İçeride de Pazartesi, Dışarıda da…
By Konuk Yazar on Ağu 17, 2009 in Adalet, Başörtüsü Yasağı, Kemalizm, Laiklik, Ulus-Devlet, vicdan, Yobaz Laikler
‘İçerisi’, dışarısı, ‘bizim’ olmayan önyargılar ve ‘kendi’ olmaya dair notlar…
Cafer Solgun (Henüz Özgür Olmadık – Hayy Kitap)
Uzun süre mahpus kalmış olmak, “dışarısı”, insanlar ve hayata dair ilginç, farklı ve çarpıcı gözlemler yapabilmenize olanak sağlıyor. “İçerisi”nin tecrit koşulları altında izole edildiğiniz hayat, ister istemez soyuttur. Ziyaretçilerinizin anlatımları, mektuplar ve izleyebildiğiniz kadarıyla medya araçlarından yansıyan “uzak” bir dünyadır “dışarısı”. Çıktığınızda, normalde bir insanın aklına dahi gelmeyecek ayrıntılar, sizin için öğrenilmesi elzem bir ihtiyaçtır. Belediye otobüsüne nasıl binileceği, biletinizi nereye atacağınız, bindiğiniz taksinin kapısının nasıl açılıp nasıl kapatılacağı, caddeden karşıya geçmeyi becermek gibi. Çok dikkatli, çok gözlemci olmak zorundasınız; her şeyi yeniden tanıyan, öğrenen çocuk misali şaşkınlığınızı da, kimseye belli etmemeye çalışarak üstelik.
Uzun süre nasihat dinlemek de “kaderiniz” gibidir, “içeri”den çıkmışsanız. Yakınlarınız, eski arkadaş ve dostlarınız hayatın ve hiçbir şeyin bıraktığınız gibi olmadığını anlatırlar size büyük bir iyi niyet ve ciddiyetle. Birinci ders budur; kimseye güvenmeyeceksin, herkes kendi çıkarının peşinde, sen de öyle olacaksın, yoksa tutunamazsın, zorlanırsın…
Belki hep böyleydi; bu sistemin üreteceği, şekillendireceği başka bir yaşam olması mümkün müydü: Yani çıkarcılık, bencillik, bireycilik, dolandırıcılık ve daha neler neler… Dostluk, arkadaşlık, iyilik, güzellikle ilgili erdem ve duyarlılıklar aşınmış. Bunların sözünü açtığın yerde sana uzaydan gelmişsin gibi bakıyorlar çoğu zaman. Birisi “mahpustan çıkmış” gibi bir şey söylediğinde, çıkar, bencillik, köşeyi dönme planları dışında bir şeyler anlatmaya çalışanın durumu derhal “anlaşılır” oluyor ve içinden veya dışından “sen daha anlamamışsın bu hayatı” türü yüksek perdeden tespitler sökün ediyor.
Bu tür “görürsün, anlarsın, alışırsın” türü nasihatvari söylemlerle çok karşılaştım. Bu sözlerin sahipleri, genellikle eski arkadaşlarımdı. Ve beni en çok şaşırtan da onlar olmuştur. Çoğuyla zor zamanlar yaşadık. İnsanlığımızı koruma, sahiplenme gücümüzden gayri sığınacağımız başka hiçbir şey olmayan zamanlar… Sonra ne olmuştu da her şeye inançlarını yitirmişler ve hayatın anlamını “para kazanmak, daha çok kazanmak” düzeyine kadar daraltmışlardı? Bunun kırk türlü izahatını yapabilirim elbette, ama yine de kabullenemiyor insan. Kuşkusuz kastım, nerede ne yapıyor olursa olsun hayata karşı duruşunu değiştirmemiş olanlarımız değil. “Çıkarın beni bu dışarıdan” diye feryat eden arkadaşlarım da var. Buradaki “kazanmak” da, geniş manada düşünülmesi gereken bir kavram. Bir iş yapıyor olup da sonucunda kazanmak değil anlamaya ve anlatmaya çalıştığım. Bunu bir “amaç” haline getirmiş olmak. Ve söz konusu olan bir ticari etkinlik değil, mesela sivil toplum alanında çalışmak da olabilir. Ortaya koyduğu amaç ve iddialar bir yana, kendi egosu, kariyerizm duyguları ve yaptığı işi içtenlikten yoksun bir “iş” haline getirmesi bir yana…
Bu trajik değişim sosyolojik, psikolojik, kültürel vb. birçok açıdan değerlendirilebilir. Ama gündelik hayatın diliyle değerlendirmek, bence en sahici olanıdır. Gerekçe, “hayat şartları”dır. Gerçekten de “hayat şartları” deyip geçmemek gerek. Kendini “hayat şartları”nın akışına bıraktın mıydı, o akış içerisinde nerede ne olacağını ve bu arada ne hale geleceğini kestirmek kolay değil. Hayat şartlarının akıntısına kendini kaptırmış olmak, insanı bu sürecin içerisinde tanınmaz hale getiriyor. Yaratılan tüketim toplumunun cenderesinde insanlığımız talana uğruyor. Ne için olduğunun dahi ayrımına varmadan, sürekli olarak sistemin önüne koyduğu hedeflerin peşinde ömür tüketmek bir yaşam tarzı/anlayışı haline geldiğinde, ortaya çıkan tablo, günümüzün dünya ve insanlık halleri oluyor. “Doğada yaşamına anlam arayışındaki yegane canlı, insandır” diyen Albert Camus, bugünleri görseydi ne derdi, bilemiyorum… Çünkü “anlamını”, ölçü ve değerlerini yitirmiş bir hayatın insanları olmak, bugün insanlığımızın en büyük sorunudur.
Savaşsız, sömürüsüz, özgür ve adil bir dünyaya dair ütopyalarımız vardı. Ne zaman ve nasıl, inançlarımız, ütopyalarımız, değerlerimiz, olmayası bir “maddi” dünyanın katı gerçeklerinin kuşatmasında yitirdiler bizi ayağa kaldıran, yüreklerimizi kabartan, uğruna her türlü bedel ödenesi heyecanlarını?
Oysa insan, yaşamını ona yüklediği “anlam” ile daha güvenilir, inanılır, ikna edici bir niteliğe kavuşturduğu oranda “insan” olmuş, kendini ve hayatı dönüştürmüştür. Varlığında ve eyleminde tarihin soluk alıp verdiği bir özne idi insan olmak. İnişler, çıkışlar, yengiler ve yenilgiler, bir “yolculuğa” çıkmış olmanın bedeliydi ve fakat vardığımız yer, bugün yaşadığımız insanlık krizi mi olacaktı?
Ama her şeye rağmen “benim hala umudum var” diyebilmek önemli. “…dehşetin karşısında, kavranamaz olanı bile kavrama gücüyle sarsılmadan durabilmek” (Adorno) için.
Eş-dost-arkadaş çevremin bana belletmeye çalıştıkları “hayat şartları”nın ezici ağırlığını yıllardır yaşamın her anında hissediyorum. Boş verebilmek ne mümkün. Ama “başka biri” haline gelmedim ve kendimi “başka biri” olarak hayal dahi edemiyorum. Her ne isem öylece de gideceğim bu dünyadan, zamanı gelince. Gücüm, enerjim, aklım elverdiğince, “değiştirmeye” güç getiremediğimiz bu hayatın içerisinde, kendini korumaya çalışarak yürümektir bütün çabam. “Ölçü” ve “değer” bildiğim duyarlılıklarımı yitirmeden…
Hayat şartlarının ezen ağırlığı altında vicdani olmak, vicdani davranmak her zamankinden daha büyük bir önem ifade ediyor bugün. Benim sosyalizmden bugünün şartları içerisinde anladığım, “bu” hayata karşı ahlaki ve vicdani bir duruşun sahibi olabilmeye yetecek aklı, kişiliği, yüreği olmaktır. Bu kadar sade; ve bir o kadar da ağır, bağlayıcı bir tercih.
Hayata karşı daima “öğrenci” kalmak durumundayız. Yaşamı boyunca insanın “oldum” demesi kadar büyük bir aldanma olamaz. Bu nedenle bir yanım hep “içeride” olsa, kalsa da, “dışarısı”nın çok öğretici bir süreç olduğunu vurgulamam gerekir. Ve öğrendiklerim hep olumsuzluklara dair dert ve hüzün biriktirmek olacak değil ya, beni zenginleştiren, çoğaltan, güç ve güven veren deneyimlerim de oldu.
Şairin “yaşamaktan öğrendiğim bir şey var” dediğince, deneyimlerimden öğrendiğim en önemli şeylerden biri, önyargıların güç ve etkisinin ayrımına varmaktır. Dört bir yandan ideolojik, kültürel manipülasyon araç ve imkanlarıyla “kendi” bakış açılarını, düşünüş tarzlarını bizlere empoze edenleri asla hafife almamak lazım. “Hafife” alınacak gibi değil çünkü. Sistemin empoze ettiği önyargılardan tümüyle arınmış olmak gibi altında kalacağım bir iddianın sahibi değilim elbette. Mutlaka tortularını, etkilerini taşıyorum. Ama bunun ayrımına varmış olmak dahi, az şey değil. Önyargıların neden ve niçinlerini çözümleyebilmede ufkunu açmana imkan sağlıyor.
Bunun bana kazandırmış olduğu şey ise, “hayatın başka boyutları da var” gerçeğiyle paralel, başka dertler de, başka dertlerin insanları da ve sonuçta aynı demokrasi, özgürlük, adalet değerleri için yaşayanlar da olduğunu görebilmiş olmaktır.
Üniversitelerde başörtülü kadınların öğrenim görmesinin yasaklanması, Türkiye’de yılların gündemi. Ama kendi adıma bu soruna yıllarca ciddi bir ilgi duymadım, üzerinde doğru dürüst düşünmedim. Mesele sadece durduğu yerden bakınca başka sorunları görmezden gelmek de değil. Bu, düpedüz kaynağını mevcut statükocu, oligarşik, Kemalist sistemin empoze ettiği düşünce tarzı ve bakış açısıyla ilgili bir şey. Bir de işin içinde Kürt olmak, Alevi olmak, solcu olmak olunca, başörtüsü/türban sorunuyla ilgili refleksleriniz düzenin etkisine daha açık hale geliyor. Bu, çok ilginç ve çelişkili bir durum. Halbuki aynı nedenlerin, başkalarının hak taleplerini, yasağa karşı mücadelelerini daha iyi anlayabilmenin gerekçesi olması gerekmez miydi? Kemalist düşünüş tarzı ve sistemin yarattığı önyargıların gücü, bu denli duyarlılıkları çarpıtan bir etkiye sahip işte…
90’lı yıllar boyunca başörtülü kadınların üniversiteye girmesi yasaklandı. Bu utanç verici yasak halen de devam ediyor. Yasak nedeniyle şapka, peruk gibi garip uygulamalara başvuranlar oldu. “İrtica”nın “öncelikli tehdit ve tehlike” olduğunun saptanmasının ardından, laik-anti laik şeklinde bir “kamplaşma” durumu yaratıldı; kanlı provokasyon eylemlerine girişildi.
Bu durumunun “devlet ideolojisinde” kaynağını bulan nedenlerini sorgulamak yerine, derhal kamplaşma ve kutuplaşmalar yaratılmak istenmesinin çok da “hayırlı” bir niyete tekabül ettiği elbette söylenemez. Üstelik şu veya bu ölçüde bunu başardılar da. Çünkü yaratılan önyargılar korkularla, kaygılarla beslenmişti ve geçmişimiz, bu kaygı ve korkuları canlı tutan bir etkiye sahipti. “Herkesin derdi kendine” olarak özetlenebilecek bir “grup” yaklaşımının da etkisiyle, hiçbir alandaki baskı ve yasaklar, ortak, birbirini sahiplenen bir demokrasi istemiyle, refleksiyle karşılanamadı. Bunun yerine, yaratılan kamplaşmalar üzerinden karşılıklı önyargıların daha da derinleşmesinin önü açıldı. “Demokrat” iddialı birçok kişi ve kurumun darbe olasılığı karşısında bile hayırhah bir tutumu benimsediklerini gördük. “Ne şeriat ne darbe” ya da “bunlar da hak ettiler, bize ne!” şeklinde görüşlerin yüksek sesle dillendirildiğine tanık olduk. Toplumsal duyarlılıklarımızı yapay önyargılar cenderesinde paramparça etmek, kabul etmek gerekir ki, sistemin kendini içselleştirmesinin göstergelerinden biri oluyor…
Demokrasi isteminin herkes adına ve herkes için olması gerekliliğini dahi unutmakla malul olmak, “bize” özgü bir orijinalite. Oysa, mesela “aydın tavrı” deyince hemen her çevreden insanların dile getirdikleri Sartre örneği vardır. Voltaire’in düşünce ve ifade özgürlüğünde şiarlaşmış sözleri vardır. Ne ki iş başa düşünce, önyargıların kuşatan gücü karşısında ilkeli ve tutarlı olmaktan ödün vermek, çok kolay tercih edilen bir yol oluyor.
Fakat bu “karamsar” gibi görünen tablonun özünde, “yeni” bir şeyler de gelişiyor. Hayat pratiği ve deneyimlerin etkisi, şart koşmadan demokrat olmanın anlamını öğretiyor. Kimsenin kendisini merkeze koymadan veya kendisini yegane doğru ilan etmeden, öncelikle varlığını özgürce ifade edebileceği bir ortama duyduğu ihtiyaç, kendi sürecinde, Einstein’in “atomdan da güçlü” dediği önyargıların gücünü etkisiz kılıyor; böyle bir sürece girdiğimize inanıyorum.
Demokratik etkinlikler içerisinde beraber olduğumuz başörtülü, Müslüman arkadaşlarım, benim, kendi içinde bu konularda bir muhasebe yapmama vesile oldular. Gereğini yapmakta geç bile kaldığım bir sorumluluk duygusunu harekete geçirdiler. Tanıma, öğrenme ve empati ile birlikte, bir bütün olarak ilkeli ve tutarlı bir demokrat tutumun, herhangi bir mağduriyeti bir diğerinden farklı bir yere koymadan tavır almayı gerektirdiğini öğrendim bir kez daha.
Tanımak ve anlamak, önyargıların etkisinden sıyrıldıkça insanı büyüten, zenginleştiren bir edim. Ve bunun için de öncelikle, sahip olduğumuz önyargı ve kaygıların “bize” ait olmadığının bilincine varmak gerekiyor. Çünkü gündelik hayatın her alanında, çok çeşitli biçimlerde empoze edilen bu önyargılar, sonuçta belirli bir düşünce tarzı yaratarak içselleşiyor.
“Kendi” olmak, özgürleştiren bir çaba ve süreçtir. Vicdani ve etik boyutları da vardır. Aslında insanlığımıza yönelik talan, nicedir gelip vicdanlarımıza kadar dayandı. Vicdanlarımızı korumak, insanlığımızı korumak ve sahiplenmekle eşdeğer bir anlam ifade ediyor. Sistemin mağdurlarının, “öteki” haline getirilen toplumsal gruplarının, birbirlerine karşı konumlanmış olmaktan, birbirlerini anlayarak, birbirlerinin sorunlarını, istemlerini, mücadelelerini sahiplenerek yan yana gelmelerine ihtiyacımız var. Bu bir “temenni” de değil; daha fazla erteleyemeyeceğimiz bir “görev” ve sorumluluk. Bunu başarabilme süreci, aslında herkesin “kendine” gelme süreci de olacak. Herkesin öncelikle “kendi” olması ise, bu çağdışı sistemin hükmünün sona ermesiyle sonuçlanacak bir yeni sürece girmemiz demek. Çünkü aslında önyargı ve kaygıların etkisinden sıyrıldıkça, birbirimizde göreceğimiz; aynı veya benzer duygu, düşünce ve özlemleri paylaşıyor olduğumuzdur.
“Söz konusu Özgürlükse, Hiçbir Şey Teferruat Değildir” başlıklı bildiri, ciddi bir yankı uyandırdı. Tek merkezden yönetiliyormuş yanılgısıyla bakılan İslami camiada da tartışmalar yarattı. Yaşadığımız süreç, bu çıkışın anlamını azaltmıyor daha da artırıyor.
Zira ihtiyaç duyduğumuz özgürlük ve demokrasi, adalet, her birimizin ortak ve içtenlikli kaygısı olduğu ölçüde, bugün atılan mütevazı adımlar, geleceğimize daha umutlu bakmamızın gerçek birer güvencesi olacaklardır.
Mesele, son tahlilde bir “kendi” olmak sorunudur. “Kendi” olmak, bir özgürleşme iradesidir. Uğraş ve mücadele gerektiren bir yaşam tercihidir. Ve bu, hayatı “yaşanılası” bir insani mücadele alanı olarak anlamlı kılar.
İçerisi, dışarısı, sonuçta yaşamanın mekansal alanları. Önemli olan anlamak, anlamlı kılmak ve bunun yaşadıkça geçerli bir varoluş sebebi olduğunun bilinciyle hareket etmek. Ve değişim, hayat şartlarına teslim olmak değil, o şartları insanileştirmede çoğalan, büyüyen bir dünyaya zihnini ve yüreğini, ufkunu açık tutmak erdemi olduğunca doğru ve anlamlıdır.
Aslolan “kendi” olmaktır ve gerisi, akıp gitmektir varlık ve sonsuzluğa dair…
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.
Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:topluiğne Tarih: Ağu 17, 2009 | Reply
sizin “içeri”niz “dışarı”dan çok daha aydınlık.
tek bir ışık zerresi, yalnız başına aydınlığı getirmiyor.
öyleyse, “akıp gitmek” kalıyor geriye, “varlık ve sonsuzluğa dair”.
birlikte…
güneş ellerimize yakışacak.