Din-Devlet İlişkileri Bağlamında Muhafazakarlık II
By Mehmet Yılmaz on Ağu 25, 2009 in Basın günlüğü, Felsefe, Muhafazakarlık, Tarih
Bahadır Kurbanoğlu (Haksöz Dergisi)
Türkiye’de muhafazakar muhayyilenin oluşumuna katkı sağlayanların görüşlerine yer vermeden evvel, bu muhayyileyi derinden besleyen sacayakların başında gelen Bergson’a ve muhafazakarlar üzerindeki etkisinin, metafiziğini oluşturan hangi kavramlar üzerinden oluştuğuna kısaca değinmekte fayda var.(1)
‘Bergsonculuk’un Muhafazakar Düşüne Etkileri
Bergson’un, düşünce dünyası ile ilk temasını sağlayanlar Ahmet Şuayip ve Rıza Tevfik olmuştur. Tevfik’in 1913 yılında İçtihad dergisinde yayınlanan “Henri Bergson ve Felsefesi” isimli makalesi konu ile ilgili yazılmış ilk yazı olarak kabul edilmektedir. Bergson felsefesinin özellikle edebiyatçı çevreler üzerindeki etkisini 1921 yılında yayın hayatına giren Dergah dergisinde de izlemek mümkündür. Mustafa Şekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Peyami Safa, Mehmet Emin ve Yakup Kadri gibi genç nesil aydınlarca temsil edilen bu çevre Bergson’u birçok yönüyle Türkiye’ye tanıtmışlardır. Böylece Bergsonculuk, dayandığı romantik-irrasyonel eğilimler vesilesiyle, değişim ve yeniliği yaratan toplumsal ve siyasal dinamikleri ateşlemeyi hedefleyen dönemin aydınlarına uygun bir felsefi dil sağlamıştır.(2)
“Yaratıcı bir hamle” içinde ulusal bir kimliğin yaratılması amacı Dergah çevresi dahilindeki Bergsoncu-muhafazakarların bağlandıkları yeni bir kültür ve değişim görüşünü de şekillendirmeye başlamıştır.(3) Bu anlamda muhafazakarların “toplum mühendisliği”ne karşı geliştirdikleri “atılım mühendisliği”nin dayandığı kendiliğindenlik(4) anlayışının oluşumunda Bergson’un büyük katkısı vardır.
Bergsonculuk, edebiyat alanında da farklı bir üslubun doğmasına neden olmuştur. Bergsonizmin bir yansıması olarak, Yahya Kemal ve Tanpınar’da süreye (durée) ve sürekliliğe(5) yapılan bütün estetik vurgular, toplum olarak yaşanan hafıza ve miras kaybı, bunun getirdiği keder, hüzün, yas, melankoli duygulanımlarını içeren bir halet-i ruhiyenin neticesidir. Yahya Kemal’in Üç Tepe’si bu düşüncenin bir manifestosu olarak nitelenmektedir. Ayrıca, Şekip Tunç’un Hakiki Hürriyet, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fehim Bey ve Biz ve İsmail Hakkı’nın Kerbelaya Giden Derviş’i Bergson felsefesinin muhafazakar düşünceye yansıyan anlayışının en veciz ürünleri olarak görülmüştür. (Çınar, Muhafazakarlık : 2003)
Batı felsefesinde mekanizm, determinizm ve zihincilik; bilimde Darwincilik, Lamarkçılık ve ahlakta da faydacılığa karşı getirdiği etkin eleştirilere dayanan Bergsonculuk, 1920’li-30’lu yıllar içerisinde muhafazakarlara, pozitivist, rasyonalist ve devrimci yaklaşımlara karşı alternatif felsefi bir akım olarak yeni tezler sunma imkanı sağlayan ekol olmuştur.
Bergson’un düşüncesi, muhafazakar bir modernlik arayışında, geleneğe referans vermeyi ve geçmişi bugünün bir parçası olarak önemsemeyi meşrulaştırıyordu. Muhafazakar düşünce, modernliğin düz çizgisel ilerleyen zaman anlayışından rahatsızlık duymuş; yıkan ve yeniden yapan modernizme karşı değişmezin, sürekliliğin arayışında olmuştur. Cumhuriyet inkılabının maziden her alanda radikal bir kopuşu hedefleyişi, maziyi bir öteki imgesi olarak kuruşu muhafazakar yönelimlerin bu ihtiyacını derinleştirmiştir.
Bergsonculuğun felsefe alanında getirdiği yeni anlayışın başında anti-materyalist ruhçu temelde “din” konusu başta gelmektedir. Bergson’un da katkıları ile dinin modern toplum içerisinde yeri ve canlanma olanakları, din-bilim ilişkisi, inancın sosyolojik kavramlaştırılması, din ile sosyalizm ilişkisi gibi konular üzerine yoğun tartışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Bergson’un zihincilik karşıtı ve epistemolojik olarak sezginin üstünlüğünü savunan görüşü, pozitif bilim anlayışını tamamen yıkamamakla birlikte döneminin bilimcilik düşüncesini derinden sarsmıştır. (Safi : 2005)
Bergson’a göre; ilmi bilginin ötesinde felsefi bilgi vardır ve sezgi de zekadan ayrı bir bilgi vasıtasıdır. Zeka, madde aleminde mutlak hakikate ulaşabilir. Ancak, hayatın bilgi vasıtası zeka değildir. Bu alandaki mutlak hakikate ancak sezgi ile ulaşılabilir. Bu iki vasıta kendi alanları dışına çıktıkları zaman hiçbir şey göremez, boşlukta kalırlar. Bu yüzden Bergson’un felsefesine “sezgi felsefesi” denilmiştir. (Eroğlu : 2007)
Bergson’a göre sezgi, aklın iradeyi hapsettiği çemberden içgüdü vasıtasıyla kurtulur ve bu suretle hayatı doğrudan doğruya bilir. Şu halde metafizik bilgi, bölüp parçalamadan, anlık bir ışımayla içeriden bilen vasıtasız bir bilgidir. Metafizik, sezginin hükümran olduğu ve akışın dinamik bir biçimde kavrandığı doğrudan bilgi alanıdır. (Tokay : 1988)
Yeni bir metafizik anlayış içerisinde ruhun yaratıcı gücüne yapılan vurgu ve madde dünyasındaki yaratıcılığın kaynaklarının araştırılması, Bergson’un sıçramalı evrimcilik anlayışı içinde öne çıkan yaratıcı irade ve hayatın kendiliğinden yaratıcı potansiyeli üzerine yapılan yoğun tartışmalar, Batı düşüncesi içerisinde yaşanan ve Türkiye’ye de yansıyan yeni bir dönemin habercisi olmuştur.
Bergson’un özellikle süre (durée) kavramı, Cumhuriyet’in ilk dönem muhafazakarlarının modern zaman algısı ile gerilimlerini çözmede ve geçmişin konumlanacağı yerle ilgili endişelerini giderme noktasında birebir işlevsel olmuştur. Bergson’a göre süre parçalanamaz; parçalanması niteliğini kaybetmesi demektir. Kendi ifadesiyle “Süre, geleceği kemiren ve ilerledikçe büyüyen geçmişin daimi bir ilerlemesidir. Geçmiş hiç durmadan büyüdükçe kendisini de hiç durmadan hıfzeder. (Aydoğdu : 2000; Öztürk : 2007) Mesela Tanpınar’ın “yekpare, geniş bir an” sözleri, bu zaman kavrayışının tipik sembollerinden biri olarak nitelenegelmiştir.
Muhafazakarların Temel Görüşleri
Muhafazakarlığın kurucularından kabul edilen Yahya Kemal’in hocası Mustafa Şekip Tunç, düşünceleriyle Peyami Safa ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi önde gelen muhafazakarları da etkilemiştir. O, 1920’li yıllardan itibaren Bergsoncu bir anlayışı çeşitli kavramlar(6) aracılığıyla savunagelmiş, hatta “Ulusal Kurtuluş Hareketi” ile bunları birleştirmeye çalışmış, Kemalist inkılapları bu kavramlar muvacehesinde değerlendirmiştir.
Kültürel farklılıklara vurgu, toplumsal değişimin kendiliğindenliği ve özgünlüğü onda da belirgin ana temalardandır. Bilimsel hakikat ve doğrular çerçevesinde gelecekte daha akli bir toplumsal organizasyon yaratmak hedefiyle topluma müdahale eden siyasal anlayışın dayandığı akılcı-pozitivist felsefe, toplumu tek bir yöne, mutlak kurallarla oluşturulmuş bir yapıya mahkum etmeye çalışmaktadır. Oysa toplumların izleyecekleri farklı değişim yolları olabileceği gibi, pozitivizmin amacı da ilerlemeci modeli evrenselleştirerek ulusal kültürler arası farklılıkları yok saymaktır.
Özgünlükten ziyade Burke, Bonald, Bergson gibi “İsyankar Alternatif Modernleşme” teorilerini dillendiren muhafazakarların anti-pozitivist ve ruhçu felsefelerine dayanan bu görüşleri; Safa ve Tunç başta olmak üzere milliyetçi/Türkçü muhafazakarların inkılaplara “kendiliğinden bir değişim” ve “süreç” olarak bakmaları, sistemik dönüşümlerle barışık ve “diğer Batı”ya ait kaynaklar yolu ile metafizik temelleri kuvvetli yeni bir cumhuriyetçi yaşam felsefesi oluşturmaya çalışmak olarak nitelenebilir.
“Değişim” içerisinde “süreklilik” arayan, “Anane” üzerine tezler ortaya koyan ve bu konuda Bergson’un “Yaratıcı Atılım”ı ile Durkheim’in “Organizmacı Toplum” görüşlerine bağlı kalan muhafazakarlardan biri de İ. Hakkı Baltacıoğlu’dur. Ona göre muhafazakarlık “ölü örflere bağlılık”tır. Anane ise, “kollektif vicdanın sabit canlılığını koruyan parçaları”dır. O, Bergson’un “Zaman” ve “Oluş” üzerine görüşlerinden yola çıkarak toplumsal hayatın sürekli oluş halinde olduğunu savunmuştur. Toplumsal değişimin “Mekanik Evrimcilik” kuramını eleştirmiş ve “Yaratıcı Evrimcilik”i savunmuştur. Yani ona göre “Tekamül” tedriciliğin ve birikmenin eseri değil, yaratıcı bir fiilin mahsulüdür. Bu anlamıyla değişim; her toplumun kendi koşullarına bağlı olarak ortaya çıkacak gerekliliklerin bir sonucu olarak kendi kendine oluşacaktır.
Bergson, Durkheim ve Gökalp sentezinin belirgin izlerini taşıyan Baltacıoğlu’na göre yaratıcılık ruhu halkta ve onun geleneklerindedir. Halka doğru gidilerek bu gelenekler keşfedilecek ve bu sayede bir gelenekler birliği olan Millet’e (Milletleşmeye) ulaşılmış olacaktır. O da Cumhuriyet inkılapları konusunda temkinlidir: “Cumhuriyet inkılapları Atatürk önderliğinde topluma kabul ettirilmiş dışsal bir yenilik değil, tarihi ve toplumsal koşulların zorunlu bir sonucudur.”
Ona göre Türk aydınlarının şuursuz bir anane düşmanlığı vardır. Oysa anane demek, milletin belkemiği demektir. Anane değişmedikçe millet de değişmez. Bir millet dış sebeplerle dilini yahut dinini kaybedebilir; fakat dil ve dininin ananesini kaybetmedikçe o millet henüz kaybolmamıştır.
“Bir devlet kurmanın kolay, bir millet yapmanın güç, bir anane yaratmanın imkansız olduğu” düşüncesinden hareketle Kemalist modernlik hareketini kültürcü temeller üzerine bina etme çabasına girişen Baltacıoğlu ve Yeni Adam dergisi çevresi, buradan yola çıkarak yeni rejimin medenileşme ekseninin belirlenmesinde evrenselci modernliğin karşısına “ananeci” ve “kültürcü” modernliği koymuşlardır. Bunu ise dinin, ahlakın ve örfün pragmatik ve araçsalcı bir yaklaşımla değerlendirildiği şu dört temel unsurun üzerine bina etmişlerdir.
– Din, ahlak, hukuk, zevk ve teknikte tutulması yahut atılması gereken örfler ilmi ve objektif olarak belirlenecek,
– Garplılaşırken soysuzlaşan milli kurumlar bu bozulmadan kurtarılacak,
– Orijinal kültür ve orijinal medeniyete doğru yol alınacak,
– Halk ile aydın arasındaki derin boşluk doldurulacak. (Safi : 2005; Göral, Muhafazakarlık : 2003)
Din konusunda “irtica” ve “yobazlık”ı eleştirirken, muhafazakarlıkla beraber inkılapları da savunan düşünürlerden biri de Peyami Safa’dır. Ona göre İnkılapçılık gelenek düşmanlığı değildir. İnkılaplar taklit edilemez. Hiçbir inkılap tek adamın eseri olamaz. Türk inkılapları Atatürk’ten çok önce başlamıştır. “Hürriyet” 1908’de, “Kadınların çalışabilmesi” 1905’te, “Kız-Erkek öğrencilerin üniversitede beraber okuyabilmesi” 1920’de, “Latin harfleri” ve “Şapkanın kullanımı” yönündeki akımlar çoktan vardır. “Milli Hakimiyet” 1923’te değil, 1908’de başlamıştır. “Serbest seçim” 1908’de gerçekleşmiştir. “Yürütme kuvveti” saltanattan alınarak serbest oyla tayin edilmiştir. Tek Parti dönemi ise serbest seçimlerin ve demokrasinin olmadığı totaliter bir dönemdir.
Laiklik, Batı medeniyetinin şartı ve esası değildir. Örneğin İngiltere laik değildir. Batı medeniyeti hala Hıristiyan geleneklere bağlıdır. Laikliği eleştirmek de Batılı bir ülkede irtica sayılmamaktadır.
Netice itibariyle o inkılapları bir tekamül hamlesi olarak görmüştür. Tarihsiz tekamülü ise mümkün görmemektedir. Geçmişe dayanmayan bir geleceğin temeli yoktur. Bu şartları inkar eden bir inkılap anlayışı Batı medeniyetine değil, komünizme mahsustur. Türk inkılabı devrimci değil, evrimcidir. Gelenek düşmanlığı ise, sadece medeni inkışafa engel olan geleneklere düşmanlıktır. Yani muhafazakarlık ve inkılaplar birbirinin zıttı değil, tamamlayıcısıdır. Bu manada eski-yeni kavgası saçmadır, zira “ileri bir milliyetçilik” dünü ve yarını birlikte kucaklar! Bu anlamda Türk inkılabının daha önceden tasarlanmamışlığı ile zaruretten doğmuş olmasını ve realite içerisinde kendini yetiştirerek başarıya ulaşmasını “Türk deneyimi” olarak görmektedir. İnkılaplar “doktrin”leştirilip kitabileştirilemez, çünkü onun kitabı hayatın ve canlı tarihin ta kendisidir. (Safi : 2005; Çiçek : 2007)
Rasyonaliteye karşı olmakla birlikte determinizme olan bu yatkınlığı Türk İnkılabına Bakışlar’da(7) yapmaya çalıştığı şeyle örtüşmektedir: Amaç, Kemalizme yönelik her türlü yanlış anlamayı ortadan kaldıracak şekilde, tarihsel ve toplumsal yerine oturtma ya da akl-ı selimin ve ölçülülüğün yorumlarını kazandırmaktır. Buradaki temel tezi inkılapların anane düşmanı olmadığını ispatlamaktır. Nitekim Garpçılık, İslamcılık ve Türkçülük üzerine yaptığı değerlendirmelerin ardından vardığı sonuç da bu tavrı desteklemektedir:
Ona göre savaştan iki akım yaralı olarak çıkmıştır. Türkçülük ve Garpçılık. İki akımın da kangren olmuş taraflarını kesip atmak suretiyle en büyük ameliyatı Atatürk yapmıştır. O, Medeniyetçilik ve Milliyeçilik’te bu büyük projeyi gerçekleştirmiştir. Medeniyetçilik kökü bizi Avrupa ve Garp metoduna, düşüncesine ve işbirliğine bağlar; Milliyetçilik kökü ise Orta Asya ve Şark menşeilerimize, dil birliğimize ve tarihimize götürür. Yapılan tüm inkılaplar bu iki unsur çerçevesinde gerçekleşmiştir. (Çiçek : 2007; Safi : 2005)
Rejimi tehdit etmeyecek, onun bıraktığı boşlukları dolduracak, hatta ona ahlaki bir alt yapı önerecek; dinin ise meşruiyet kaynağı değil, bir yardımcı unsur, manevi çöküntüyü engelleyecek bir toplumsal harç gibi görülmesinin temel umdelerini ortaya koyan şahsiyetlerden biri Remzi Oğuz Arık’tır. O, milliyetçi-muhafazakarlığın en önemli isimlerinden biridir. Ona göre Türk milliyetçiliğinin merkezi Anadolu’dur(8), Yeni Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Ana tema “manevi çöküntü” olmakla birlikte, din konusundaki temkinli duruşu dönemin muhafazakarlarının genel temayüllerini yansıtmakta ve o da bu hususta bir “orta yol” arayışındadır. (Tüfekçioğlu, Muhafazakarlık : 2003)
Aydınlanma, modernleşme, laikleşme ve liberalleşme karşıtlığını bünyesinde toplayan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu ise tıpkı Le Play’in bütün kötülüklerin anası olarak Fransız Devrimi’ni görmesinde olduğu gibi o da kökten bir Tanzimat ve 1908 devrimi karşıtıdır.
Ona göre din, bilimsel dönüşümün temelidir. Din ile bilim ayrı şeyler değil birbirini tamamlayan unsurlardır. Yerli kültür evrensel değerler tarafından yozlaştırılmaktadır. Katışıksız-ideal cemaat arayışı onu kültürü ihya etme arzusuyla kirlenmemiş olarak addettiği “Tasavvuf”a götürmüştür. Dile yabancı kelimelerin eklenip kirletilmesine karşı olduğundan dil devrimine mesafeli yaklaşmıştır.
O, Türk-İslam sentezine önemli katkılar sağlamakla birlikte, 1930’lu yılların Alman ırkçılığından etkilenmiş, bir yandan koyu katolik görüşleriyle bilinen Le Play’in muhafazakar düşüncelerinin sosyolojik açılımlarını Türkiye’ye taşımışken, diğer yandan Sombart ve diğer Alman Kürsü Sosyalistlerinin söylemlerini kendi milliyetçi sosyalist ideolojisinin merkezine yerleştirmiştir. (Kansu, Muhafazakarlık : 2003; Safi : 2005)
Milli kültürün harcını müslümanlıkta gören Yahya Kemal ise Osmanlı tarih ve kültürüyle Cumhuriyet arasında köprüler kurma çabasındadır. Malazgirt Savaşını İstanbul’un fethiyle; Milli mücadeleyi Fransız İhtilaliyle örtüştürme çabası ve “yabancı fikirlerin ortasında kendi olma çabası” onun başat tezlerindendir. Tabii bütün muhafazakarlarda olduğu gibi bu “kendi olma çabası” “tarihin yeniden üretilmesi”yle kazandırılmaya çalışılan bir milli kimlik arayışıyla atbaşı gider. Ziya Göaklp’in sosyolojist milliyetçiliği ve Kemalist ulusçuluğun karşısına bu “kendiliklerimizi savunma” anlayışını koymuştur. Ona göre milli oluş gelenekte bulunan “hakikatin üstünlüğü”nü kavramakla mümkündür. (Demirel, Modernleşme ve Batıcılık : 2007)
Doğu-Batı-Memleket realitesi üçlemesiyle bir sentez arayışındaki A. Hamdi Tanpınar ise “asıl miras ne mazi ne de Garpta, önümüzde yumak gibi duran hayatımızda” demektedir. Mazi, kültürel ve sanatsal ögeleriyle korunması gereken estetiktir. Bergsoncu “devam/süreklilik” düşüncesi onda da kendini kültür, sanat ve din ögelerinin değişse de devamlılığı esası üzerine kuruludur. Tanzimat’tan sonra bu “devam” ve “bütünlük” kaybolmuştur. Geçmişimizi değiştiremeyeceğimize göre geçmiş ile ilişkimizi değiştirmemiz gereklidir. Saatleri Ayarlama Ensitüsü’nde tam da bu konuya değinir. Saat “halk”, Enstitü “devlet”tir. Toplum mühendisliği ve topluma yukarıdan müdahaleyi o da eleştirir. (Apaydın : 2006)
Necip Fazıl ise hal, mazi ve istikbale ait düşüncelerinde diğer muhafazakarlarla hemfikirdir. Ona göre Batılılaşma serencamında dini, ahlaki ve tarihi değerler arasındaki insicam ve denge yitirilmiştir. Çöken maddi Batı medeniyeti karşısına maneviyatı koyma önerisiyle bu düşünceye yeni bir şey katmaz; bu maneviyat da Sünni mistisizmi ve Tasavvuf’la tamamlanır.
Necip Fazıl bu nedenle İstanbul ve Anadolu merkezli olmayan evrensel/ümmetçi İslami görüşlere şiddetle karşı çıkmış, Mehmet Şevket Eygi ile birlikte “Milli ve muhafazakar” bir din algısının sözcülüğünü yapmıştır. Onun muhafazakarlar arasındaki özgünlüğü “Şanlı Tarih” anlayışında ortaya çıkar. “Ulu Hakan Abdülhamid Han”, “Vahidüddin Han”, “Sahte Kahramanlar”, “Namık Kemal”, “Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar”, “Son Devrin Din Mazlumları” gibi eserleri bu tarih yazımının örneklerini oluşturur. Üretilmiş resmi tarih algısının karşısına maziyle köprü kurma anlamında yine üretilmiş bir tarih yazımıdır bu. Muhafazakarlardaki “Nostaljik tarih” algısıyla örtüşen bu tutum, İslam’ın burada düştüğünü ve yine buradan ayağa kalkacağına inanan bir milliyetçi-muhafazakarlıktır.
Görüşlerini Hareket dergisi’nde(9) ortaya koyan Nurettin Topçu ise 1930’lu yıllarda Fransa’da aynı çevreyi paylaştığı Hıristiyan mistik düşünürlerin Avrupa Sanayi uygarlığına yönelttiği eleştirileri Türkiye şartlarına uyarlamıştır. Ona göre gelenek gerçek değil, tahayyül edilmiş ideal bir ütopyadır. “Ruhçu Anadolu Sosyalizmi”, “Anadolu toplumculuğu”, “İslam ruhçuluğu”, “İslam Sosyalizmi” onun görüşlerini özetleyen kavramsallaştırmalardır. Anadolu ideal ölçüleriyle kurulamayacak kadar bozulmuştur ama hiç değilse ideal geçmişinden yola çıkarak biraz olsun kendine benzetme çabası güdülmelidir.
Topçu’ya göre din İslam’dır, yurt Anadolu toprağıdır, soy Oğuzlara dayalı Türk soyu, dil Türkçe, ekonomik düzen toplumculuk ve devlet merkeziyetçidir. Onun görüşlerinde devlet herşeyden fazla yer tutar. Zira kaybolan ahlakı oluşturacak, cemiyeti yükseltecek olan yegane dayanak “Büyük Devlet İradesi”dir. Bu anlamda diğerlerinde olduğu gibi ebed-müddet güçlü devlet olgusu onun görüşlerinde de başat bir yer tutar.
“Kalp Hareketi” ve “Millet mistiği” tanımlamaları batı kaynaklı tezler olmakla birlikte milliyetçiliğinin ve milli tarih anlayışının temellerini oluşturur. Ona göre Anadolu Türkünün Malazgirt’ten bu yana oluşmuş bir milliyetçiliği vardır. İşte Kalp Hareketi bu ruhçu milliyetçiliğin bin yıl içinde sürdürdüğü hareketin adıdır. Bu yeniden üretilmelidir. Millet mistikleri ise muhafazakar ütopyanın kurucularıdırlar. Bunların kuracağı (Anadolu) ütopya “Otoriter Yönetim”, “Ruhçu Sosyalizm” ve “Milli İktisat” anlayışlarına dayanmalıdır. (Apaydın : 2006; Safi : 2005; Gül : 2006)
“Kültür Değişmeleri”ni temel tezi haline getiren ve 1980’lere kadar Türk sağının en etkili isimlerinden biri olarak kabul edilen Mümtaz Turhan’a göre Batı’nın özü bilinmemektedir. “Batılılaşma yolculuğumuz sathi, yüzeysel, şekilci ve taklitçidir.” Adeta bir Garpçılık mutaassıplığı söz konusudur. Hakiki Garplılaşmanın “bize özgü nitelikleri” alınmalıdır ama herşeyden önce batılılaşma önce “millet olma” ve “milli kültür”dür. Ekonomik kalkınma da buna bağlı olarak oluşacaktır.
Batının özü ilim, teknik, hukuk ve hürriyettir. Bu medeniyetin bu asli unsurları benimsenmelidir. Sonuçları sebep zannetmek başarısızlığın asıl unsurlarıdırlar. O, hem pozitivist bilim anlayışıyla toplumsal ve siyasal sorunların çözüleceğine olan inancı hem de ortaya koyduğu “Turhan Projeleri” ile klasik muhafazakarlardan ayrı bir tutum sergilemiştir. Ama o da sosyoloji ve sosyal psikolojinin verilerine dayanarak inkılaplara karşı çıkmıştır. Ona göre Atatürk devrimleri aydınlarla halk arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. İnkılaplara yönelik eleştirileri üç madde üzerine kuruludur:
– Kültürel ve sosyolojik değişmeler elbise değiştirmek kadar kolay değildir
– Kültür değişimlerinde zemin hazırlanmalı, sebep sonuç ilişkileri iyi tespit edilmelidir.
– Bazı toplumların hiç değişmediği, özel gayretle değişmesi gerektiği tezi yanlış çıkmıştır.
Turhan’a göre halkın tepkisi inkılaplara değil, inkılaplar vesilesiyle yapılagelen anlamsız baskılaradır. O, 1960’lardaki siyasi dönüşümlerin de etkisiyle parlementer demokrasiye karşı çıkmış ve “Milli iradeci”, “anti-komünist” ve “Muhafazakar” bir demokrasiyi önermiştir.
Muhafazakarlık açısından eleştirilegeldiği noktalar ise, pozitivist bilim anlayışı, sosyal mühendislik eğilimleri, devlet-toplum ilişkilerini mekanik olarak algılaması gelmektedir. (Safi : 2005)
Türkiye siyasetine damga vuran eğilimi Liberal-muhafazakarlık olarak tanımlarsak, bu geleneğin başat isimlerinden biri, hatta en önemlisi Ali Fuat Başgil’dir. Hatta kültürel muhafazakarlığın siyaset sahnesine yansımaya başladığı günlerden itibaren bu siyasete yön veren temel tezlerin (laiklik gibi) oluşturucularının başında Başgil gelmektedir. Onun “demokrasi”, “ılımlı milliyetçilik” ve “laiklik”le ilgili savunuları günümüze kadar geçerliliğini koruyan tonlarda ortaya konmuş, anglo-sakson tarz Türkiye siyasetine ve çevrenin muhalefet diline egemen olmuş, hatta Merkez seçkinlerin tanımlarını da etkilemiştir.
Tek Parti döneminde otoriter ve inkılapçı bir tutumu benimseyen Başgil’in fikirleri çok partili sürece girerken demokrasi ve özgürlükleri savunan bir çehreye bürünmüştür. O, demokrasiyi sadece şekli anlamda bir hükümet etme modeli olarak değil, bir zihniyet, terbiye, iklim ve muhit olarak ele almış, insan tabiatına en uygun sistem olarak görmüş, “ahlaki temele sahip maneviyatçı bir rejim” olarak tanımlamıştır.
Onun ılımlı milliyetçi görüşleri de muhafazakar-maneviyatçı bir tonda olmuş, milleti sadece soy, dil, ülke, tarih, inanç gibi değerlerle değil bunların hepsini kapsayan bir “ruh ve gönül anlaşması” olarak tanımlamıştır. Onun şu sözü meşhurdur: “Samimi bir milliyetçi ister istemez maneviyatçıdır; maneviyatı nefyeden bir milliyetçilik haddizatında kılık değiştirmiş bir menfaatçiliktir.”
Başgil’e göre Tanzimat’tan beri yapılagelenler yaratma değil, taklittir. Türkiye’de inkılapların başarısızlığı cumhuriyet elitinin Batıyı bilmemeleri ve yanlış anlamalarıdır. Ona (ve pekçok muhafazakara) göre modernite içinde geçmişle geleceği en iyi sentezleyen milletler İngilizler ve Japonlardır.
Başgil, hürriyetleri birey açısından değerlendirmiş ve taassubun olduğu yerde bireyin tekamül edemeyeceğini savunmuştur.
Laiklik konusunun ilk ciddi, sistemli eleştirisi ve kuramlaştırmasını yapanlar arasında Başgil’in önemli bir yeri vardır. Onun anglo-sakson laikliğine ilişkin görüşleri İslamcı-muhafazakar gelenek tarafından statükonun laiklik tanım ve uygulamaları karşısında halen dillendirilegelmektedir. Laikliği determinist anlamda milli bir kader olarak görmek de onun başat tezleri arasındadır. (Başgil : 2007)
Kemalist Seçkinciliğe ve Pratiklerine Yönelik
Genel Eleştirilerin Özeti
Özellikle 1945 sonrası gelişen ve genellikle liberal eğilimli muhafazakarlarca dile getirilen bu eleştirilerin genel özellikleri şu temalar etrafında toplanmaktadır;
– Kemalist elit, Batı’nın ne olduğu ve ondan nelerin alınacağı konusunda isabetli tespitler yapamamışlardır.
– “Batı bir kül’dür ve medeniyetler bir memlekete girerken gümrüklere uğramaz” anlayışını eleştiri.(10)
– Hars-Medeniyet ayrımından yola çıkılarak, Batı’nın iyi tarafları, kötü tarafları tartışmaları yapılmıştır.
– Tepeden inmeci “toplum mühendisliği”ne ilişkin eleştiriler.
– Devletçilik, Laiklik, İnkılapçılık gibi prensiplere ideal kutsiyet atfedilmesinin eleştirilmesi.
– Taklitçilik.
– Sonuçları sebep olarak görme.
– Uygulamaların gelenek düşmanlığına dönüşmesi ve Laikliğin din gibi algılanması.
– Tarihin ve milli ruhun kaynağı olan ulvi duygular zedelendiği için gençlerin -materyalizm, komünizm vb. gibi- gayr-ı milli, beynelmilel cereyanlara kapılması.
– Din ve Vicdan Hürriyetinin ayaklar altına alınması.
– Dil ve Eğitim politikalarını eleştiri.
– Köy enstitülerini eleştiri.
– Fikir Özgürlüğünün engellenmesine yönelik eleştiriler.
BAHADIR KURBANOĞLU / HAKSÖZ DERGİSİ
——————————————-
(1)Konuyla ilgilenenler şu kaynaklara bakabilirler;
Tokay, Medar, Bergson’un Metafizik Anlayışı, Yük. Lis. Tezi, İstanbul Üni, 1988.
Eroğlu, Ayşe, Henri Bergson’da Şuur-Sezgi İlişkisi, Yük. Lis. Tezi, Atatürk Üni, Erzurum 2007. Aydoğdu, Hüseyin, Bergson’un Madde Anlayışı, Yük. Lis. Tezi, Atatürk Üni, Erzurum 2000 ve Öztürk Kadriye, Henri Bergson’da Süre, Gazi Üni, Ankara 2007. Bu tezlere YÖK’ün internet sitesinden ulaşmak mümkün.
(2)1937 yılında Ülken ile birlikte Paris’te ‘Descartes Kongresi’ne katılan Şekip Tunç’a yöneltilen, “Türk modernliğinin muhafazakar siyasal-felsefi dil içerisinde hangi kaynaklar yolu ile temsil edildiği” şeklindeki soruya “Türkiye Bergson’un tarif ettiği yolda kendini kurmaktadır” şeklinde cevap vermiştir.
Bergson’un öne sürdüğü değişim, özgürlük, kendiliğinden yaratıcılık gibi fikirlerin verdiği heyecanı, işgal altındaki İstanbul’da 1920’lerde üniversite öğrencisi olan Fındıkoğlu şöyle dile getirmektedir: “Bergson felsefesi, garip üniformalar giyinmiş ecnebi askerlerin bulunduğu Beyazıt Meydanı’nda yürüyen üniversite öğrencilerinin ruhlarında yakın ve aydınlık bir geleceğin habercisi haline gelmişti.” (Metin Çınar, Dergah Dergisi, Muhafazakarlık 2003 içinde)
(3)Evrime inanmakla birlikte, bunun Darwin’in mekanik-doğal ayıklanma kuramına dayanmayıp yaratıcı olduğunu savunan Bergson, Darwin’in, teorisini keyfi bir adaptasyon modeliyle açıklamaya kalkıştığını öne sürmüştür. Darwin’in söz konusu mekanik modeli yerine, teleolojik (amaçsal) bir evrim anlayışını savunmuş ve bütün bir evrim sürecine yayılmış olan “yaratıcı hamle” ya da “yaşam atılımı”nın varlığından söz etmiştir. Bergson’a göre, yaşam ve evrim en iyi biçimde bir yaratıcı hamle yoluyla açıklanabilir. Yaratıcı hamle, tüm canlı varlıklardaki başlıca içsel öğedir. Bu yaratıcı gelişme yeni türleri ve cinsleri meydana getirir. Yani “yaratıcı hamle”, yaratmadan yaratmaya bir sıçramadır. Bu yaratıcılığın kaynağı Tanrıdır. (Daha geniş bilgi için bkz Bergson’un Metafizik Anlayışı, Tokay : 1988)
(4)Kendiliğindenlik anlayışıyla ilgili, çalışmamızın ilk bölümünde (Muhafazakarlık I, Haksöz dergisi s. 208) değinilerde bulunduğumuz gibi, bu çalışmamızda da muhafazakarların görüşlerini aktardığımız bölümlerde kavrama ilişkin açılımlara yer verilmiştir.
(5)Bergson’un hem muhafazakar düşüne yaptığı etkileri anlayabilmek, hem de onun felsefesini incelemek başta metafiziğinin biricik metodu olan “sezgi” olmak üzere “madde”, “evrim”, “yaşam atılımı”, “içgüdü”, “zeka”, “şuur”, “süre”, “zaman”, “hareket” ve “Tanrı” gibi kavramlar ile “ruh-beden” ve “hafıza-madde” ilişkilerine bakmak gerekir. Konumuz bunları irdelemek olmadığından sadece değinilerek geçilmiştir.
(6)Bu kavramlar Bergsonculuğun temellerini oluşturan “Yaşam Atılımı”, “Açık Ahlak”, “Sıçramalı Tekamül” vb. dir.
(7)Peyami Safa’nın bu eserine yapılan ve dönemine göre ilk ‘İslamcı’ diyebileceğimiz eleştiri Rasim Özdenören’in “İki Dünya” adlı kitabıdır.
(8)1935 yılında Türk Tarih Kurumu asil üyeliğine seçilen Arık, gerek ilk Türk arkeolog olarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaptığı kazılar, gerekse Anadolu tarihi, folklorü, kültürüne olan ilgisi, Türk Tarih Tezi’nin altını doldurmaya çalışan çabalarla örtüşmüştür. (Hayati Tüfekçioğlu, Remzi Oğuz Arık, Muhafazakarlık 2003 içinde)
(9)Dergiye N. Topçu tarafından verilen bu isim, Sorbonne Üniversitesi’nde kendisinin doktora hocası olan Fransız düşünürü Blondel’in “Hareket Felsefesi”ne atfen oluşturulmuştur.
(10)”Oysa Batı’nın da ‘cevheri’ ve ‘cürufu’ vardır”; “Garp’ı Garplıların anladığı şekilde anlamamışlardır.”; “Hakiki Garplılaşma bize ait olan faydalı şeylerin korunmasıdır. Oysa yapılan sırf bize ait olduğu için birçok iyi şeyin özellikle muhafaza edilmemiş olmasıdır” gibi eleştiriler. (Bkz. Demirel, Muhafazakarlık : 2007)
.
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
27 Yorum
Yazan:MY Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply
Bilgi dolu bir yazi, büyük emek sarfedildigi belli oluyor. Amaaaa!
Muhafazakarlik kavramini tek yönlü almis, Cumhuriyeti ya da ekim devrimini de “muhafaza” etmek mümkündür. Keske degisime direnen bütün siyasi hareketleri kucaklayan gerçek muhafazakarligi görebilseydi ve irdeleyebilseydi 🙁
Ayrica 1923’ten sonraki yikimlara tanik olan her Müslüman hatta vicdan sahibi her insan bunlara direnmeliydi. Bunun için kimsenin Bergson’a ihtiyaci yoktu. Bergson’un bu kadar ön plana konmus olmasi ne derecede isabetlidir?
Sonra Bergson’un bir çok fikri vardir ki Islam ile çelismez, tam tersine! Eee? Bergson gizli bir Müslüman miydi? Yoksa “possible” kavramini alt-üst ettigi gibi zamanda geri gidip Islam’i da mi etkiledi?
Bu sebep-sonuç iliskisini biraz zayif buldum. Yani ayni sebepten olmus olan iki olay yanyana gelince insanlar bazen birini ötekinin sebebi sanirlar. Burada böyle bir sorun var. Bergson uzun zaman Hristiyan mistikler ile içiçe oldu, onlari anlamak için büyük çaba sarfetti. Hz Isa’nin ögrettiklerine dahil olan ve Vatikanizm ile kirlenmemis olan DiN elbette Islam ile uyumlu olur. Hz Isa dmuz eti yedi mi? Hz Isa sünnetli degil miydi? Hz Isa Namaz kilmadi mi? Oruç tutmadi mi?
Yani bu yazidaki sebep-sonuç iliskileri çok sakat. Yazar eger David Hume’un sebep-sonuç üzerine yazdigi elestirileri okumus olsa bu makalesini yeniden yazmak isteyebilir saniyorum. Asiri rasyonalist bir içerik… bana göre tabi 🙂
Ama asil elestirim seklen olacak,
Bahadir Bey ne yazik ki okuyucusunu çok fazla takmayan bir eda ile yaziyor. “Ben biliyorum, sen de bilmiyorsun, al, ögren!”
YÖK’ten maas alan, ögretmekte basarili olsada olmasada maas almaya devam edecek bir devlet memuru edasi bu. Tozlu bir sinifta mir mir konusan, ögrencilerini uyutan bir hoca geliyor gözümün önüne. (belki kendisi öyle degildir?)
“Kardesim, okuyucu sana ne yapti? Ne istiyorsun sana güvenip yazini okumaya baslamis bu zavalli adamdan?” diye sorasim geliyor.
Günlük hayatla köprüler kursa, biraz mizah, biraz nese katsaydi olmaz miydi? (cevap: olurdu, hem de çok iyi olurdu)
Bence bu yazida Cemile, Özlem ya da Suzan gibi yazarlarin canliligi eksik. Bu dostlarin makalelerini okurken kelimeler sanki ekrandan çikip etrafimda dans etmeye basliyorlar. Bahadir bey kendisi birazcik Bergsoncu olabilse keske, bir makalenin harflerden olusan bir küme olMAdigini görebilse.
Yazan:eg Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply
ben bir önceki makale gibi bunu da ansiklopedik ve öyle olduğu için de yüzeysel buldum. adını geçirdiği yazar-çizerin çoğunun kitaplarıyla ilişkisinin, başkalarının o yazarlar hakkında söylediklerinden ibaret olduğu çok net belli oluyor.
kendi açımdan herhangi bir yazımda bir film, bir kitap adından bahsediyorsam o filmi izlemeden, ya da o kitabı okumadan referans vermekten ya da o kitap hakkında yorum yapmaktan çok korkarım. zira en hafifinden birisi çıkar da o kitabı okumu olur ve sizin okumadığınız yüzünüze vurursa çok köt bir durumla karşılaşabilir insan. yazık ki akademik makalelerin böyle bir ansiklopedik tarafı var. hep o söylemiş, bu söylemiş, bu bunu söyleyen hakkında şunu söylemişten, bir türlü gerçekten söyleyenin hakkında yazı yazanın orjinal fikrine gelinemiyor konu:)) ben yazıyı yine kötü buldum üzgünüm. rüştü bey yine eleştiri var ama sadece istemezuk var diyecek ama ben istemezuk demiyorum. isteruk diyorum ama aynı zamanda da eleştiriruk diyorum:))))
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply
madem başlanmış bir iki eleştiri de ben ilave edeyim.
yazarı tanıyorum. bilmeyenlere faydası olur bakımından;
zengin ve yakışıklı olmadığı gibi giyim kuşamında marka kullanmayı da bilmez yani açıkçası iyi giyinmeyi de beceremeyen biri en azından deri aksesuarda renk uymunun vacibiyetinden habersiz dolayısıyla dışarıdan bakıldığında da herkesten biri olmaktan farklılığını vurgulayabileceği şekil yada trip yoksunluğu, farkedilemezliği yazılarına da cıvıltı eksikliği varmayın benim farkıma biçiminde yansıyor olabilir. tomihilfigırı bilmeyen entelektüel olamaz bence de…
Yazan:cb Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply
Yazara haksızlık etmeyeyim,ayıp da etmeyeyim,eleştirimi de abartmayayım ama alın size kirli bilgi örneği,ben bilgi veren yazılar okumayı çok seviyorum,eğer araştırmaya girilmişse,emek verilmişse,tarafgirliği yazıyı tümüyle örtmüyorsa bu emekten kaynaklı yazılara katılmasam da yazının iyi olduğunu düşünüyorum ama bu iyilik bütüne yayılmış bir iyilik olmuyor araştırmadan kaynaklı bir onay,bir önceki yazıda da yazıyı beğendiğimi söylemiştim,beğenmemin sebebi buydu,elbet eleştirilerim vardı,ben abartmak istemiyorum ama yazar etiketleme abartmştı.Araştırma yönünü çıkarsak yazıyı kötü buldum diyebilirim.Sanırım bu tarz yazılar tek açıdan değil de bir kaç açıdan bakılacak yazılar,baktığınız yönden değişiklik arzediyor çünkü.
Mehmet bey,
yorumunuza hem gönülden kopan büyük bir teşekkür hem de çok derinden bir mahçubiyet hissediyorum,sağolunuz.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
“…alın size kirli bilgi örneği…”
ilk bakışta tespit gibi duran bu önerme, bilginin kirini temiziyle izah etmeyi denemediğinde şöyle bir imkan veriyor bize:
DD’ de katılmadığımız ama niçin katılmadığımız konusunda çok da bilgimiz olmayan her yazının altına eklenip “tespit” işlevi görür ve bu tespiti yapan herkimse için “iyi tespit, yerinde; maşallah kaleminize kuvvet” getirisi bile sağlar. lakin…
“…Sanırım bu tarz yazılar tek açıdan değil de bir kaç açıdan bakılacak yazılar…” önermesi de itiraz edileMezliği ile önemli bir tespit barındırıyor. yazar kendi açısından baktığını aktarmış. “bir kaç açı” kısmını da başka bakanlar varsa ortaya koyacaklar ki birden fazla açı yazıyla beraber ortaya çıkabilsin yoksa sadece tektip bir “tespit” tüm açılar kardeşliği içinde nicelikçe birkaç nitelikçe bir açı sunar mecraya diye düşünüyorum.
hele de; I, II, III…gibi yazıların ele alınması tümünü görmeden yoranları yanıltabilir. şöyleki;
I ve II’sini okuduğumuz bu yazılar belliki (dipnotlarından) konuya dahil edilmiş kişilere ilişkin çalışmaların ve “ne dediler” in okura sunulması suretiyle varılacak sonucun öncüllerininin ortaya konmasıdır evvela. ve sonuca gelindiğinde yazan kişi nihai tezini öncüllerine binaen ortaya koyar.
eleştirmenler “kirli bilgi” olarak ifade edilen manipüle amaçlı yanlışları ortaya koymak suretiyle tezi çürütürler; yazanın uzun boylu mu sarışın mı inançlı mı iç mihrak mı olduğuyla ilgilenmezler kanaatindeyim. ilgilenseler de bunun teze doğrudan bir faydası olmaz. örneğin;
ben ermeni değilim, agnostik de. hem ermeni hem agnostik olan birinin tezlerinin kirli olacağı sonucuna bana benzemediği için varamam. neden hem ermeni hem agnostik yahut daha da tedirgin edici olsun ateist birinin diyorum? yaşadığım yerin hakim paradigması içinde öcü düşman tanımına en uygun tipleme olduğu için. bu tipleme ile “bu topraklar edebiyatının” nasıl bir ortak bağı olabilir? “en tehlikeli düşman” konseptinin top onunda ilk sırayı alması bakımından başkası değil değil mi?
kısaca söyleyecek olurasam; değerli arkadaşlar tez çürütmenin tarzı bu değil. şık değili bir tarafa koyalım makul değil.
bakınız; birinci yazının altına babanzade ile yahya kemal arasında geçen tartışmanın örneğini verdim. yahya kemalin itirazı yok hatta farklısının yaprak kımıldatmayacak bir ahmaklığa denk geleceği edasıyla yapıyor itirazını. işin pirlerinin sorunu olmadığı “çimento din” eklektisizminin onlar adına savunmasını yapanları pistlerde kirli bilgiyi iptal edecek temiz bilgi cümleleri ile görmek isteriz madem öyle.
“ben tanırım pek mübarek adam; kefilim!” falan gibi mafya jargonu ile yapılacak savunmalar da açıkçası benim nezdimde kıymeti harbiyesi olmayan bir bakMayış yada bakaMayış açısıdır. madem malkolm’dan girdik oradan devam edelim…
selamünaleyküm
Yazan:cb Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
hatta yorum bile yapamaz,Rüştü bey ‘ tommy ‘giymediğiniz günler yorum yapmayın gerçekten çekilmiyor
Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
rüştü bey bakın bir eleştiri yapacağım ama alınmayın lütfen.
bu tip bir ansiklopedik- hap bilgi yazıları insanlar tek tek argümanlarına bakarak değil, sırf ansiklopedikliğine ve hap bilgilere sığınmasına bakarak da eleştirebilirler. eğer bu kadar kısa bilgilerle, bu kadar küçük hapçıklarla büyük tedavilere soyunduysa birisi ilk eleştirilmesi gereken o hapların faydalı olup olmadığından önce haplara yaslanılması tutumu olmalıdır. buna “insanlar karşı görüş göstermeden istemezuk diyorlar” cevabını vermeniz pek anlamlı duymuyor. bakın mmesela şu paragraf:
yazar bu paragrafta necip fazıl’ın – aslında hepsi birbirinden her açıdan farklı olan kitaplarını tek kefeye koyup oradan bir sonuç çıkarıp muhafakarların tarih anlayışına vurgu yapıyor. şimdi bu hap değil de nedir. gidip bir ansiklopedi’den(hatta eminim vikipediadan almıştır bu eser isimlerini) eserlerin ismini bulup , acaba hangisi tarihsel olabilir diye adlarına bakıp sonra onları arka arkaya sıralayıp tarih görüşüne malzeme yapmak hap bilgiye sığınmak demek değil midir? yani kusura bakmayın ama benim en eleştirilebilir gördüğüm şey de budur. yani şimdi yazarın yukarıda alıntıladığım haplarına sizin istediğiniz gibi karşı argüman yazabilmem için adını verdiğim eserlerin okuduklarımı tekrar okumam, okumadıklarımı ise okumak ihtiyacı duyardım. ve yazarın bir paragrafta indirgediği şey üzerine 10-15 sayfa yazmak gerekirdi. yani böyle birşey ansiklopedik-hapçı yazmak.
Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
sorması ayıp tommihilfiger nedir rüştü bey?
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
mizah beklentisi, mizahın cansıkan gerçekliğine de dirençli olmayı gerektirir.
nezaket, zerafet, letafet karşılıklı olduğunda “değer” katar taraflara. tek taraflı latife, altın kural mucibince bize döndüğünde kaldıramayacağımız hissi uyandırıyorsa şayet ölçülü söz daha hayırlıdır kanaatindeyim.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
etikettir; marka: içeriksizlik. niteliğe dair değil, niceliğe dairdir. mühim olan ne olduğumuz değil nasıl göründüğümüzdür’dür…pazarlamadır…şu konunun geldiği yerdir.
içeriği konuşmak yerine taraf olmaktır; doktrinsiz görünen totalitarizmdir.
benim doktriner düşünmeme şaşıyorsunuz ya Enver bey; oysa ben sizin doktriner itirazlarınıza hiç şaşırmıyorum. çünkü, farklısının olması muhaldir.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
burada aşağı yukarı herkesin bildiklerini tekrara gerek sanıyorum yada bu zannım yüzünden yeterince açık görünmüyor söylediklerim.
böylesi ve böyle olmayan düşlünce paylaşım ortamlarının en büyük handikapı “kuşatma” krizidir. benimki kişisel; kuşatmaMak, kuşatmaya çalışmamak anlaşmak ve serbest ifade ortamı sağlanması bakımından değerli olandır diye düşünüyorum.
“Asch Deneyi” hepimizin malumu. ya doktriner düşünürüz yada endoktrine edilip başkasının doktrinlerini sorgulamaksızın tekrarlarız.
http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/10/endoktrinasyon-7-asch-deneyi.php
Yazan:cb Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
Enver bey,
tommy gençler arasında ‘marka’ olarak geçen,Marx’ın metafetişizmine kocaman bir örnektir,Rüştü bey sağolsun şahsına münhasır bir benzetme ile ortalığı kan gölüne çevirmiş ve olaya bir örnekleme olarak yerleştirmiş,sanırım Ramazanın olumsuz etkisinde kendisi,bazen yorumlarına şaşırıyorum,ne diyeyim Allah şifa versin.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
“ansiklopedik” dediğiniz her cümlenin altına kaynağı verilmiş tez’leri haddinden fazla küçümsediğinizi düşünüyorum Enver bey. bir tez hazırlamak için üç-on kitap yeterliyse haklısınız eyvallah; ama değilse “ansiklopedik” zayıf bir itiraz olur. ki başlığı da kaçırırsanız beğenmediğiniz her yazı için kullanılabilecek bir klişedir itirazınız. kaldı ki bunu yapMayın için söylemiyorum. yapın bu sizin tercihiniz ama bu tercihinizin yaşadığımız yerin anlam dünyasında kıymeti nedir bakmak lazım?
sizin yazılarınızı okuyan biri dipnota rastlamak için epey çaba göstermek zorunda; ansiklopedik bilgi barındırmaktan hoşlanmıyorsunuz eyvallah ama derinliğin kaynağı da meçhul? dolayısıyla yorum yazmakla yazı yazmak arasında fark olsa gerek…
Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
rüştü bey,
ben sizin doktriner düşünmenize değil (bulunduğunuz düşünce durumu itibariyle zaten dokrtriner olması normaldir), tasavvufu doktirn sanmanıza şaşırıyorum. halbuki tasavvuf doktriner bir totaliterliğin anti-tezidir aslında…
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
cemile hanım,
sürekli övgü almak bünyeye zarar verir. malumunuz ramazan, hepimizin şaşırabileceğinde şaşılacak birşey yok.
sizin gibi “liberal müslüman” birinin şok edici fikirlere daha açık olmasını ummak, herzaman bu enginliği göstermenizi beklememizi zorunlu kılmıyor. sağlık olsun. şifa duanız için teşekkürler.
Yazan:eg Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
rüştü bey,
yazılarımda birebir alıntı yaptığım yerlerin kaynakalrını belirtirim. ama mesela birisinin bergson üzerine hazırladığı master tezine kendimi yaslanarak yazı yazmam. eğer bergson hakkında yazacaksam ilk kaynağım bergsonun kendi yazdıklarıdır herşeyden önce. niçe için de geçerlidir bu, heidegger için de, mevlana için de ibn arabi için de. bu ikincil kaynaklar kullanmıyorum manasına gelmez. kullandığımda ve oralardan birebir alıntı yaptığımda kitabın ismini yazarım normalde..ama ikincil kaynakları genelde nların alternatifi olan ikincil kaynaklarla beraber kullanırım. mesela son yazımda niçe üzerine kullandığım niçenin kendi kitapları hariç 3 tane ikincil kaynak var. birisi “muhafazakar perspektiften bakan bir nişe eleştirisi”, bir diğeri “solcu perspektiften bakan bir niçe eleştirisi” bir diğeri de “varoluşçu-relativist bir düşünürden niçe eleştirisi”. bu kitapları yıllardır okurum(her birini çeşitli defalarda en az 2-3 defa okumuşumdur). yazdıklarımda bu kitaplardan mutlaka edindiğim bilgiler vardır. ama eğer birebir alıntı yapmıyorsam, kendi düşüncemde sentezlediğim bilgilerin, ya da kendi düşüncemde yaptığım yeni bir açılımın asıl önemli şey olduğunu düşünüyorum. ayrıca derinliğin kaynağı niye meçhul olsun. derinliğin kaynağı onca yılda okuduğum, yaşadığım tüm şeyler ve hayatın kendisidir. yani niçe üzerine yazı yazacaksam, niçeyi hiç okumadan, üniversitelerin birinde ne idüğü belirsiz bir niçe master tezini kendime dayanak yapmam…bilmem anlatabildim mi?
ikincisi evet ansiklopedik yazı yazmayı sevmiyorum. eğer bilgi tekrarı yapacaksanız ve hiçbir orjinal açılımınız olamayacaksa o yazıyı yazmanızın gerekli olduğunu da düşünmüyorum(çünkü etrafta bilgi veren yeterince kaynak var ve benim hiçbir yazım bilgi verme amacı gütmüyor, bazen o sonuca gelebilse de bazı yazılarım). mutlaka bilginin kendi hayatımdaki izlenimlerime ve bendeki açılımlarına önem veririm.mesela tasavvuf ve rüya konusu beni ilk aşamada yazmak bakımından ilgilendirmez(zira yeterince kaynak vardır bu konuda zaten), ama bu konunun sanattaki ve sinemadaki potansiyel açılımları üzerine düşünüp bunları aktarmayı daha önemli bulurum. o yüzden de – arada kabul ettiğim istisnaları olsa da(mesela tasavvuf ontolojisi hakkında yazdığım 3 yazının ilk ikisi büyük oranda derlemelerdir) – makale ya da ansiklopedi maddesi değil deneme yazmaya çalışırım. makale en az önem verdiğim, en az değer verdiğim yazı şeklidir. o yüzden mesela bu yazı gibi yüz tane yazıya, suzan hanım’ın martı yazısını değişmem…
velakin fark yorum yazmakla yazı yazmak arasındaki fark sorunu değil. fark bir yazıyı ne için yazdığınızla ilgili. mesela bu yazı ve ilki neden ansiklopedik? çünkü hap bilgiler, çünkü herhangi bir ansiklopedik yayında (mesela iletişimin bastığı siyasi düşünceler serisinin muhafakarlık sayısında)görebileceğiniz bilgilerin bir tekrarı mahiyetinde. o zaman benim için bu yazıyı okumanın herhangi bir değeri yok. hiçbir orjinal fikir yok. hiçbir derinlemesine bilgi yok. dipnot diyorsunuz…doğrusu ilk yazıda da bu yazıda da dipnotlar vahim düzeydeydi…
son olarak bir “yandaş”ınızın yazısının eleştirisine bu kadar “küskün” karşılık vermeyin efendim. daha ilk yazısı ve daha yeni başlandı. burada yazı yazan herkes çok daha sertlerine maruz kaldı eleştirilerin. bizim eleştirimiz sert bile değil yani…
Yazan:cb Tarih: Ağu 27, 2009 | Reply
rüştü bey,
tam da bahsettiğiniz gibi benim liberal müslümanlığımdan (?) kaynaklı olsa gerek sizin tommysiz konuştuğunuz günlerinizde yorumlarınızdan kaynaklı şoklar yaşıyorum,lakin bu derinliği içeren bir şok edici görüşten kaynaklan(mı)yor çoğu kez,sağlık olsun :))
Yazan:KEMALİST Tarih: Ağu 29, 2009 | Reply
Peki neden Laiklik hedef tahtasındadır ?
Çok uzaklara gitmeye gerek yok, dibimizde Irak’ta yakın zamanda olanlara bakmamamız yeterli olacaktır.
Washington’ın kurguladığı ”ılımlı islam” politikası, sözde demokrasi (!) getirme iddiasıyla Irak’ın göbeğine geldi oturdu.
Ve Irak bir anda din devletine dönüştü. Nasıl mı ?
Irak’taki siyasal yapılanmanın din ve mezhep temelinde şekillenmesini sağladı. Abd’li sözde danışmanların desteği ve önerileri ile yapılan yeni anayasaları şu şekilde başlıyor;
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ‘Biz ademoğullarını onurlandırdık’ peygamberlerin vatanı, temiz imamların barınağı…”
Anayasa’nın ikinci maddesi ise aynen şu şekilde;
Devletin resmi dini İslamdır ve yasamada temel bir kaynaktır. İslamın değişmez hükümleriyle çelişen yasa çıkartılamaz.
Bu anayasa kimin eseri ? Washington’un… Peki aynı Washington, Türkiye’de kayıtsız koşulsuz kimi destekliyor ? Gerici, yobaz ve etnik döküntü yapıyı ! Medeniyetler arası diyalog safsatasının eş bakanı konumuna bu dönemde kim geliyor ? Türkiye ! Tesadüf mü ? Ulusalararası ilişkilerde tesadüf diye bir şey yoktur. Çıkarlar ve ortak hedefler vardır !
Kendi milletinin fertlerini ve vatanını ileri taşımayı düşünen bizler için ”Laiklik” yaşam felsefesidir. Laik modelde din duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz.
Yazıma Ulu Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün düşüncemizin doğruluğunu açıkça gösterdiğine inandığım şu sözleriyle son vermek istiyorum;
“Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden,harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”
Yazan:cb Tarih: Ağu 29, 2009 | Reply
kemalist,
çok uzaklara gitmeye gerek yok,TC Anayasası ;
MADDE 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
şimdi nasıl ki Tr için bir anayasa kurucu isim Mustafa Kemal ile başlıyorsa,İslam olmuş bir devlet için Allah adı ile başlar ne var bunda ?Bunun için illa Abd yeniği aramaya ne gerek var?Tabii sizin çifte anti-abdciliğiniz oldu artık değil mi?Hem faşistlikten abd düşmanlığı hem de inanç özgürlüğünden,azınlık hakları özgürlüğünden kaynaklı bir düşmanlık,sizin işinizde çok çok zor anlıyorum.
ne dersiniz belki ‘ılımlı islam’ diye birşey yoktur,aslında sizin ılımlı islam fobiniz yıllarca islama ‘gerici,yobaz’ tanımlamasını yapıştırdıktan sonra artık bu iftiralarınızın kurgusunun bozulmasından kaynaklı gerici ve yobaz olmayan -çünkü zaten öyle değildi- bir açıklamadan kaynaklı zaten olan islam modelinin artık sizin kalıplarınız kırıldıkça ortaya çıkmasından kaynaklı bir çığırtkanlık olmasın?endişhe ettiğiniz şey islam sempatisi olmasın?sakın o dini örtü altına alıp,suistimal ederek kullananlar aynı şekilde Mustafa Kemal’i de kullanıyor olmasın.ve bunu yapanların adı da ‘kemalist’ olmasın.
manifestonuz(!) için 3 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum :))
Yazan:Osman Nuri Tarih: Ağu 30, 2009 | Reply
Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine bu siteyle tanıştım. Seviyeli makalelere rastgeldim. Oldukça faydalandım. Mehmet beyin liberalizm eleştirileri özellikle dikkatimi çekti. Enver Gülşen’in yazıları da düşünmek isteyenleri kışkırtıcı mahiyette. (Mehmet beyin yazısının altındaki yorumları bilgisayarıma copy past yaptım, sahura kadar altını çizerek faydalanmaya çalışıyorum bir kaç gündür.) Yayınlamış olduğunuz muhafazakarlık serisi de oldukça ilginç. Emek mahsulü ve özeelikle İslamla-muhafazakarlık arasındaki bağı sorgulamaya davet edici bir içeriğe sahip. Yalnız gerek ilk bölüm gerekse bu ikinci yazının altındaki bazı yorumları anlamakta güçlük çektim ve yazılarını imrenerek okuduğum Mehmet Yılmaz ve Enver Gülşen’in itirazlarını çok da sağlıklı bulmadım diyebilirim.
Birincisi bu bir araştırma yazısı ve doğal olarak farklı kaynaklardan konu üzerine yapılmış araştırmalardan istifadeleri okuyucuya sunmuş ki çok doğal. Akademik yazın üslubunda romantik, edebi bir tarz aramayı, elmayla armutu karşılaştırmak olarak algıladım. Bu eleştirim Mehmet Yılmaz’a. Her eli kalem tutana niye şiirimsi yazmıyorsun gibi bir eleştiri sunmak. Edebi eserler ortaya koyanlara ve mesela “yaseminin kokusundan neler hissettiğini dizelere dökmüşsün, ispatlayabilir misin?” demek kadar saçma değil mi? Bir şaire “neden araştırma yazıları yazmıyorsun, o halde şiirlerin benim için bir değer ifade etmiyor!” demek ne kadar anlamsızsa, tersinden böylesi yazıları kuruluk/ruhsuzlukla suçlamak bir o kadar anlamsızdır.
İkinci eleştirim Enver Gülşen’e. Ansiklopedist tutum dediğiniz hususu anlamakta zorlandım. Yazarı şu kadar makale ve kitaptan sırf alıntılar yapmakla suçlamışsınız. Garip! Hissiyatım şu yönde oldu, Eğer yazar Tasavvuf odaklı bir araştırma ortaya koymuş olsaydı, sanırım hissilik içeren bu yorumlarınız yazılmayacaktı!
Nitekim “İbni Arabi ontolojisi” ya da “İslam metafiziği” diyelim; başlıklı iddialı bir yazı dizisi hazırlıyorsunuz ama altında 3 tane kaynak var:
İzutsu
Abdullah Kartal
Nasr
Birileri çıkıp demezmi ki bu kadar iddialı bir başlığın altında 3 tane, Evet sadece 3 tane 2.cil kaynak.
Hani devemlı “Edep ya hu!” demişsiniz ya yazara benim de aynı kelimeyi sizin için kullanasım geldi yorumları okurken.
Bir iddiada bulunuyorsanız, ya da iddianızı insanlara bir ölçüt olarak sunuyorsanız buna önce kendinizin riayet etmesi gerekmez mi?
Mehmet beyin de Sizin de oldukça seviyeli bulduğum yazılarınızı okudum; sırası geldikçe (vaktim oldukça) bunlara da değinmeyi düşünüyorum ama bu yazıların altındaki yorumlarla şok olmadım desem yeridir ki acaba aynı kişiler mi diye kendime sormadan edemedim.
Yapmayın. Bakın 15 yıl önce farklı fikirlere sahip olduğunuzu söylüyorsunuz, şimdi farklı. O halde tıpkı başkalarına yaptığınız uyarılarda olduğu gibi önce siz kendiniz farklılıklara tahammül edin. Farklı düşüncelerinizi de tartışarak ve delilleriyle ispatlayarak dillendirin.
Bu tutumun, müslümanlara ve başkalarına yol göstericiliğe soyunmuş olan bu siteye daha fazla yakışacağını düşünüyorum.
Yolunuz açık olsun
Allah’a emanet olunuz…
Yazan:eg Tarih: Ağu 31, 2009 | Reply
osman nuri kardeşim bakın bunun açıklamasını yukarıda yaptım. o yazı dizisi benim için islam metafiziğini anlamak ve anlatmak amacıyla yazılmış bir yazı dizisi değil, sonrasında islam tasavvufu ile sanat ilişkisi üzerine kendi düşüncelerimi okuyacak olanların ön-bilgi alması için yazdığım bir yazıydı. ve söylediğim şeyi de yukarıda rüştü beye cevap verirken söylemişim. ne demişim: ben yazılarımda sadece birebir alıntı yaptığım yerlerde dipnot düşüyorum. onun dışında akademik bir dille kim ne demiş, kim ne demişçi bir kıylü kaal ile uğraşmıyorum, zira öyle bir alıntılar silsilesi insanı olsa olsa çukura atar diye düşünüyorum. yine rüştü bey’e verdiğim cevapta demişim ki: kabul ediyorum ansiklopedik yazı yazmayı pek istemesem de, tasavvuf ontolojisi yazılarımın ilk ikisi bu durumdan kaçamadı. ama orada yazılmış 3 yazının amacı sonundaki “herşeyin anlamı” ve ondan sonra ve önce yazılan tasavvuf sanat,sinema ilişkilerini insanların daha net anlaması için bir girizgah olmasıdır. izutsu’nun kitabını fusus ve fütuhat’tan sonra ana kitap olarak kullanma sebebim, benim amacıma uygun bir altyapıyı verebilecek mahiyette olmasıdır. zira amacım tasavvuf ontolojisini anlatmak olsaydı zaten izutsu’nun kitabı kadar geniş bir kitap yazmam gerekirdi. izutsu gibi bir alim varken benim böyle bir kitap yazmam zaten abesle iştigal olacağı için buna da hiç gerek yoktu doğrusu. yani tekrar söyleyeyim yukarıda bu konudaki yorumumu okumadıysanız: benim için “bilgi içeren” bir yazı (kendiminkiler dahil) sonraki amaçlarıma bir giriştirler. bilgi olarak bir anlam ifade etmezler. o yüzden zaten çok daha anlamlı kitapların referansını veririm konuyla daha detaylı ilgilenmek isteyecekler için. ama benim için anlamı mesela tasavvufun sinema diline nasıl bir katkı yapabileceğidir. mesela rüya ile tasavvuf ontolojisi arasında kurulacak ilişki sinemayı hakikatle nasıl yüzyüze bırakabilirdir. ve emin olun bunlar “kim ne demiş, ne söylemiş”çi yazılardan çok daha önem verdiğim şeylerdir. bilmem anlatabildim mi? yani eğer kaynak sıralamak isteseydim altına emin olun tasavvuf ile ilgili şimdiye kadar okuduğum birçok kitabı sıralar daha “akademik” yapardım yazıyı. ama akademk bir dile ve mantığa karşılığı bu kadar belirgin olan bir insan için ciddi tezat oluştururdu bu…
mesela bir örnek vereyim bu akademik dille ilgili: bir fransız sitesinde türkiye’de anti-semitizm ile ilgili bir çalışma yapılmış. o çalışmada (çalışma akademik ya!!!) altta yüzlerce kaynak verilmiş. benim de taraf’ta yazdığım birkaç yazı var kaynaklar içinde. ve yazıyı yazan şahsiyet benim yazılarımı kaynak olarak kullanırken benim için “islamcı-yazar” diye bir not düşmüş. şimdi bu tam da benim eleştirilerimle ilgili olduğu için önemli diye düşünüyorum. zira ben islamcı değil müslümanım. aradaki farkı bu konuda tefekkür etmişler harici birilerinin bilmesini beklemem. ama indirgemeciliği de abesle iştigal bulurum. işte bu yazının yazarının referans verdiği ve muhafakar sepetine attığı yazarlara da yaptığı budur! işte akademik kıylü kaal budur efendim. bilmem anlatabildim mi? mesela bu günlerde aslında odlukça güzel hazırlanmış bir tasavvuf konulu doktora tezi okuyorum. tezin her cümlesi bir yerlerden alıntı. be adam senin kendi fikrin, zikrin yok mu da her kelimesi alıntı bunun? ayrıca mevlana’yı ele alan kitabın ana alıntısı mevlana’nın eserleri olması gerekmez miydi? bu eserleri okuyacak bir yazarın kendi fikri olamaz mıydı bu konularda vs. vs…bu arada arkada kitap diye verdiği referans sayısı binleri buluyor. yani bir insanın bir konuda bu kadar kitap okumasının imkanı yoktur. ama “akademik” olacak ya ne kadar kitap referansı o kadar akademik. o kitapların ruhuna, yazarlarının ruhuna nüfuz etmen gereksiz nasıl olsa! ve nasıl olsa akademik çalışma demek “şu şunu demiş, bu bunu etmiş”lerden ve her cümleye onları yedirmeklerden ibaret. efendim ben kıylü kaal ile değil aşk ile uğraşıyorum bilmem anlatabildim mi?
Yazan:eg Tarih: Ağu 31, 2009 | Reply
bu arada farklılılara tahammül edilmediğni nereden çıkardınız? yazıya ansiklopedik demem mi farklılıklara tahammül etmemek demek oluyor, ya da yazıyı eleştirmem mi? EDEP YA HU! yani bir tane “yandaş” yazınız çıktı, ona bile eleştiriye tahammül edemeyen insanların farklılıklara tahammül edin diye atıp tutması açıkçası biraz tuhaf geliyor bana. efendim ben farklılıkları tahammül ile değil başımın üstüne koyarak karşılıyorum. yazıda eleştirdiğim şey de zaten farklılıklara tahammül edemeyen yapısıydı bilmem farkında mısınız? ama bu yazının bu sitede yayımlanması gerektiğini de özellikle belirttim zaten.
şok olmuşsunuz! siz şok olun efendim. ben kimseyi şok etmeyeyim diye herkese al gülüm ver gülüm yapacak bir insan değilim. yazı kötü ötesi bir yazıydı. farklılıklara tahammülü bırakın, tanımadığı insanları tuhafça indirgeyen bir yazıydı. böyle yazdığı sürece de böyle eleştireceğim. yazılarımı “şimdiye kadar” beğenmiş birisi şok olmasın diye de “aman alınmasın beyefendiler” diyemeyeceğim. şok olun efendim, şok sağlığa iyi gelir…
Yazan:eg Tarih: Ağu 31, 2009 | Reply
birşey daha:
tasavvuf, tasavvuf ontolojisi salt bir akademik alan olarak benim yazılarımın konusu değildir. yukarıda belirttiğim gibi hayatımı anlamlandırmak için ve sanat, edebiyat ve sinema ile tasavvufun ilişkisini ve muhtemel açılımlarının tartışılması için gerekli olduğu kadarıyla yazılarımın konusu olabilir. yine, mesela çoğulculuk, ötekine saygı, adalet gibi kavramların tasavvufi bir düzlemde nasıl tartışılabileceği, demokrasi ile tasavvufun nasıl bir ilişkisinin olabileceği, bilmek eylemiyle vahyin ilişkisi bağlamında tasavvufun nasıl bir “ontolojik tevazuya” yön verebileceği…çevre ile ilişkisi, modern dünyanın algılanması ve modern dünyaya alternatif sunulabilmesi açısından muhtemel açılımları…insan denen varlığın derinlemesine keşfi ve bu keşif aracılığıyla insanın kendine yolculuğu…işte bütün bunlardır benim için tasavvuf yazıları yazmamı anlamlı kılan. yoksa tek başına tasavvuf hakkında zaten milyon tane kitap var ve milyonbirincisine bilgi tekrarı olarak gerek olduğunu da hiç sanmıyorum. benim önemsediğim şey kör topal da olsa düşünce üretebilmek ve yeni ve özgün açılımlar ortaya koyabilmektir. bunu yapıp yapamadığım ayrı bir tartışma ama en azından ana çalışma sebebimin, bilgi tekrarı veya toparlaması yapan akademik bir kıylü kaal değil, aşk ile yeni tefekkür meyveleri vermek olduğunu söyleyebilirim.
Yazan:niyazi karaçay Tarih: Eyl 11, 2009 | Reply
oldukça istifade ettiğim bir yazı oldu. bu tarz nitelikli araştırmaları biz gençlerle buluşturdukları için site yönetimini tebrik ederim.
genç müslümanlardan niyazi
Yazan:lütfi Tarih: Mar 20, 2010 | Reply
bu müthiş çalışmayı yayınladığı için site yöneticilerini tebrik ederim.
Bu konularda pekçok araştırma yazısı okumuştum ama Muhafazakarlık-İslam ilişkisini bu derece seviyeli ve hedefi onikiden vuran tarzda başka bir çalışmaya rastgelmedim desem abartı olmaz. Özellikle son bölüm bence başlıbaşına özgün ve müslümanlara yol gösterici tespitler içeriyor.
Yazan:ahmet başpehlivan Tarih: Tem 23, 2010 | Reply
Bahadır kardeşimle üniversite yıllarından beri tanışıklığımız vardır. Şu an İstanbuldayım ama işim icabı ABD’de bulunduğum için çok sık görüşemiyoruz ama eline, zihnine sağlık. Yazıyı beğeni ve merakla okudum. Site yönetimini de böyle önemli bir çalışmayı yayınlamış olmasından ötürü tebrik ederim.
Kurbanoğlu kardeşimin liberalizmle ilgili de makaleleri yayınlandı. (Haksöz dergisinde) Sitenizde bu konularla ilgili yazılar okumuştum. İlgilenebileceğinizi düşündüm.
Yayın hayatında sizlere de başarılar dilemek istiyorum. Gerçekten çok seviyeli değerlendirme ve araştırma yazılarını sayenizde buralardan takip edebiliyoruz. Müslümanlardaki olumlu değişimler sevindirici.
Yazan:ali yardım Tarih: Eyl 30, 2010 | Reply
nurettin topçu değerlendirmesinde bir noktaya dikkat çekmek gerekir. topçunun eserlerinden pasajlar alıp yorumlar iseniz ya da belli kitaplardan yararlanırsanız hep meseleyi eksik anlarsınız. mesela topçuyu yalnızca “devlet ve demokrasi” eserinden değerlendirirseniz karşınıza bir faşist, elitist anti-demokrat bir portre çıkar. “isyan ahlakı” gibi eserlerden takip ederseniz ferdiyetçiliği zirvede olan bir anarşist zannedebilirsiniz. “yarınki türkiye” eserinde anadoludaki eski halklara neden kafayı taktığını düşünürsünüz. yer yer onun su katılmamış bir ırkçı olduğunu da düşündürebilecek ifadeler vardır. “islam ve insan” da din adamları hakkında öyle ağır ifadeler vardır ki…benim topçu hakkındaki yegane tavsiyem kendisine bütüncül bakılmasıdır. nurettin bey çok sağlam bir ahlaki idealizm sahibi bir kişiliktir. “vahdet-i vucüt”çu ifadeleri vardır, ama ben temel referansı olan islam tasavvufunda özellikle bekkine ile tanışıklığı sonrası sünni doktrinin ağırlığını koruduğunu düşünürüm. çok sert ve sivri konuşur, isyan ahlakçısı tavrı ve ahlaki idealizmi toplum hayatının çok karmaşık olduğu bir devirde onu bu denli sert ifadelere sürüklemiş olabilir. hocası mauruce blondelin ona sorbonda kürsü teklif etmesine rağmen ülkesine dönmesi “millet mistiği” oluşunun kanıtıdır. fransada 1934te basılan isyan ahlakı Türkiyede ancak hocanın ölümünden sonra 1997de çevrilmiş ve basılmıştır. hocanın sağlığında kendisinden “isyan ahlakı” nın yayınlanmasını isteyenlere “kim okuyacak ki” yanıtını vermesi Türk fikir hayatı bakımından acıdır. hocaya fikirlerinden dolayı türkiyedeki üniversiteler de kürsü verilmemiştir. bütün bunların ardında blondel’in hocaya son uyarısını hatırlamamak imkansız “şunu bil ki şarkta bir asır daha felsefe yapılmaz.” milliyetçi-muhafazakar kesimle hocanın arasına mesafe koyan iki meseleden biri onu tanımlarken “müslüman sosyalist” ifadesinin kullanımı, ikincisi hocanın sert üslubu. bu mesafeyi ortdan kaldırmak ise bence milliyetçi, muhafazakar ve islamcı intelijansiyanın vazifesi olmalı