Felsefî bir pazartesi…
By Konuk Yazar on Ağu 24, 2009 in Başörtüsü Yasağı, Kemalizm, Laiklik, vicdan, Yobaz Laikler
Bir Başörtülünün Felsefi Dertleşmeleri
Hilal Kaplan (Birikim Dergisi’nde yayınlandı)
Yıllardır girdiği her ortamda egemen iktidar tarafından payına düş(ürül)en başörtülü kimliğini “bu kimliği kabul etmem, ötekimin “başı açık” olduğunu kabul etmem anlamına gelir ve ben bunu reddediyorum” diyerek değilleyen ama yine de yıllardır girdiği her ortamda sadece bir başörtülü olmak makus talihinden kaçamayan ben, uzunca bir süredir ama özellikle son bir yılda üzerimden geçen söylemler hakkında sizinle dertleşmek istiyorum.
Benim Siyasal Simgem Seninkini Döver!
Yıllardır kısır döngüsel bir tarzda konuşulan başörtüsü yasağı hakkındaki tartışmaların güzide argümanlarından birisi de başörtüsünün siyasal simge olmadığıydı. Yasak karşıtları olmadığını savunurken, yasak yanlıları ise siyasal simge olduğunu ve tam da bu sebeple yasaklanmasının gerekli olduğunu savundular. Aslında her iki taraf da siyasal simge olanın yasaklanabilirliği ortak noktasında buluşarak yasakçı bir tavır benimsemeyi meşru kılıyorlardı. Fakat nedense kimse bu noktada “siyasal olan nedir, siyasalın sınırlarını nasıl tahayyül edebiliriz, ona nasıl sınırlar çizebiliriz?” gibi elzem soruları sormayı aklına getirmiyordu. Üstelik yine her iki taraf da siyasal olanı hayattan dışlanması gereken (böyle bir şey mümkünmüş gibi) zül bir şey olarak tahayyül ediyordu.
Nazi geçmişinden kaynaklanan kötü şöhretiyle tanınan fakat hukuk ve siyasal bilim alanlarındaki eserlerinin kıymeti tartışılmaz olan Carl Schmitt’in siyasal olana dair çok önemli bir sözü vardır: “Bir şeyin siyasi olmadığı hakkında verilen karar, kimin verdiği ve hangi gerekçelere büründüğünden bağımsız olarak, daima siyasi bir karardır“. Aslında bu sözden yola çıkarak başörtüsünün siyasal simge olmadığını savunanların, yani onu siyasalın alanından dışlayanların, başörtüsünü bizatihi siyasileştirdiklerini söyleyebiliriz. Fakat aynı mantıksal yürütmeyi başı açıklığın siyasi simge olmadığını savunanlar için de yapabiliriz. Zira Türkiye’de dönen tartışmalarda hep başı örtülülüğün bir siyasallık alanı açtığından fakat başı açıklığın bir tür siyasallıktan tenzih edilmiş öznellik biçimi olduğundan bahsedilir. Oysa çok sarih bir biçimde biliyoruz ki başı açık kadın imgesi Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber üzerine çok ağır siyasal anlamlar yüklenen bir simgeselliğe tekabül eder. Fakat ne hikmetse Cumhuriyet projesinin kadını nesneleştirerek siyasallaştırdığını her fırsatta söyleyen kadın akademisyenlerimizin hiçbiri mevcut tartışmalarda kendini göstererek “ben de siyasal bir simgeyim, üzerime aynen başörtülü kadınlara yapıldığı gibi benden bağımsız olarak yüklenen muhtelif siyasal anlamlar var” diyerek bir çıkış yapmadı. Keşke yapsaydı ve böylelikle siyasal simgesellikler alanında, başörtülü kadın olmak ile başı açık kadın olmak hallerinin arasındaki benzer -simetrik değil- ilişkiye işaret etseydi. Özellikle “simetrik değil” diye belirtme ihtiyacı duymamın sebebi ise başı açık olmanın, başı kapalı olmaya kıyasla, her zaman daha makbul, genel-geçer ve normal olarak kabul edilen bir siyasal simge olmasından kaynaklanıyor. Bu manada başı açıklığın tekabül ettiği siyasallık alanı zımnen iyi, doğru ve normal olarak konumlandırıldığından başı kapalılığın payına da kötü, yanlış ve patolojik olmak kalıyor. Bu minvalde girift siyasal simgesellikler alanında (normal olan) başı açık olmak her zaman (patolojik) başı kapalı olmayı döver.
Beyaz Türklere var da bize yoh mi?
Mevcut tartışmalarda savunulan tezlerden birisi de üniversitede uygulanan başörtüsü yasağının çok saçma olmakla beraber kamu hizmeti noktasında bu yasağın çok anlamlı olduğudur. Gerekçe olarak da kısaca hizmet verenin devleti temsil ettiği ve laik devlet tüm vatandaşlara eşit mesafede (equidistance) durmak zorunda olduğundan, hangi dine mensup olduğu anlaşılan kimsenin devlet hizmeti veremeyeceği gösterilmektedir. 2007 seçimlerinde Sol’dan bağımsız aday olan Baskın Oran ve onun gibi birçok solcunun da hararetle savunduğu argümanlardan birisi de buydu. Burada benim için anlaşılması güç olan nokta Türkiye’deki solcuların -özellikle iş başörtüsü mevzusuna geldiğinde- post-marxist bir siyaset biçimi olan radikal demokrasi teorileri yerine liberalizmin tarafsız devlet mitine sığınmaları hatta üzerinde ihtilaf olmayan1 bir teoriymiş gibi onu mutlaklaştırmalarıdır. Halbuki post-marxist teorisyenlerin (özellikle Slavoj Zizek ve Ernesto Laclau gibi) ısrarla anlatmaya çalıştıkları “tarafsız bakışın” yada “üst dil” kurma çabalarının imkansızlığı ve bu yüzden Sol’un göstermesi elzem olan tavrın Yeni Dünya Düzeni’nin “tekil artıkları” olan dışlanmışlara dayatılan tarafsızlık masalına karşı taraf olmak değil miydi?
Liberal devlet düzeninin, özellikle İskoç Aydınlanması’nda şahit olabileceğimiz, kurucu varsayımlarından biri insanlar arasında çatışmanın istisnai olduğu; aslolanın toplumsal uyum ve insanların birbirine duyduğu sempati olduğudur. Bu bağlamda da liberalizm toplumsal-siyasal antagonizmaların üstünü örtmeye çalışan çokkültürcü ve siyaseten doğru bir dille toplumsal yaşamı örgütlemeye çabalar. Oysa, sol teorilere göre -ister marxist ister post-marxist olsun- aslolan antogonizmadır ve siyasal mücadele bu antagonistik yapının dışlanmışlar lehine örgütlenmesi üzerine kurulmalıdır. Laclau, ideolojik-siyasal hegemoni kurma mücadelesinin hep “spontane” bir biçimde “apolitik” olduğu varsayılan kavramları temellük etme mücadelesi olduğunu söyler. Mesela son bir yılda inanılmaz hızlı bir şekilde marjinalleşen ulusalcıların “Atatürk” ismine ve/veya cumhuriyet gibi kavramların sahipliğine soyunarak mücadele etmesini bu şekilde okuyabiliriz.Aynı şekilde tarafsızlık ilkesini savunanlar da bu “tarafsızlığın” apolitik bir referansa tekabül ettiğine inanmamızı bekliyor. Yine Schmitt’ten esinlenerek denebilir ki: Kim tarafsızlık diyorsa kandırıyordur. Bu minvalde tarafsızlık da bir illüzyondan ibarettir çünkü her evrensel için geçerli olduğu gibi yine bir evrensel olan Devleti de hegemonize eden bir partiküler içerik vardır.Sosyalist mücadele ise siyasal-toplumsal alanda bu partiküler içeriği dışlananların da içlenebileceği bir siyasallık oluşmasını sağlamaya yönelik olmalıdır.
Peki Baskın Oran ve onun gibi düşünenlerin öngördüğü Devleti hegemonize eden partiküler içerik nedir: Açıkçası “Beyaz Türk”lükten başkası değildir. Zira devlet her vatandaşına eşit mesafede olacak derken kastedilen tarafsızlığın tanımı budur: Alevi, Ermeni, Müslüman, Kürt, Eşcinsel, vs olduğu belli olmayan kişi. Yani genel-geçer norm olarak bize “tarafsız” olarak sunulan hizmet veren prototipi başı açık, düzgün Türkçe konuşan, Zülfikar takmayan, hemcinsini andıracak görünüm ve hareketlere sahip olmayan herkes! Slavoj Zizek, faşizmi hayatın ideoloji-dışı bir çekirdekte askıya alınması olarak tarif eder. Bu minvalde “tarafsızlık” etiketi altında hayatın içlediği ne kadar farklılık varsa “taraflı” olarak nitelenip dışlanmakta ve siyasalın kendisi askıya alınmaktadır.
Kaldı ki bu ayrımı savunanlar nasıl bir toplumsallık tahayyülü önerdiklerinin farkındalar mı? Bu ayrım sayesinde devletin hizmet veren bireyde tecessüm ettiği varsayılıyor. Bu minvalde de devletin memuru üzerinde siyasal bağlamlara ve konjonktürlere göre muhtelif yaptırımlarının meşrulaştırılabileceği bir açık uçlu alan oluşturuluyor. Mesela bugün başörtülü akademisyenin tarafsızlığını sorgulayanlar yarın aynı sorgulamayı uzun sakallı akademisyenler için de yapamaz mı? Yoksa farklı ideolojilerin temsil edilmesi meşrudur da başı örtülü kadınlar mı sadece problemlidir? O halde sanırım aynı “sol” görüş hala süregelen bir adaletsizlik olan gayri-müslim vatandaşlarımızın da memur olamamasını destekleyecektir zira Allah muhafaza haç kolyeler takarak yada belki kippalarını giyerek devleti temsil etmeye cür’et edebilirler! Üstelik Baskın hoca her yerde Sünni bir Müslüman olduğunu ilan etmişken, kendi anlayışıyla savunduğu tarafsızlık anlayışına zeval getirmiş olmuyor mu?
Bence insani ilişkileri besleyen bu küçük ayrıntıların ta kendisidir. Bu sebeple insanların birbirlerine takiyye yapmalarını salık veren bu tür siyasal-toplumsal tahayyüllerden fazlasıyla çekmiş biri olarak hizmet alan-veren ayrımını savunanların bu bariz hatadan bir an önce döneceklerini umuyorum. Alevi, Ermeni, Kürt, Eşcinsel, Müslüman, Yahudi gibi farklı kimlik kategorilerinden herkesin bu Devleti temsil edebilecek liyakatte olduğunu ve asıl toplumsal zenginliğin ve normalleşme imkanının bu çoğulcu ortamın toplumun her alanında yerleşmesine izin verilmezse kaybedileceğini görmemiz gerekiyor.
Kendini “normal” görenlere sitemimdir
Başörtüsü yasağının tartışıldığı programlardan birinde liberal kimliğiyle bilinen Ayşe Kadıoğlu, başörtüsünün siyasal simge olmaktan ayıran şeyin kişinin bu yöndeki düşüncesini yaymaması ve başkalarını iknaya çabalamaması olarak belirttikten sonra üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı olmasını seküler bir devlet örneğinden yola çıkarak kanıtlamak için Kanada’da geçen hukuki bir hadiseden bahsetti. Aktardığına göre bir dinsel azınlık grubunun kendi inancı gereği her zaman yanlarında küçük bir hançer taşımaları gerekiyormuş ve okul buna müsaade etmeyince mahkeme başvurulmuş. Uzun bir süreçten sonra hançerin çocuğun ceketinin iç cebine erişilemeyecek biçimde dikilmesi şartıyla okula bu şekilde gelmesine izin verilmiş. Kadıoğlu’nun dediğine göre bu kararı verirken mahkemenin muhakemesi, çocuğun hançeri başkalarına zarar vermek maksadıyla değil dini sebeplerle taşıdığına kanaat getirdiği içinmiş. Bu örnekten yola çıkarak Türkiye’de bir kadının başörtülü olma halinin nasıl patolojik olarak görüldüğünü müşahede edebiliriz. Başörtüsü takmakla hançer taşımak eş-değer olarak kabul ediliyor ve başörtülü başörtüsü üzerinden başkasına zarar vermeyecekse -yani “zehirli” fikirlerini yaymayacaksa- okula girmesi meşrudur deniliyor. Mesela okul sınırları içinde bir arkadaşım “neden örtünüyorsun” diye sorduğunda benim “sana bunu anlatırsam propaganda yapmış olurum ve suç işlerim” demem bekleniyor sanırım. Yani sözünü ettiğim durumda, kendini iktidara haiz görenin “patolojik” olarak tanımladığı zümre üzerinden “normal” payesini elde ettiği ve tahakkümünü güçlendirdiği bir durum mevcuttur.
Ayrıca tabii bir de “türban yayılır mı?” diye formüle edilen bir soru var. Bu sorudaki türban aslında her biri farklı hayatlar yaşayan, farklı öznellik biçimlerini benimseyen, soru sahibi kişiler gibi canı yanan, ağlayan gülen, etten kemikten insanları değil de sanki bir tür bulaşıcı hastalık adını, uru çağrıştırmıyor mu size? Evet, biz patolojiğiz ve başörtülü kaldığımız sürece de “öyle” olduğumuz için patolojik kalacağız sanırım. Patolojik olduğumuz için de birileri bizi devlet eliyle “tedavi” etmeye çalışmaya devam edecek. İşte bu noktadan sonra sosyolojik analiz falan bana çok geliyor ve sadece bu cümleleri okuyup beni anlayanların olacağı umudu içimi sarıyor.
Ben liberale liberal demem, devleti göreve çağırmadıkça!
Liberal devlet teorisinin 1970’lerden beri gelen literatürüne bakarsanız genel olarak göreceğiniz şudur: Devlet, kendini ideolojik manada askıya alarak olabildiğince farklı görüş, ideoloji ve inanç biçiminin birbirine müdahale etmeden birlikte yaşamasına olanak sağlamak zorunda olmakla beraber aynı zamanda hiçbir “iyi yaşam” kavramsallaştırmasını da önceleyemez ve savunamaz. Fakat ne hikmettir ki ülkemizde kendini “liberal” olarak niteleyen muhtelif entelektüellerimiz- mesele yine özellikle başörtüsü tartışmalarında yoğunlaşınca- devleti göreve çağıran birer vazife insanına dönüşüyorlar. Çünkü başörtüsü ve onun simgelediği tarz-ı hayat kendilerinin “iyi hayat” anlayışına uymuyor ve bu sebeple söz konusu tarz-ı hayatı sürenlerin yaşam alanlarına devletin müdahalesini meşru görebiliyorlar.
Sanırım bu yüzden bir kızın başı açık yaşamaya devam etmesi sorgulanmaz, hatta sorgulanması suç kabul edilir. Başı açık kızın, “başı açıklığı” üzerindeki aile otoritesinin sınırları da sorgulanmaz. Başı açık olmaya kaç yaşında karar verdiği de sorgulanmaz. Fakat başı örtülü kızın kaç yaşında örtünmesi gerektiği sorgulanır, sorgulanmalıdır. Onun üzerindeki aile otoritesi sorgulanmalıdır hatta yok sayılmalıdır. Onun tercihlerine direkt yaş sınırı da konabilir hatta dedim gibi bazı liberal demokratlar utanmadan devleti göreve de çağırabilir. Bu hakkaniyetten uzak anlayış, yukarıda bahsettiğim “başörtülüler” olarak patolojik olmak halimizin bir tezahürü olsa gerek.
Öncelikle şunu kabul etmemiz gerek: Hiçbirimiz mahremiyetimizin sınırlarını kendimiz belirlemiyoruz. Bunu bizim için ya toplumsal kurallar ve/veya devletin öngördüğü düzenlemeler yapıyor ya da din yapıyor. Örneğin hiçbir kadın özgür iradesiyle istese bile göğüslerini ortada bırakacak şekilde sokağa çıkamaz. Çünkü bu toplumsal-siyasal kurumların bizim için belirlediği mahremiyet sınırlarının ihlali anlamına gelir. Bu minvalde kadın-erkek, inanan-inanmayan hepimiz belli iktidar modaliteleri tarafından öngörülen zımni yada yazılı mahremiyet sınırlarına riayet etmek zorundayız. Üstelik bu sınırlar bize çok küçük yaşta ailemiz tarafından öğretilir. Mesela belli bir yaştan sonra popomuz açıkta dolaşamayız. Ailemizin bize bunu öğretmeye hakkı vardır hatta öğretmesi zorunludur. Bunu uygulamak toplumsal yaşama müdahil olmanın gereklerindendir. Fakat nasıl ki inanmayan bir ailenin toplumsal mahremiyet anlayışı çerçevesinde çocuğuna, vücudunun belli kısımlarını örtmesini salık vererek, bunu öğreterek ve bunun kendisi için daha iyi olacağını aşılayarak yetiştirmeye hakkı varsa aynı şekilde müslüman bir ailenin de belli yaştan sonra çocuklarına İslami mahremiyet anlayışından bahsetmeye, onları teşvik etmeye hakkı vardır. Fakat başı örtmenin kendisi bireyin mahremiyetini tesis etmesinin minvallerinden biri olarak değil de müslüman öznelliğinin patolojik bir getirisi olarak algılandıkça bir kısım liberaller de devleti göreve çağırıp başörtülü olmaya 18 yaş sınırı getirerek patolojik başörtülüleri ağaç daha yaşken “tedavi” etmeye ve “normalleştirmeye” çalışmaya devam edecekler.
Bildiğiniz gibi 18 yaş liberal teorinin mitlerinden biri olarak bireyin rüştünü ispat ettiği, yani tüm bireysel haklarını kazandığı fakat aynı zamanda hata yapması durumunda da tüm sorumluluğun kendisine ait olduğu bir zaman dilimine tekabül eder. Bu zaman dilimini belirlemenin ne mantıki ne de felsefi bir meşruiyeti yoktur ama malum “kanun böyle diyor”dur. Burada yine dikkati çeken husus başörtüsü takmaya getirilen bu yaş sınırının bireyi 18’ine kadar aslında “hata yapmaktan” koruması ve 18’inden sonra da artık mecburen “ne halin varsa gör” denilmesidir. İşte bu anlayıştır ki benim orta okul yıllarında çok istememe rağmen örtünmemi, bir arkadaşımın örtünmesi sonucu olarak yalnız imam hatip lisesine gitmek zorunda kalmasını, başka bir arkadaşımın ise lise eğitimini yarıda bırakarak dışarıdan bitirmesine yol açmıştır.
Bir yere bırakmam, daha yeni başladık
Aslında bu yazıyla yapmaya çalıştığım şey başörtüsü yasağının kalkmasının gündeme gelmesiyle açılan yoğun tartışma alanında başvurulan söylemlerin bende bıraktığı izleri ve izlenimleri biraz teorik biraz kişisel bir çerçeveden sizinle paylaşmaktı. Türkiye’de bu mevzular yeni yeni tam olarak tartışılmaya, sorgulanmaya başlanıyor. Herkes birbirini dinlemeye ve anlamaya gönüllü oldukça da, bu tartışmaların bizi hepimiz için daha adil ve yaşanılabilir bir hayata yönlendireceğine inanıyorum. O yüzden bir yere ayrılmayın, farklı mecralarda daha konuşmamız gereken çok mesele var, yeni başladık.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.
Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:fatih y. abbas Tarih: Ağu 24, 2009 | Reply
Gariptir, hangi turden sosyo-politik bir ortamda yasadigimizi, bu tur tuhaf yasaklari
ve ayrintili “devletci-merkezi” siyasi duzenlemeleri fark edince anliyoruz, surekli sikayet ediyoruz; ama, is sorumlusunu veya taraftarlarini tanimlayip, elestirmeye gelince, liberalizme, liberal ekonomi politik dusunceye, liberal ozgurluk ve hukuk anlayisina, kiyasiya saldirmaktan da vazgecemiyoruz.
Oneri uretirken de gene, merkeziyetci devletci mudahale ve sosyalist planlama onerilerinden de vazgecemiyoruz. Sosyalist teorileri cozumleme araci olarak kullaniyoruz.
Sosyalist egitim modellerine tutunuyoruz.
Internet ortaminda, dunyada, ab ve abd’de ve bu ulkede, belli basli, ciddiyeti olan liberalizm sitelerini, enstitulerini, bulmak ve kurcalamak cok kolay.
ABD’de de, bu hata cok yapilir, tum program ve politika onerileriyle, basbayagi solcu, hatta sosyalist olan demokrat partiyi “liberal” diye adlandirirlar.
Uzucu ve karamsar algilansa da;acik ve ozetle soyleyim: hic bir estetik,dini, moral, zihinsel, ozel, farkiligi, ozerkligi ve baskaligi ve yonelisi olmayacak surette esitlenmis,esitlenmesi gereken insanlatdan olusan,”sinifsiz, imtiyazsiz, kaynasmis bir kitle” olma amaci ve hedefi resmi bir doktrinin, temel siyasi,hukukive ekonomik ilkesi ve esasi oldugu icin, bu boyledir.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 24, 2009 | Reply
“…Carl Schmitt’in siyasal olana dair çok önemli bir sözü vardır: “Bir şeyin siyasi olmadığı hakkında verilen karar, kimin verdiği ve hangi gerekçelere büründüğünden bağımsız olarak, daima siyasi bir karardır“…”
“…tarafsızlık ilkesini savunanlar da bu “tarafsızlığın” apolitik bir referansa tekabül ettiğine inanmamızı bekliyor. Yine Schmitt’ten esinlenerek denebilir ki: Kim tarafsızlık diyorsa kandırıyordur. Bu minvalde tarafsızlık da bir illüzyondan ibarettir çünkü her evrensel için geçerli olduğu gibi yine bir evrensel olan Devleti de hegemonize eden bir partiküler içerik vardır.
dedikten sonrası ilginç:
“…soyalist mücadele ise siyasal-toplumsal alanda bu partiküler içeriği dışlananların da içlenebileceği bir siyasallık oluşmasını sağlamaya yönelik olmalıdır…”
” olmalıdır ” temenni anlamı barındırıyor cümlenin gelişinden; kast sisteminin yumuşatılması gerektiğini önermek gibi. peki neden ve nasıl bir içleme?
bilgeliği çözülmüş bilgi problemi, toplumsal çözülmeyi beraberinde getirir ve mecburen örgücü(isterseniz kurucu-inşacı deyin) iktidarın işbaşı yapmasını zorunlu kılar yoksa mahvolur herkes. başörtüsü, siyasallığı ile tarafsızlıkları siyasallaştırıp saray duvarlarını topa tutuyor: üzgünüm takke düştü çok yaşayamayacaksın padişahım…
buradan nasıl bir ders çıkarıyoruz? siyasallaşma’dan dem vuranlar tehlikelilerdir. tanrının hakkı tanrıya; sezarın hakkı sezara. ya paryanın hakkı? o da sezara.
siyasal islamcılık bu yüzden tarafsızlığını kaybetmiş ideolojileştirilmiş ve şaaptırılmış bişey oluyor…
fatih bey’e;
“…liberalizme, liberal ekonomi politik dusunceye, liberal ozgurluk ve hukuk anlayisina, kiyasiya saldirmaktan da vazgecemiyoruz…” çünkü o hala tarafsız geçiniyor; bilgeyim diye çalım satıyor. kast sistemiyle bir ilgim yok diyor hatta belki tam da hem dışarıda ve aşağıda duranı, içeride ve yukarıdaymış illüzyonuyla boyuyor ki tektipini kuşanan (kuşatıldı çünkü) tiki tipsizlikten yakınmayı kesiyor; patalojikler hariç.
hiçbir modern paradigma tektip dışı bir algıya sahip olamaz; “tek” in neliği konusunda fikri olmayanın “tek” i dilediği cümlede dilediği gibi kullanabilmesi, özgürlükleri şer lehine bükebilme serbestisindendir: katliam yapabilme serbestisinden…
bu yazı için yazara teşekkür ederim.
Yazan:eg Tarih: Ağu 24, 2009 | Reply
hilal bunu sanıyorum başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliği sonrasında gerek solcuların, gerekse de liberallerin büyük bir çoğunluğunun “şimdi sırası mıydı, olacaksa bütün özgürlükler hepsi olmadan olması akp’nin kendi hassasiyetlerini öne aldığını gösteriyor” tarzı eleştiriler yaptıkları sırada yazmıştı. evet o zamanlar baskınlar da, bir takım liberaller de sınıfta kalmışlardı feci şekilde. ve etyen mahçupyan gibi hakiki demokratlarla, liberal ve sosyal demokratların farkları ortaya çıkmıştı. ben açıkçası unutmuyorum. mesela şimdi orada burada kürt açılımı ile ilgili yazıp duran baskın oran’a (o açılımı sonuna kadar desteklediğim halde) bir kontra soru soruyorum: “efendim bütün haklar ve özgürlükler herkese hakkıyla verilmeden (mesela başörtüsü ile ilgili özgürlükler ve haklar) bu konuyu gündeme getirmenin sırası mıydı? böyle bir tutum, baskınların kendi hassasiyetlerini gözettikleri anlamına gelmez mi? evet aslında biraz kendisine bakan ve biraz kendisiyle dertleşen insanların anlaması bu kadar kolay birşey bu. ama nerde bu ülkede öyle namuslu aydın, nerde bu ülkede araştırma kabiliyeti kadar zeka ve vicdan kabiliyeti de olan entelektüel!!!