de mane¬viyata da karşı çıkmaktadır! Kara Cuma, Çember Sakallı, Gerici, İrticacı vs. gibi suçlamalar sultacı ve Ergenekon çete içerisinde yer alan kafaların ürününe has lekelemelerdir. Bu tür sultacı zihniyetlerin başlıca özelikleri şunlardır: 1.Batıdaki Rönesansı doğuran sebepleri görememeleri, 2.Tek yanılmaz otoriterleri batı’nın eski öğretileri olması, 3.Kafalarında ezberlediği ya da ellerine tutuşturulan hazır reçeteleri kapsayan genellemelerden hareket etmeleridir (Tümden gelimcidirler). Tudunluktan yabguluğa, yabguluktan hakanlığa, devletten imparatorluğa, imparatorluktan meşrutiyete, saltanattan cumhuriyete bir dizi geçiş süreci yaşasak da sonuçta ayakta kalan Türk milletidir. İdari şekiller, yönetim biçimleri değişebilir. Önemli olan Türk’ün varolmasıdır. Cumhuriyete sahip çıkıp, diğer evreleri reddetmek skolâstik zihniyetin içine düşüp te çıkamadığı bir açmaz. Hakeza saltanat dönemini kabul edip, cumhuriyeti reddetmek de aynı şey. Tüm mesele, bütünü kucaklayabilmekte… Bütüne sahip çık¬tığımızda mesele kalmayacaktır zaten. Düşman addettikleri Osmanlı ortada kalmadığı halde, hâlâ saltanata ve hilafete hücum etme¬nin ne anlamı var ki, doğrusu anlamış değiliz. Bugün birileri çıksa kendini halife ilan etse, ardına kaç kişi düşer acaba? Bırakın İslâm âlemini, Türkiye’de hatırı sayılır kaç kişi biat eder? Maalesef şart¬ların değiştiğini görememek sendromu “yanılmaz sultalar”ın kronik hastalığı olsa gerektir.
İbn-i Haldun toplumların değişim sürecini incelerken, Arap toplumunun bedeviyetten hadariyete geçişte, bedevilerin sürekli tepki gösterdiğini beyan eder. Aynısı olmasa da bizim tarihi gelişim evremizde yaşanan saltanattan cumhuriyete geçişte de Osmanlı’nın buruk haline benzer bir sessiz diyebileceğimiz diren¬işin olduğu gözlenmiştir. Bu durumu sosyal bir vakıa olarak tabii karşılanmalı. Çünkü 600 senelik alışkanlığı bir anda terketmek kolay olmasa gerektir, zaten her geçiş sürecinin sancılı olduğunu, sosyologlarımız da beyan ediyorlar. Demek ki; bu bir sosyolojik realite… Nitekim sosyolojik gelişimin gereği bu mücadelede Osmanlı kaybedecek, Cumhuriyet kazanacaktı. Bunu bilmek için kâhin olmak gerekmez. Dünya hızla İmparatorluklardan ulus devlet olmaya doğru koşarken, bizimde bu gelişmelerden etkilenmemiz gayet doğal. O halde Osmanlı yıkıldı diye oflanıp, puflanıp veya “oh olsun” demeğe gerek yok, çünkü sosyal bir vakıa. Günümüzde tekrar saltanata dönüş talebinde bulunmak çağımızın bedeviliği olacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mücadeleyi, aynı tempo ile zamanımıza taşımak akıl kârı değil. Skolâstik kafalar hâlâ Atatürk’ün ve Cumhuriyetin, Os¬manlı’ya karşı açtığı kavganın, bütün hızıyla devam ettiği zannındadırlar. Üstelik kendi skolâstik emellerine, Atatürk’ü de maske ve kalkan olarak kullanabiliyorlar da. Atatürk’ü istismar eden bu Kemalist skolâstik zihniyetin özelliği şunlardır: 1. Referansları 1930’lu yıllarına ait çözüm reçeteleri. 2. İlham kaynağı Atatürk, ama Atatürk’ün işaret ettiği çizginin dışında bir yol takip ediliyor. 3. Metodları tümdengelimcidirler (genelden özele bir yol), yani dogmadır. Bu tür skolâstik düşünceye sahip olanlar, Atatürk’ün yaşadığı her anında sarfettiği sözleri kendi dar kafalarında yorumlayarak işte çözüm bu deyip, o devrin şartlarının günümüzde bütün hızıyla devam ettiği zannıyla hareket ediyorlar. Oysa Atatürk, bugün yaşamış olsa dün yaptığının, belki de bugün değişik bir örneğini sergileyecekti. Fakat gel gör ki bu durumu skolâstik kafalara anlatamazsın. Tarihin bir kesitine gömülmek, tüm “yanılmaz sultacı” zihniyetlerin içine düştüğü hengâmedir maalesef.
Hem ge¬lenekçi olmak hem de tarihe bir bütün olarak bakmak, ilmi bir yaklaşım olacaktır. Tarihi, inişleriyle, çıkışlarıyla, yanlışıyla, doğrusuyla değerlendirip ibret almamız gerekirken, aksine kimimiz şahısları göklere çıkarıyor veya yüceltiyor, kimimiz de yerden yere vurup güya hıncımız çıkarırcasına öfkeleniyoruz. Her iki yaklaşım da sultacı zihniyetlerin ürünüdür. Her nedense sebep-netice ilişkileri üzerinde duran yok. Övme veya yermek yahut tümdengelimcilik metodu kolaylarına geliyor galiba. Nasıl olsa, düşünceler, ilkeler daha önceden biat ettikleri otoriterlerce belirlenmiş, o halde fikir üretmeye, geleceğe yönelmeye ne gerek var ki! İşte bu mantık gerabeti analitik zihniyetin dirilmesine en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor. Fikir üret¬mek, içinde bulunduğumuz meselelere çözüm sunmak, analitik tahlillerde bulunmaktan her nedense kimse söz etmiyor. Tek doneleri varsa yoksa “Yanılmaz Sulta’’lar veya kafalarındaki genellemeler, ya da ellerine tutuşturulmuş oyuncaklarla oyalanmak! Solcularımız yıllardır eline tutuşturulmuş sloganları tekrarlamakla meşguller, sağcılarımız ise tarihin ihtişamına kendini kaptırarak gelecekten bihaberler. Oysa ne köksüz gelecek, ne de ati’den yoksun mazi. Tarihin sayfalarını çevirirken geleceğimize yön ver¬mek en doğrusudur. Sulta otoriteler, sadece mantık ve şahıs planında kal¬mayıp, daha değişik sahalarda da kendini göstermektedirler. Mesela medya, insanların ufkunu açmada bir ışık görevi yapması gerekirken, dimağları karartmakla meşguller. Kafalarda yalan haberlerle tekel kurmaktadırlar sürekli. Tekelci zihniyet, medya skolâstiğini doğurmaktadır oysa. Medyatik skolâstik şu ilkelerle izah edilebilir: 1. Uygulamaları: Asparagas denilen yalan haber üretmek. 2. Yanılmaz sultaları: Medya üst yöneticileri. 3. Olayları, yanılmaz Medya patronlarının çizdiği çerçevede değerlendirmektir(Tümdengelimcidirler). Yanılmaz sultacı anlayış, Ortaçağ Avrupası’nın yaşadığı bir sıkıntıdır. O halde genel manada skolastizmin özellikleri: 1. Mantık yürütmek, deney ve gözleme kapalı olmak, 2. Yanılmaz sultalara bel bağlamak, 3.Otoriterlerden hareket edilir, yani mantık silsilesini öngörürler(Tümdengelimcidirler). Skolastisizme hemen hemen her alanda örnekler verilebilir. Her fikrin yobazı olabileceği gibi, bilimsellikten dem vuranlarda da yobazlık gözlemlenmektedir. Güzel fikirler, çok kere ehliyetsiz ellerde taassup haline gelebi¬liyor. Taassup, karanlığa davetiye demektir. Farklı fikirlere anlayışla, hoşgörüyle bakmak, toplumda yumuşamayı sağlar. Demokratik platformda kimse kimsenin hukukuna saldırmadığı müddetçe herşey tartışılabiliyor. Herşey derken tabiî ki kutsal olanlar hariç, yani Al¬lah ve Resulünün hakikatları dışındakiler. Zaten Mutlak hakikatlerin, ulu orta konuşulmasının “imani” yönden sakıncaları vardır. Vahiy, herşeyin üstünde. Akıl bir cüz’dür, herşeyi kuşatamaz çünkü. Onun için vahyin ve sünnetin üstünlüğü tartışılmaz. İlim metodu esasen deney ve gözleme dayanır. İlim Allahın, o halde bir Müslüman’ın ilimle problemi olamaz ki. Dolayısıyla Skolâstik kavramının zıddı ilimdir. Zıddı kâmili ise, Vahiy ve Sünnet’dir.
Türkiye’de belli başlı skolâstik tipler şunlardır: 1. Radikal-İslâmi skolastisizmi, 2. Medyatik skolastisizmi, 3. Batı skolastisizmi, 4. Laik ve anti-laik skolastisizmi, 5. Etnik ayrımcılık ve PKK skolastisizmi, 6. Parti skolâstiği vs. Bütün skolâstik tiplerin üç aşağı ve beş yukarı özellikleri hep aynı. Hepsinin de “yanılmaz otoriterleri” var. Hareket noktaları genellemelerdir, yani tümdengelimcidirler. Metodları deney ve gözlem yoksun olup, sultaların sözleri ve yazıları tek rehberleridir! Radikal-İslâmi gruplardan Şia’yı ele alacak olursak, Şia skolâstiğinin özellikleri şunlardır: 1. Yanılmaz otoriterleri mollalardır (Hâşâ Mollalar masumdur (!) ve günahtan arıdır (!)) 2. Düşünceleri molla sultaların yazıları ve sözleridir. Böylece deney ve gözlemi kaybetmişlerdir. 3. Tümden gelimcidirler. PKK skolastisizminin ana çerçevesi ise: 1. Yanılmaz sultası Abdullah Öcalan. 2. Uygulamaları silahlı eylem. 3. Tümdengelimcidirler. (Örgütün bildirilerinden hareket ederler) Parti skolâstiğinin ana özellikleri: 1. Yanılmaz otoriterleri; bağlı olduğu liderdir. 2.Metotları; siyasi putlaşma ve siyasi kirlilik. 3. Tümdengelimcidirler (Lider-teşkilat-parti programın¬dan hareket edilir)
Parti skolâstiğinin içine düştüğü durum, siyasi uygulamalarda militarist, yaklaşımlarında ise oportünistirler. Partide farklı bir ses ihanet kabul edilir. Farklı düşünce, kolaylıkla lider sultasınca, ihanetlik suçlamasına yeterli bir sebeptir. Çünkü bu tür partiler “lider-teşkilat-parti programı” üzerine şekillenmiştir. Bu üç unsur eleştirilemez, tartışılamaz ve farklı beyanda bulunmak afaroz olmaya yeterlidir. Skolâstik partilerin sulta liderleri, sürekli hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi sözleri sarfetmelerine rağmen, acaba üstünlüğünü savunduğu hukuk hangi hukuk? Demokrasi dediğiniz kayıtsız şartsız lidere itaat mi? gibi sorulara cevap veremezler. Parti yöneticilerini mi değiştirmek istiyorsunuz, taban nazarı itibara alınmaz. Alttakilerin canı çıksın dercesine, onlar sadece slogan atmak ve taşeronluk yapmak için vazifelendirilmişlerdir sanki. Tavan ise parsayı toplamak, gününü gün etmek, adından ve şanından bahsedilmenin sevdasındadır sadece. Bu yüzden Skolâstik parti yapısı her daim totaliter düşünceye dayanır. Sulta liderler, yaşadığı her devirde kitleleri peşinden sürüklemek için, önceden hedef düşman tayin ederler. Düşman olmadan partinin ayakta kalması mümkün olamayacağından mutlaka “hasım” a ihtiyaç vardır. Farzu muhal, konjönktür gereği ülkeyi tehdit eden komünizm olgusu mu var. Hemen taraflara çağrıda bulunur: Kahrol¬sun Kominizm! Ezilmeli! Yıkılsın! Mezar olacak! gibi ateşli cümleler sahneye çıkar. Artık meydan slogan sesleriyle uğuldar, kitleler coşturulmaya çalışılır. Tehlike ilan ettikleri düşman yok olduysa, derhal zaman kaybetmeksizin adı ve şanı değişik yeni bir düşman belirlenilmeye başlanılır. Bu çiçeği burnunda yeni düşman şimdilerde PKK’dır. Maksat, bağcıyı mı dövmek, yoksa üzüm yemek mi? Bu sorunun cevabını bulana aşk olsun. Siz cevabı bulmaya çalışadurun, diğer yandan şehit cenazeler yurdun dört bir tarafına dağıldıkça, kahrolsun! Kökünü kazıyacağız! Bu yaptıklarını yanlarına bırakmayacağız! Bize verilen her oy PKK’ya sıkılan kurşundur! gibi sözlerin etrafı sarmaya başladığı ve her atılan slogan altın değerinde biri bin yapmaya başlar. Sloganlar bu noktadan sonra, insan¬ların rehberidir artık. Huzuru arayan kitlelere slogan¬lar cazip geleceğinden dolayı bu hamaset kokan sözler birer can simidi olur onlara adeta. Eğer birileri de kalkıp da: “Durun beyler ne oluyor? Şayet mesele PKK davası ise, o zaman yapılacak tek şey nimette ve külfette beraber olmaktır” diyorsa kimse itibar etmez. Sözlerin ehemmiyetsizliğinden değil, belki slogan içermediğinden dolayıdır. Slogansız sözler, analitik tahlil gerektirir ve yorucudur, kim uğraşacak akıl dolu sözlerle… Bahsi geçen slogan içermeyen akıl dolusu sözlerin analitik yorumun şu: “Bu vatanın nimetini paylaşanlar, külfetini de paylaşmalıdır.” Görülmüş mü böyle şey denilirse verilecek cevap: Cahar Dudayev, yurt dışında bulunan oğlunun tahsilini yarım bırakmasını isteyerek ülkesi için savaşmaya çağırması, nimette ve külfette beraber olmanın en tipik örneğidir. Aynı zamanda çağımızda yeniden bir Şeyh Şamil destanı yaşatmanın ifadesidir. Kelimenin tam anlamıyla analitik tahlil gerektiren sözler, sloganvâri olmadığından kitleleri coşturamaz. Kanla coşmak, “kan”dan medet ummak her de¬virde yaşanmış sultacı zihniyetlerin içinde bulunduğu acı garabetten öteye geçemez. Dolayısıyla Sebep-netice ilişkisi içinde olayları değerlendiren akıllı lider¬lere itibar azdır. Vur! Vur! Hainler! Hurra! gibi öfke içeren ha¬masi nutuklar çözüm diye yutturulur. Nimeti de külfeti de paylaşmak da neymiş, deyip geçmek bizi her geçen gün uçurumun eşiğine getiren asıl sebeptir.
Yazan:alperen Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
LİDERLİK SULTASI VE YANILMAZ SULTALAR-2
ALPEREN GÜRBÜZER
Abdulaziz’in veziri Ali Paşa 40 sayfalık risalesinde özetle şunları söyler: “Ticaret, sanat gibi işlerin azınlıklara bırakıldığını, savaşmak, düşmanlarla cenk etmek gibi görevler de bize has olmuş. Böyle devam ederse azınlığa düşen asıl biz olacağız…” Gerçekten de silahla iştigal eden insanımız heder olmuş, fakirleş¬miş, ticaretle uğraşan azınlıklar ise zenginliklerine zenginlik kata¬rak köşe başlarını ellerinde tutmuşlardır. Osmanlı’nın yıkılışının sebeplerinden biri de bu gerçeklerdir. Düşmanla savaşmak tek meziyetmiş gibi teşvik görünce ortaya çıkan manzaranın bu olacağı muhakkak. Oysa vatan için savaşmak da, ticaretle uğraşmak da kahramanlık ilan edilmeliydi. Kahramanlığın göklere çıkarıldığı tek ülkü Savaşmak! Savaşmak! Peki, nimeti nereye koyacağız? Belli değil. Terörle mücadelede samimi olanlar, önce çuvalduzunu kendilerine, sonra da iğneyi başkalarına batırmaları gerekiyor. Eskilerin söylediği dâhiyane bu sözlerle paralellik kurabilenler ancak samimidir diyoruz. Terör karşısında hiçbir şey “gerçek” kadar olamaz. Çünkü terörün itici gücü iki renkli dünyanın efsunlarıdır. Bu iki renkli dünyalar acaba birbirine gerçekten zıt mı, yoksa rakip mi? Öyle anlaşılıyor ki, kitlelerin öfkeleri üze¬rine hesap yapanlar, ya da kanla beslenenler “zıt” olamaz, ancak birbirlerine “rakip” olurlar. Yaşamasını kanla sağlayan güçlerin kanın durmasını canı gönülden isteyeceklerine inanmak kendimizi kandırmak olacaktır. Bugüne kadar teröre karşı tek ilaç askeri çözüm sandık, hâlâ da aynı metodunun devamından yanayız, terörün kültürel, ekonomik, sosyal, psikolojik vs. yönününde olabileceğini gö¬ren yok. Üstelik bu tip yorumları yapanlar yahut yaklaşımlarda bulunanlar her an andıçlanıp, hem bölücülükle hem de ihanetle suçlanabilir de. Kim demokratik çözüm diye ortaya çıkarsa kimse seni dinlemez. Genel biricik çözüm: askeridir. Oysa otuz yılı aşkındır Cudi ve Kandil dağlarını, Güneydoğu’nun sarp kayalıklarını havanlarla, en gelişmiş toplarla habire dövüyoruz, nedense bir türlü terörün sonu gelmiyor.
İlginçtir Güney¬doğu’da akan kanlar çoğaldıkça bir kısım liderlerin yıldızı daha da parlıyor. Kurtuluşun yolu, falancı çatık kaşlı, ya da miting meydanlarında avaz avaz bağıran liderin gelmesine bağlandı ümitler. Bu noktadan sonra terör artık onu meşhur etmiştir. Sultaların tek ilacıda zaten gergin ortamlar. Saltanatın devamı kana bağlı çünkü. Hertarafın kan revan olduğu or¬tamında “sivil katılım”, “sivil toplum” ve “sivil insiyatif” kavramları bir hiçtir. Bu kavramlar durgun ortamın kavramlarıdır. Huzur ortamında tartışılan kaliteli fikirlerdir. Onun için Sulta liderler istikrarlı ortamların doğmasını istemezler, çünkü o günler geldiğinde kendi konumlarınında tartışılacağından ürkerler hep. Gerginliğin yerini durgunluk aldığında istediği gibi at oynatamayacaklardır böylece. Nitekim “Kurt puslu havayı sever” sözü bu gerçeğe işarettir. Puslu havada, lider sultaları karizmatik gücüne güç katarlar. Bu gücüyle beyinler adeta büyülenir ve yıkanır. Hemen ateşli konuşmalara kapılıveririz. Aslında bu durum, şuurumuzun çözülme¬sidir. Şuuraltı davranışlara çok kere sultalar sebep olmaktadır. Çünkü onlar şuura değil, şuuraltı hislere hitap ederler. Yanılmaz otoriterler hata yapsa da, şuuraltı boşalmış kitleler istesede bu vehameti göre¬mezler. Seven insanın gözü kördür de ondan. İşte akıl ve şuurdan bi¬haberlik buna derler! Korkunç enerji ve ihtiras liderlik sultasının bir özelliğidir. İhtiras bu ihramın baştacıdır. “İzm”leri doğuran sebepler üze¬rinde hiçbir zaman durulmaz, şayet sebep-netice üzerinde durulursa kucağında yaşadığımız ortamla alakası tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır. Kapalı ortamlarda ilan edilen, rengi, türü hangi tip düşman olursa olsun, potansiyel düşman olarak kitlelere gösterilip, gösterilen o düşman bundan böyle av muamelesi görecektir. Avcılarda, zaten avınızı avlayın diyor. Düşmanın biri gidiyor, biri geliyor. Şuurumuz düşmana endekslenmiş bir kere. Oysa düşman dediğin ne ki? Önce kucağında yaşadığımız dünyaya bir çeki düzen vermek varken bu telaş niye? Hala bataklıkta tek tek sinek avlamakla meşgulüz, israrla bataklığı kurutacak formüller düşünülmüyor. Kimbilir sebep-netice ilişkisi üzerinde durulursa, sistemden kaynaklanan bir arıza olabileceği açığa çıkabilir kaygısından hareketle işlerine böyle gelmişte olabilir. Çünkü yanılmaz sultaların en sevmediği metod; sebep-netice ilişkisidir. Bütün sultacı zihniyetler, totaliter ve psikolojiktirler. Aynı zamanda hiyerarşik bir yapıya sahiptirler. Yani oportünist ve militarist bir ağ kurmuşlardır. Sultalar, emrindekilere karşı son derece ciddi ve disiplinli, dışarıya karşı ise mütevazı ve son derece naziktirler. Oysa İslâmiyet; “Müminler birbirine karşı mütevazı, dışa karşı çetindir¬ler” diyor. Totaliter yapılar, İslamiyetin tam tersi bir yol seyrederler. Liderine endekslenmiş kitleler, onun şuuraltına seslenen sesinden, sonsuz zevke kapılırlar. İradesini, yanılmaz addettiği Führer’in nefesine teslim etmiştir. Olaylara, canu gönülden bağlı olduğu liderinini gözlüğünden bakmaya çalışır. Elinden tek düşürmediği kitap, onun eseridir. Ağzından her çıkan kelime, hislerinin tercümanıdır. Düşünmeyi tercih etmez, gerekte duymaz. Çünkü ken¬disi adına lideri düşünmektedir! Öyle bir tutku ki, lideri davadan taviz verse de ikaz edilemez. Halife Hz. Ömer (r.a.), idaresinde bulunan insanlara “Doğru yoldan çıkarsam ne yaparsınız?” diyerek sorduğunda: “-Ya Ömer kılıcımızla düzeltiriz” cevabını almıştır. Hz. Ömer (r.a.)’i uyaran anlayışla “kayıtsız şartsız lidere itaat” anlayışı çok farklı. Bağlı olduğu liderinde şayet mukaddes değerlerden sapma görülürse, ona gönül verenlerin kılı bile kıpırdamaz. Çünkü “Onun bir bildiği vardır!” teviline sarılır hemen. Hatalar diz boyu da olsa, yine aynı söylem tekrarlanır ve tevil makinesi hızla vazifesine devam eder. Mukaddes birliği biricik ülküsüne zarar gelse de haysiyet kırıcı da olsa, “üstün insan imajı” bir kere yerleşmiştir zihninde, şuuraltısı boşalmıştır. Artık bu noktadan sonra liderine gönül verenler, hislerine mağlup olmuşlardır. Bu durum değişik skolastisizm diyebileceğimiz bir halet-i ruhiye olsa gerek. Dünyada eşi ve benzeri örneği yok desek yeğdir. Bu ilginç lider skolâstiğinin özellikleri ise: 1. Lider-teşkilat-doktrin psikolojisinin hâkim olması, 2. Üstün insan saplantısının ağır basması, 3.Metotlarının yanılmazlık sendromu üzerine kurulu olması, 4. Tümdengelimcilik esastır. Bu dört özellik, ister istemez kitleleri tepkici yapacaktır. Artık çılgınlık, şov¬menlik ortalığı kaplar, etrafımızda simgesel işaretler, bağırmalar, naralar üşüşmeye başlar. Bu tür ortamlarda tek değer bağırmak! Sultalar, bu gidişattan memnun kalır, iyiden iyiye kendisi¬nin yanılmazlığına kanaat getirir ve sonunda; dava’nın kitabını yazan da, davayı başlatanın da kendisi olduğunu ferman buyurur. Tarihi, ken¬disinden başlatarak “ego”sunu ön plana iter her daim. Ego tarih, ego dava, ego teşkilat, ego ülküdür bundan böyle. Teşkilat, şeklen vardır, ama ruhen yoktur, sadece “yanılmaz lider”in vazifelendirdiği emre amade küçük sultalar vardır. Bu arada küçük Führerler yukarıya (üstlerine) karşı yumuşak, tabana (aşağıya) karşı katı olmak zorundadırlar. Teşkilat, küçük Führerlerin disiplinli yönetimiyle idare edilir. Zira istişare, fikir alışverişi gibi değerler Füh¬rerlerin yabancı olduğu kavramlardır. Yabancı olmadığı tek mevzuat liderinin talimatlarıdır. Bu nedenle her teşkilat ağı küçük Führerlere bağlanmıştır. Sul¬taların otoritesi, küçük Führerlerin talimatları eksiksiz yerine getirmelerine bağlıdır. Onun için bu konuda en ufak taviz verilemez. Parti binalarında küçük Führerler bir nevi bağlı oldukları liderlerin özel ispiyon sekreterleri şeklinde konuşlandırılmışlardır. Başlangıçta gönül verdiği hareketin, bir şuuraltı boşanma hareketi olduğunu kimse farkedemez. Deney, gözlem ve ilim olmayan yerde farkedilmemesi tabidir. Öyle ki; ilim nedir sorulduğunda, “eline tutuşturulmuş reçeteler” ile “içi boş sloganları” gösterir. Kendisi bir kelam etmez. Deney ve gözlem nedir sorduğunuzda, “Teşkilat hiyerarşisi ve uygulamaları”dır ce¬vabı alırsanız, şaşmayın. Çünkü şuur-altı hareketleri hemen he¬men aynı ortak paydaya sahiptirler de ondan. Bütün kesimler kontrol altına alınmıştır. Kitleler teşkilata üye ise serbest hare¬ket edemez, fikir beyan edemezler. Düşüncesini de, hareketini de lidere teslim etmek zorundadır. İlimleri, yanılmaz otoriterlerin koyduğu sözlerdir. Liderinin söylediği sözleri dışında hiç bir fikir kabul bulmaz. Bir nevi ilim tekeli! Farklı düşünceler, totaliter zihniyetlerce hoş karşılanmaz. Adeta liderin düşüncelerine bağlılık ye¬mini edilmiştir. Liderlerinden farklı düşünmek teşkilata ve davaya ihanettir! Dolayısıyla tek tip düşünmek liderlik sultasının gereğidir. Anlaşılan bu tür sultacı dünyalarda, bize yer yok gibi gözüküyor. Tartışılmaz sendromu! İlim ve tefekkürden yoksun yığınlar için geçerli akçe. Siyaset bilimi adı altında, “lider-teşkilat-doktrin” üçlemesi tarzında yutturulmaya çalışılır. Sultalar, bu dünyadan çekip gittiklerinde, ardından nefretten başka miras bırakmadıkları gözlenmiştir. Yanılmaz sultaların bıraktığı kin, nefret ve öfke tohumları teşkilata ve yeni katılanlara pay edilir. Bu paydan paylananlar aynı zamanda geleceğin yeni Führer adaylarıdırlar. Böylece üzerinde leş kargalarının dolaştığı Türkiyemizin aldatılan genç nesil¬leri iç dünyalarını öfke, kin ve nefret kaplamasından dolayı, yanılmaz lider sultaların türettiği çirkin ve şeytanca oyunları yüzün¬den uçuruma sürüklenmişse, yapacağımız tek şey derhal ruhi boşluğa düşmüş bu genç beyinlere çare olarak çağımızın sesi;’Ne olursan ol yine gel’ diyen Mevlanaların soluğu ile buluşturmak olmalıdır.
Velhasıl genç nesiller Gönül Sultanların manevi ikliminde aydınlığa çıkacaktır, başka yolda gözükmüyor gibi. İnşallah sonunda aldatanlar değil, Milletimiz kazanacaktır.
Vesselam.
Yazan:Hakkı Bentek Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Mehmet Yılmaz Bey , belki Fransa’dan duyamamışsınızdır. Türkiye Gündeminde bir de Alperenlerin İdil Biret konserinde din adına yaptıkları var. Bununla ilgili Derin Düşünüp yazacak biri yok mu ?
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Tem 13, 2009 | Reply
Mehmet Bey
Öncelikle hayat dersi niteliğindeki yazılarınız için teşekkür ederim.
Başörtüsüne simge diyenler utansın. Bu yazıdan sonra hala başörtüsüne hayasızca simge diyebilecekler var mıdır acaba?
Sahi bu (sözde) simge ne kadar kutsal bir şeymiş ki, bu uğurda çekilmedik çileler kalmamış.
Bu çilelere, ancak ve ancak O’nun emrine itaat ve O’nun rızası için katlanılabilir. Simge için değil…
Belçika’da Hıristiyan Demokrat Parti’den milletvekili seçilen başıörtülü Mahinur Özdemir aklıma geldi. Ancak orda hiç kimse
“Burası devlete meydan okunacak yer değildir, şu hanıma haddini bildiriniz” demedi. Ve hiç kimse “laiklik eden gidiyor” da demedi. Hiç kimse “İrtica hortluyor ya da şeriat geliyor” diye paranoyaklıkta yapmadı…
Şimdiden kemalist teraneleri duyar gibiyim
“Efendim dört taraftan dış ve her cihetten iç düşmanla çevrilmiş olan aziz ülkemizin şartları kat’iyyen Evropa’ya benzemeyip ve temâmen kendine mahsus olup…”
Bu zülme bir son vermenin zamanı gelmedi mi?
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Mehmet bey,sansür iddanıza kesin bir yargıda bulunmayı doğru bulmuyorum.Zira siteye katılımım sizinkinden farklı değil,okur olarak katılıyorum,zaman zaman da yorum yazıyorum hepsi o kadar.Dolayısıyla elimde sağlam kanıtlar bulunmadan iddianızı doğrulayıp doğrulamaMam mümkün değil.Şu kadarını söyleyebilirim:yaklaşık iki yıldır hiçbir yorumum sansürlenmedi.Ha,elbette yorumlarımın yayımlanıyor oluşu ölçü sayılmayabilir.En azından,yazdıklarımın yayımlanıyor oluşunu sitenin benimsediği dünya görüşüyle paralellik taşıyabileceğine bağlayabilir-ya da böyle düşünebilirsiniz.Ancak,kendi yorumlarımı kanıt olarak sunamayacak olsam da sitenin sıkı bir sansür uyguladığı kanaatinde değilim.Zira pek çok kez hakaret ve küfür içeren yorumları site yöneticelirine ileterek uyarıda bulunmama karşın,fikir olarak yayımlanacak nitelikte olmayan(ve üstelik site gurup üyelerini hedef alan)yorumların da yayımlandığına tanığım.Bunun için kanıtım var ve eğer arzu ederseniz yorumları tarayabirsiniz.Özellikle de başörtüsü yasağı,kürt sorunu,laiklik,ergenekon,milliyetçilik vb.konuları işleyen yazıların altına bırakılan yorumları.Sağ altta “etiketler”bölümünü tıklamanız yeterli,tabii zaman ayırabilirseniz.
“CHP kuyrukçuluğu” meselesine gelecek olursak;
Siteyi yerel seçimlere kısa bir süre kala ziyaret etmiştim ve o dönemdeki seçim atmosferinin etkisiyle mi nedir,sığ bir chp propagandasından başka bir şeye rastlamadım.Dediğim gibi bir iki yorumla katıldıktan kısa bir süre sonra bir daha dönmemek üzere ayrıldım.Şimdi nasıl gidiyor,bir değişim var mı yok mu bilmiyorum.
Umarım yeterince açıklayıcı olmuşumdur.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Mehmet bey,
Hakaret içermemesi yorumlarınızın yayınlanması için yeterli bir sebep değil. Yorum kuralları sayfamızda detaylı açıklama var. Ezcümle:
Yazan:Mehmet Öz Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
bana yazılan ve benim yayınlanan yayınlanmayan tüm yorumlarımı kaydediyorum zaten merak etmeyin.valla şöyle söyleyeyim bana “faşist diktacı”, “ezmekten zevk alan insan”, “bürokratik pislik” diyen yorumlar yayınlandı bu sitede, benim “bu yaptığınız en hafif ifadeyle saygısızlık ve tahammülsüzlüktür” şeklindeki cevabım yayınlanmadı.
Aziz Bey’in bahsettiği Siyaset Kahvesi’nde ise “CHP bu kafayla adam olmaz” da yazdım, “CHP’den hayır yok” da yazdım hepsi yayınlandı. Kaldı ki, sitedeki yazarların bazıları da bu yorumları destekledi. Hal böyleyken, etiketleme sevdalısı olup, şurası CHP kuyrukçusu, burası diktacı, burası faşist demek sadece kendi kendini tatminden öte bir işe yaramaz.
Ayıp ediyorsunuz derken kastım budur.
ha arada alaaksız yönlere sapıp asıl söylemek istediğim unutuldu. dediğim gibi, kadın hakları için, başı örtülü camiiye giren bayanlarımızın arkada paravan gerisinde değil en önde oturması için, ya da başı açık da camiiye girilebilmesi için, ya da cuma namazlarına da başı açık ya da kapalı bayan din kardeşlerimizin iştirak edebilmesi için bir kampanya başlatıyor muyuz?
desteklerinizi bekliyorum…
Yazan:MY Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Fasizm burda, sen neredesin? diye sorunca yoklama gibi olmus, fsistler el kaldirmis “Burdayiiiim” diye :))
Rüstü Bey’in yorumu hadisenin röntgeni gibi olmus, bravo diyorum, okumyanlar okusun yeniden:
“laik insanların ilginç bir tepkileri var. zorbalık yapılması zorlarına gitmiyor, pek de farketmiyorlar zihinsel kodların arkaplan kardeşliğinden olsa gerek; zorbalığın ifşasına yönelik yapılanlara agresif bir defans geliştiriyorlar; mümkünse çift dalıyorlar, topsuz alanda faulden tutun da bilimum kuralsızlığı deniyorlar…
acaba diyorum, şu elitist hiyerarşik ilişkiyi içselleştirmiş olmalarından mı ileri gelir bu: ” efendiye laf söyletmen…saabısının sesi…öyle olSAydı siz de şöyle yapacaktınız hezeyanları: se sa ları…”
şu tavanarası kölesine nezaman kaçalım deseniz, korkuyla bakıp gözlerinize efendinin dizkapaklarına yapışır, sanki canını istediniz…nedirki kaybedeceği?
yarın sabah efendisine : ” hastamıyız? başımız mı ağırıyor? keyifsiziz bugün sanırım! …vıdı vıdı vıdı…” demezse boşluğa düşerim sanıyor herhalde.
mehmet öz’e tıklayınca demokratlar çıkıyor karşınıza, oradan aklıma geldi…niyeyse?
“
Yazan:MY Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Mehmet Öz,
Türkiye’nin gazetelerinde ve internet itelerinde profesyonel olarak yazarlik yapan bir çok kisi bize yazi gönderiyor. bir çogunu yayinlamiyoruz. sansûr degil, sadece editörlerin takdiri bu.
size ve yorumlariniza gelince… samimi bir arayis içinde görMüyorum sizi. Ne baskalarini anlamak, ne gerçegi aramak ne de insanlarin baris içinde yasayabilecegi bir ortamin fikri zeminini olusturmak yolunda çaba harcamiyorsunuz.
yazdiginiz yorumlar tuvalet duvarlarina küfür yazip kaçan kompleksli insanlari hatirlatiyor.
Konuyu özünden (soyadinizin aksine) uzaklastirip seklî kavgalara dönüstürme çabaniz var. Kirletici, isgal edici, tekellestirici… Tipki CHP gibi.
kendinizle ilgili kavganiz bitmeden DD’ye fayda saglayabileceginizden süpheliyim. sansür yok sitede ama kisir döngüleri körûkleyen yorumlari yayinlanmaya deger bulmuyoruz…. Hepsi bu.
Yazan:Hakkı Bentek Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Mehmet Yılmaz Bey,
İdil Biret yazısı için teşekkürler, lakin yorumlar niye kapalı ?
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Hakki Bey uyari için tesekkurler, teknik ariza olmus 🙂
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 14, 2009 | Reply
Gerçekler ortada Mehmet bey.Eğer hoşunuza gitmeyen her eleştiriyi “kendi kendini tatmin etmek”olarak düşünüyorsanız bence önce kendi yorumunuzu tekrar okumanızda yarar var.Bir kere “faşizm” dendiğinde ortaya zıplayıp bir kulp bularak tartışmayı bulandırmanız samimiyetinizden kuşku duyulmasına yetiyor.
İnsan önce yazılanı bir okur,neler yazılmış/neler çizilmiş bir inceler.Varsa eksik bulduğu kısmı tamamlar ya da eleştirir.Fakat siz mübarek önceden zıtlaşmaya hazır gardını almış vaziyette daldınız.Peki sizce yazıya konu olmuş antidemokratik uygulamalar doğr mu?Değilse fikriniz nedir?Yoksa sırf gölgelemek adına eften püften uyduruk şeyler mi ortaya atılmalı.
Bakınız,son yorumunuzda bu tavrınızı bir kez daha sergilemişsiniz.Sanki saçma sapan türban yasağı ortadan kaldırıldı da sıra kadınların camideki yer meselesine geldi.Bu kadar absürd fikirle de gelinmez ki.Şimdi sorarım, siz sadece zıtlaşmak uğruna böyle basit fikirlerle gelirseniz sizi kim ciddiye alır ve kim samimi bulabilir?
Bence asıl siz duygusal tatminler peşindesiniz.Bir dini inancım yok ama bu problemli ruh halinizden ben bile sıkılıyorum.Kısacası etkiketlenmekten yakınacağınıza,bence etiketlerinizi insanların gözünün içine sokmaktan vazgeçin.Zira siz farkında olmasanız da tutarsızlıklarınız sırıtıyor.Ayna tutanlara da sitem etmeyin,bunu yapacağınıza işe kendinizi sorgulamakla başlarsanız daha isabetli davranmış olursunuz.
Yazan:fatih y. abbas Tarih: Tem 15, 2009 | Reply
kadin ve erkek, nasyonal sosyalist kafaya gore birbirine, matematiksel, geometrik, kimyasal, fiziki guc, kapasite vs olarak “esitdir”.
onlara gore, aralarinda, her rol ve islev bakimindan “gecislilik” de cok kolay ve mumkundur. ve her an saglanabilmelidir.
Bakiniz: Yakin tarihte “calisma kamplari” ugulamalari. Veya madenlerde de zorla calisan Sovyet kadinlari.
Bu “bilgi” ve “algilari” yuzunden “kadinlara ayri cami” talebinde bulunmak, asla akillarina gelemez. Kadina ozel, ayri isler , farkli bir is ortami, veya ayri ve ozel imtiyazlari asla “anlamazlar”. anlarlarsa,kendi inanclariyla hesaplasmalari gerekecektir.
safdirik olanlarini bilemem, ama bilincli olanlari icin, amac camiye gitmek veya genel anlamda ibadet yapmak degildir asla.ozel bir arkaik ve antik bir inanclari var. cok nadiren telaffuz ederler, ama cok tanrili ve naturalist bir dinleri var, din adamlari da var, aninda,erkeklikten kadinliga, yada kadinliktan erkeklige hizla donebilir.
yine onlara gore kadinlara “ayri tuvalet” de gereksizdir.
ama spor yarismalarinda kadinlar ve erkeklerin ayri 2 kategori olarak, “kendi aralarinda” yarismasina nedense, hic tepki gosteremezler. bazilari su veya bu sektorde cok paralar harcayarak, teknigin tum imkanlarini kullanarak, bu ayrimi da guya gecersiz kilacak gayretlere giriyor.
camiye kadin erkek “karisik girsin” orneginde de bu nedenlerle tutarli degiller..
aslinda, bana gore, onlarin cok kati dogmalari var. ama bildigimiz buyuk dinlerden temel farklari: bireysel sorgulamaya, arastirmaya, akil yurutmeye asla acik degiller.tam tersidir: bilgiyi dogmalastirmak icin cok caba gosterdiklerine tanik olursunuz.