Slogan ve vecize tuzakları
By Ayla Chignardet on Eyl 1, 2009 in Basın günlüğü, Beyin Yıkama, İç hastalıklar, Psikolojik harp
Slogan, dilbilgisi açısından kısa bir cümledir. Kişinin iştirâk içgüdüsünü tahrîk eder; onu rasyonel ve kritik aklın sınırları dışına çıkmaya dâvet eder. Tekrarıyla oluşan şartlı refleks ve böylece hazırlanan şuur-altının elverişliliği aracılığıyla da belirli bir amaca yönelik bir düşünceyi veyâ davranışı tetiklemeyi hedefler.
Slogan, genellikle, meselâ: “Türk; öğün, çalış, güven!“de olduğu gibi bir emri, ya da “Cumhûriyet erdemdir“de olduğu gibi bir hükmü ifâde eder. Emrin isâbetli, hükmün de adâletli ve eşyânın tabîatına uygun olması, slogandan beklenen menfaat açısından, her zaman matlûb değildir.
Slogan toplumun sağduyusunu aşındıran, kollektif kişiliğinde bölünmeye yol açan psikotik (psikoza sevk eden) bir âfete de dönüşebilir. Nitekim, Allāh’a şirk koşmamayı dinin temeli sayan müslüman bir toplumda, içinde beş vakit namazını kılanların da bulunduğu bazı kesimler, sloganın doğurduğu şuur uyuşmasıyla, pekâlâ: “En büyük falan-feşmekân! Ondan büyük yok!” diye nâralar atabilmekte ve apaçık şirk içinde olduklarını idrâk dahi edemeyebilmektedirler.
Reklâm ve siyasî propaganda, aslında, şartlı refleks aracılığıyla hep aynı sloganın beynin normal tefrik ve temyiz fonksiyonlarını uyuşturarak, kritik düşünceyi ve analiz yeteneğini pasifleştirmesi stratejisine dayanmaktadır.
Hüküm ifâde eden ve çoğunlukla da temelinde, “Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir“de ya da “Cumhûriyet erdemdir“de olduğu gibi, özdeşleştirme bulunan sloganlar dâima muğlâktır. Bir zorunluluk ifâde eden: “Lâiklikden vaz geçilemez!” sloganı da böyledir. Âmennâ ve saddaknâ! Lâiklikden vaz geçilmemesi gerekir ama 11 defa sözü edildiği Anayasa’da bile tanımı verilmemiş, farklı ve bâzen de çelişkili muhtevâları barındırabilen lâiklik kavramının acabâ hangi tanımı vaz geçilemezdir? Bu belli değildir.
Bu kabil sloganların tutarsızlıkları ve izâfî karakterleri, kritik bir analizin eleğinden geçirildiklerinde, derhâl sırıtır. Meselâ, “Cumhûriyet erdemdir” sloganı:
1) Cumhûriyetin niçin erdem ile özdeş olduğunu da,
2) Cumhûriyetten başka bir nesnenin erdem ile özdeşleştirilip özdeşleştirilemeyeceğini de,
3) Cumhûriyetten başka erdemli bir nesnenin mevcûd olup olmadığı sorularını da
açık bırakmakta ve bu sebebden ötürü de, anlam bakımından, sağduyuya ve mantığa ters düşen bir muğlâklıkla mâlûl bulunmaktadır.
Bâzı sloganlar da düpedüz suç kapsamına giren saçmalıklarla mâlûldürler. Bunlara bir misâl Sedat Simavi ve oğullarının Hürriyet gazetesinin başlığı altında senelerce kullanılmış oldukları “Türkiye Türklerindir” sloganıdır. Bu slogan: 1) Türkiye Anayasa’sının garantisi altında Türkiye’de yaşamakta olan farklı kökenli Türkiye vatandaşlarını görmezlikten gelerek ayrımcılığa yol açan, 2) bu vatandaşları zımnen istenmeyen kişiler olarak gösteren; 3) Türkiye dışındaki (Pomaklar, Gagavuzlar, Tatarlar, Âzerîler, Türkmenler, Tâcikler, Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Moğollar, Yâkutlar, Finliler, Macarlar ve ilh… gibi) türk kökenlilerin de Türkiye üzerinde mülkiyet hakkı olduğunu telmih eden bir saçmalık numûnesidir.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarında asılı olan “Hâkimiyet (ya da egemenlik) kayıtsız şartsız milletindir” sloganının da Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi hâlinde hiç bir anlamı kalmayacağı âşikârdır. Herhâlde bundan sonra TBBM’ne: “Egemenlik Brüksel’in izin verdiği kadar milletindir” şeklinde bir slogan asmak gerekecektir.
Saplanıp kaldıkları ideolojilerin en son hakîkat olduğuna halkı inandırmak için yırtınan her türden safsatacının (demagog‘un) da, saçmalıklarını tahkîm ve te’yid ettirmek amacıyla, diskürsif bir mantık yerine dâima slogan edebiyatına başvurduğuna dikkat etmek lâzımdır. Bu, onların aczini gösterdiği kadar halkı kolay tava getirilebilen ve aklı işlemeyen bir kitle olarak nasıl hor görmekte olduklarına da işâret etmektedir. Slogan üretmek nefsi okşayan, üreticisini halka karşı dâima yüksek bir makāmda olduğuna inandıran bir eylemdir.
Karizmatik oldukları söylenen bazı liderler ise bir yandan hakîm (bilge) görünmek için vecîze üretip yaymaya çalışırlarken, diğer taraftan da, halkın, kendi stratejilerine destek olacak sloganların bağımlısı olmasına gayret ederler. Kendilerini bu yoldan “umut” diye pazarlamaya muvaffak olmuş nice liderin bir süre sonra “yalnızca düş-kırıklığı verebilen” zavallı kişiler oldukları ortaya çıkmıştır.
1968 ve onu izleyen yıllardaki öğrenci ayaklanmasında ise öğrencilerin çoğu sâdece yirmi kadar sloganla dünyânın bütün meselelerine çözüm getirebildiklerini zanneden bir beyin tembelliği ve temyiz sefâleti içindeydi. Kişiliklerinin, slogan furyasıyla, nasıl bir korozyona uğradığının farkında bile değillerdi.
Sloganların darbeleri güçlü, etkileri ânî, fakat ömürleri nisbeten kısa olmaktadır. Buna karşılık vecîzelerin darbeleri mûtedil, etkileri gecikmeli, ama egemenlikleri uzun sürelidir; çoğu kere de örf ve âdetin, rasyonel ve kritik düşüncenin dışında kalabilen bir inanç veyâ hiç değilse, bir referans statüsü kazanabildikleri bile gözlenmektedir.
Slogana karşılık, vecîzenin bir gerçeği o zamana kadar ortaya konulmamış bir açıklık, bir yeni bakış açısı ve ifâde ustalığıyla çok kısa bir şekilde beyân etmesi beklenir. Bu, aslında, müstesna bir eğitimin tahkîm ettiği özel bir yetenek gerektiren, gerçekten de bilgece bir iştir. Ama kendilerini her an vecîze üretmeye mecbur sananlar, ortaya koydukları vecîzelerin çoğunda bir gerçeği beyândan çok, şahsî bir hükmü ön plâna çıkarır, sözlerine de yalnızca vecîze görüntüsü verirler.
Dünyâ görüşümüzü çarpıtmaya müsait tuzaklardan korunmak için, slogan ve vecîzeleri mutlakā kritik ve rasyonel bir muhâkemenin filtresine tâbi’ tutmamız gerektiğini lise çağından i’tibâren gençliğimize aşılamalıyız.
.
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
7 Yorum
Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Eyl 1, 2009 | Reply
genel itibarıyla güzel bi yazı olmus yazarın eline sağlık… yalnızz bazı yerler çok abartılmış mesela:
“En büyük falan-feşmekân! Ondan büyük yok!” diye nâralar atabilmekte ve apaçık şirk içinde(Allah’a karşı) olduklarını idrâk dahi edemeyebilmektedirler.” sonuçta “en büyük… başka büyük yok.” ifadesi genellikle futbol maçlarında takımlar ve seçim propagandalarında partiler için kullanılmaktadır. yazar madem bu kadar konuya tasavvufi yaklaşmış peki islam’daki niyet unsuru ne olacak. ben “en büyük beşiktaş, başka büyük yok” derken haşa Beşiktaşı Allah’la mı muhatap ediyorum ki. bireylerin bu tip sloganları öznenin statüsündeki takım,kişi veya partilere yönelik olarak yaptığına inanıyorum.
sonuçta yazar kitle pskolojisini iyi anlatmış. bilgisine sağlık…
Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Eyl 1, 2009 | Reply
ayrıca “sâdece yirmi kadar sloganla dünyânın bütün meselelerine çözüm getirebildiklerini zanneden bir beyin tembelliği ve temyiz sefâleti içindeydi. Kişiliklerinin, slogan furyasıyla, nasıl bir korozyona uğradığının farkında bile değillerdi.” ifadesi ülkemizdeki cumhuriyet mitinglerinin ve bazı gençlik kollarının zihniyetini resmetmiş. bilgsine sağlık… Allah rahmet eylesin..
Yazan:BetuL Tarih: Eyl 1, 2009 | Reply
Elinize saglik!
Yazan:Mert Kayhan Tarih: Eyl 2, 2009 | Reply
Rahmetli ile sağlığında iki sefer sohbet etmek ve ışığıdan feyz alabilmek nasip olmuştu. Hakka yürüdüğü gün üsküdarda camii avlusunda onu selamlayanlardanım. O ulu çınar yapraklarını hışırdatırken, inanıyorum ki o da yarinin yanından bizleri selamlamıştı. Eserlerinin bir çoğunu okuduğum Ahmet Hocam, idrak mekanizmamda bir çığır açtığı gibi, heva ve vehimlerle dolu pusulardan da kurtulabilmemde mutlak surette fayda sağlamış bir uyandırıcı olmuştur.
Eserlerini uygun platformlara taşıyıp, avamın da faydasına sunan sizlerden de rabbim razı olsun.
Eyvallah…
Yazan:sasa Tarih: Kas 19, 2009 | Reply
elinize sağlık çok güzel olmuş
Yazan:ahmet ercan Tarih: Kas 20, 2009 | Reply
sloganlar, fikir dünyamıza giydirilmiş deli gömlekleridir.
Yazan:esra Tarih: May 22, 2012 | Reply
gerçekten bravo muhteşem elinize sağlık