Tevhid’in ve Hikmet’in anlamı
By Dilaver Demirag on Eki 9, 2009 in Basın günlüğü, Hikmet, Türk Solu
Sunuş: Aşağıda Sevgili Dostum ve Türkiye’de en değer verdiğim entelektüellerden olan Dilaver Demirağ’ın bir yazısı var. Derin Düşünce’de siyasi, ekonomik, ekolojik, toplumsal ve ahlakî birçok meseleyi farklı perspektiflerden inceleyen yazılar çıkıyor. Dilaver Demirağ’ın aşağıdaki yazısı, Türk solunda eğer umut edilecek bir dal varsa, umut beklememiz gereken o perspektifi göstermesi açısından önemli bir yazı bence. Anarşist bir solcu; ama benim kendisini tanımladığım şekliyle bir “hikmet solcusu” olan Dilaver Demirağ’ın yazısının bu sitede önemli tartışmalar ve açılımlar yaratabileceğini düşünüyorum. Kendisinden izin alarak Derin Düşünce’de yayımladığımız bu yazısı, umarım ortak bir ahlakî – muhalif yapının kurulmasının da itici güçlerinden olur.
Enver Gülşen
Not: Yazı Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.
Tevhid’in ve Hikmet’in anlamı (Dilaver Demirağ)
KOZOFİ TARTIŞMALARI – I –
İbrâhîm içimdeki putları devir, elindeki baltayla/kırılan putların yerine yenilerini koyan kim. Güneş buzdan evimi yıktı/koca buzlar düştü, putların boyunları kırıldı. İbrâhîm/Güneşi evime sokan kim. Asma bahçelerinde dolaşan güzelleri/buhtunnasır put yaptı/ben ki zamansız bahçeleri kucakladım, güzeller bende kaldı. İbrâhim, gönlümü put sanıp da kıran kim? (Asaf Halet ÇELEBİ )
Sevgili Yoldaşım Ramazan Kaya’ya
TEVHİDİN VE HİKMETİN ANLAMI
La İlahe İllallah sözü bir devrim çağrısıdır. İnsanların kula kulluk ettiği bir zaman diliminde dağılmışlık da değil birlikte evrensel kardeşliği gerçekleştirmek mülkiyet ve iktidar tarafından esir alınmış olan, zulümle varolan düzene bir başkaldırıydı. Adaletin çağrısı, esenliğin çağrısı, insanlar arasında eşitliğin çağrısıydı dahası tüm tahakküm biçimlerinin kökten bir reddi idi. Bir Fransız yazarın güzel bir sözü vardır: Devrimler genç ve güzel bir siluetle doğarlar, ama daha sonra çürüyen bir ceset gibi olurlar. Tek Tanrılı dinler de bir devrim olarak gencecik ve güzel bir yüzle doğdular ama zamanla Bakunin çok haklı olarak bir “Tanrı varsa da yok edilmelidir” demesine yol açacak denli iğrenç, kötücül bir kimliğe dönüştüler. Bu yüzden tanrısızlık ya da tanrı tanımazlık bir itiraz olarak meşruydu. Çünkü Tanrı evrensel kardeşliğin, eşitliği ve sınırsız özgürlüğün değil ezenlerin, sömürgenlerin, zalimlerin Tanrısıydı. Şimdi Nietzche’nin çağrısına uyarak bu Tanrıyı öldürme zamanı, ama asli olanı diriltmek kaydı ile.
Sıtuasyonist Enternasyonal adını alan ve köklerini dadacılık dediğimiz temelinde aşkınlıkla bir başka temas alanı oluşturmaya çabalayan, Romantik devrimciliğin bir uzantısı olan sanatsal yıkıcılık hareketi olarak doğan bu toplumsal hareketin mensuplarından Mustafa Hayati “İktidar Sözcükleri esir alır, onları köleler gibi kullanır, bu yüzden onları esaretlerinden kurtarmak İktidarın köleliğinden kurtarmak gerekir” demişti.
Ben de kendi adıma Allah kavramını içine düştüğü esaretten kurtarmaya çabalıyorum (dindarlar Allah’ı kavram olarak tanımlamama itiraz edip tevhide vurgu yapmama karşılık, tevhidden koptuğumu söyleyeceklerdir, oysa yanılıyorlar. Allah bir isimdir, mahiyet değil. Allahın ne olduğu konusunda dilde herhangi bir sözcük mevcut değildir, çünkü O insan algısının sınırları içinde yer almaz, çünkü bir nesne değildir ve bu yüzden de tanımlanamaz) ve onu Aşkınlık alanı olarak müthiş bir özgürleşme çağrısı olarak algılıyorum. Düşünün ki ölümün bile sizi sınırlandırmadığı, size erişemediği dolaysıyla da sizi sınırlayacak ya da bağlayacak hiçbir sınırın olmadığı ölçüye gelmez bir özgürlük.
Çokluk Olarak Yabancılaşma
Yabancılaşma için en güzel tanım Marks’a aittir. İnsanın kendi eylemliliğine, edimselliğine yabancılaşması. Bu anlamda put olarak çokluk insanın kendi eylemine yabancılaşmasıdır. Put kavramını sadece suret ile ya da herhangi bir nesne ile sınırlandırmıyorum, İnsanın kendi insani potansiyeline sınır koyan, onun eyleyişine ipotek koyan yani tahakküm olarak tezahür eden (ortaya çıkan) her şeyi put olarak görüyorum. İnsanı evrensel birliktelikten, evrensel kardeşlikten alıkoyan her şeyi bir put olarak tanımlayabiliriz. Tahakküm insanın özgür bir varlık olarak esir düşmüşlüğü ise eğer tevhid yani putlaşmış çoklukların tümünü reddederek, her türlü içkinliğin bizi tasallut altına almasını yani esir almasını reddederek insan olarak kendi eylemliliğimin hiç bir insani sınır olmadan gerçekleşmesine olanak vermektir. Beni özgürlüğümden alı koyan her şey bir yabancılaşmadır. Bu kimi zaman kendim bile olabilirim. Çünkü ben toplumsal bir varlık olarak kültürel belirlenmişliğe maruz kalmışımdır çoğu kez. Kimi zaman dil bile bir hapishane olabilir insan için-ki öyledir de çoklukla- öyleyse o hapishanelerin tümünün parmaklıkların kırmak bizi özgür kılar. Bugüne dek bu ölçüde bir özgürlük düzeyine pek az toplum ve birey ulaşabildi. Ama bu ulaşılmaz ya da ulaşılamayacak demek değil. Bir kez korkularımızın perdesini yırtarsak Bakunin, Kropotkin, Proudhon gibi öncülerin ipuçlarının verdiği ama doğal olarak aydınlanmadan kaynaklanan kısıtları nedeni ile tam olarak ortaya koyamadıkları sınıfsız, imtiyazsız, insanın insan olarak kendi iç dinamiklerini hayata geçirmek ve insan olarak insanlaşmasını sağlayacak, onun adeta bir tohumdan bir çiçeğe durmasın sağlayacak Özgürlük dünyasına varacağımızı düşünüyorum.
Evet, Anarşizm tarihin ürettiği en devrimci fikirlerden biridir ve bana göre İbrahim’le başlayan devrim yolunun modern zamanlardaki yansımasıdır. Bu nedenle Ali Şeriati ile Tolstoy’un elele verdiği bir devrimci çağrıdır. Anarşizm devletsiz bir dünya tasavvur eder. İnsanın saygı ve sevgi gibi kimi değerler dışında hiçbir siyasal otoriteye boyun eğmediği, kendi yasasını kendisinin (kendi gibi özgür benlerle birlikte) koyduğu bir toplumsal dünyayı tasavvur eder. Aslında anarşizmin süzgecinden geçmiş bir İbrahim’i devrimcilik de aynı tasavvuru öngörür. Bu yüzden La İlahe İllallah tarihin kaydettiği en devrimci slogandır. Allah dışında hiç bir otoriteyi tanımayan devlet denen putu yıkması gereken bir çağrı. İnsanın kendi eliyle icad ettiği ve karşısında esir düştüğü bütün kavramlar, kurumlar ve değerler karşısında kayıtsız kalıp, onları redde dayalı bir başkaldırı gerçekleştirmektir. Aşkınlık bu nedenle anti-otoriterdir. Çünkü aşkınlık toplumsal hayatta bizi ele geçiren, ruhumuzu, beynimizi, duygularımızı, aklımızı tutsak alan her şeyden kurtulmak, onları toplumsal hayatımızın dışına atmak ya da içselleştirmektir. Bu anlamda tevhid bit tür kusma ve temizlenme eylemidir. İçimizde Aşkınlık dışında yer alan ve bizi tutsak alan her şeyi hem zihnen hem de toplumsa hayat babında içimizden çıkarıp atma eylemidir. Bu bakımdan anarşizm ile gerçek muvahhidlerin yani tevhid eylemcileri olarak ibrahimilerin diyalogu önemlidir. Ve bana göre bu çağın en önemli devrimci koalisyonu anlamına gelir.
Kapitalizmden, devlete, mülkiyete, insanı tutsak alan akıl, insancıllık, aydınlanma ve hatta doğa, maddi nesneler, duygular kısacası akla gelebilecek tüm tutsaklıklara sırtını dönüp, bunları aşan, bunları reddederek başka bir boyuta geçen sınıfsız bir toplum kanımca ancak bu iki devrimci şiarın bileşkesi ile oluşur. Elbette bunlara ekolojik devrim de eklenmelidir. Ama hikmetsiz bir ekolojik devrim de bu kez doğayı putlaştırmak anlamına gelir.
Peki, hikmet ne ola. Hikmet surette asılı görmektir. Metini okurken yazarı fark edebilmektir.
Hikmetin Ruhu
Ekolojik değerler de La süpürgesini kullanır. İnsanın doğayı tutsak alması ama aynı zamanda kendinin de tutsak düşmesinin, içindeki ve dışındaki doğayı düşürmesinin anlamını fark etmektir. Bu bakımdan doğayı özgürleştirmek insanı da özgürleştirmektir. İnsan doğaya gömülü değildir ama doğa onun yuvasıdır, onun hayat alanıdır.
Hikmet başı eğik bir bilgidir, özünde tevazuya dayanır. Doğanın doğal olmadığının, onun aşkın bir özne tarafından hayat bulmasının söz konusu olduğunu bilmek dolaysıyla kendimizi doğanın sahibi görmemektir. Doğadan alarak doğayı kullanmak insanın insan olarak edimselliği ve eylemselliğidir. Ama insan doğayı kullanır, doğayı sömürmez bu halde. Sömürü yabancılaşmanın bir tezahürüdür ve yabancılaşmadan kurtulmuş bir bilinç bir yanı ile doğanın onun he yapıtaşı, hem de varlık unsuru olduğunu bilir. Lâkin insan doğanın bir parçası da değildir. Çünkü insan hayvanlar ile bitkiler ile taş ve toprakla, galaksiler vb ile eş değer değildir. İnsan başkadır, ama insan doğanın efendisi de değildir. İnsan olsa olsa bahçenin bekçisidir, o kadar. Bahçenin bekçisi değil de sahibi gibi davranıp bahçeyi tarumar ettiğinde o bahçe ona öyle şamar patlatır ki o zaman anlar bahçeye sahiplik etmeye kalkmanın ne demek olduğunu.
Ekolojist bakış açısının önümüze koyduğu en önemli sorun İnsanın doğayı boyunduruk altına alması, onun efendisi olarak onun üzerinde her tür tasarrufta bulunma hakkını kendinde görmesidir. Bu bizi insan merkezcilik dediğimiz hiyerarşik bir anlayışa götürür. Oysa hiyerarşi bir puttur ve insanı tutsak kılmıştır. İnsan tutsak düştüğü için doğayı da tutsak düşürmüştür.
İnsanlar dünyadaki ilk varoluşlarında doğadan yararlanıyordu, ya da bir başka deyimle doğadan fayda sağlayacak biçimde doğayı kullanıyordu. Uygarlık ya da tarım öncesi dediğimiz bu hal içinde insan doğanın verdikleriyle yaşıyordu. Ne zamanki insan üretmeye, çalışmaya, emek vermeye başladı o zaman doğa kullanılmaktan çıkıp sömürülmeye başladı. Ve doğa insanın içinde de dışında da düşmeye başladı. Doğanın kültüre alınması olarak uygarlık tarihi insanın doğadan yabancılaşması olduğu kadar kendine de yabancılaşması demektir. Hiyerarşi ve sınıf, mülkiyet, devlet ve sömürü, tapınakçı din denilen kurumlaşmış sömürü biçimi, ya da rahipsel egemenlik insanın doğayı kullanmak çıkıp sömürüsünün bir sonucudur. Ve insan o zamandan bu zaman kendini doğanın efendisi ve sahibi olarak görmek dediğimiz yanılgıya sürüklendi. Bu benimdir dediği anda hem kendini tutsak etti, hem doğayı hem de diğer insanları. Bu yüzden sınıflı toplumla uygarlık süreci arasındaki bağı dikkate alarak ekolojik sömürünün eş zamanlı bir süreç olduğunu göz ardı edemeyiz.
İşte hikmet burada devreye girer. Hikmet insana sınır çizer, bu anlamda haddini bildirir. Kendisinin sahibi ve yaratıcısı olmadığı, varoluşunda hiçbir etkisi ve gücü olmadığı bir şey üzerinde sınırsızca tasarrufta bulunamayacağını şayet bunu yapmaya teşebbüste bulunursa doğanın ona başkaldıracağını ve ona karşı çok acımasız olacağını bildirir. İnsan doğada oluşan dengelere uyarsa ve doğayı sömürmek yerine sadece hayati gereksinmelerini karşılayacak ölçüde ondan alırsa o zaman doğa da ona hizmet edecektir. Sufilerin aslanın üzerine binmesinde temsil edilen şey de budur. İnsanın kendi yabancılaşmış doğasını uygarlığın getirdiği paslar ve kirlerden temizlemesi halinde, doğanın da ona uyarak ona son derece uysal ve sevgi dolu bir davranışta bulunacağı anlatılmak istenir.
Hikmetin başı eğik bir bilgi biçimini temsil etmesini anlamı da budur, burada başı eğiklik boyun eğmişlik anlamını değil tevazu anlamını taşır. Yani bu bilgi insanı doğayı keşfetmeye anlamaya yöneltirken diğer yandan da doğa karşında insanın gücünün bir sınırı olduğunu, doğayla ancak doğaya uyum göstererek verimli bir ilişki içinde olabileceğini söyler.
Bu yüzden ekoloji aslında kaybettiğimiz bilgeliği yeniden bulma teşebbüsüdür ve insan bu bilgeliğin içerdiği değerleri anlar ve içselleştirir ise ancak doğa ile uyumlu olur. Sanırım bu nedenle ekoloji hareketinin de tıpkı Anarşist hareket gibi ibrahimi değerler ile verimli bir diyalog içinde olmasında çok ciddi faydalar olduğu kanısındayım.
Bu yazıyı bana yazdırtan şeye gelince, yaşadığımız son sel felaketi ve bu eksende gündeme gelen küresel sınma ve ekolojik yıkım tam da insanın haddini yani kendi sınırının bilmeyerek Tanrı rolü oynamasının ve tevhid ile hikmet ilkesini tamamı ile göz ardı etmesinin ya da Heiddeger’in ifadesi ile varlığı unutmasının bir sonucu.
Kuşkusuz tevhid de, hikmet de üzerine sayfalarca yazılacak denli zengin anlamları olan kavramlar. Ben burada dilim döndüğünce ve kendi anladığımca bir şeyler söylemeye çabaladım. Yazdıklarımın köleleşmiş dindarlarca da, köleleşmiş materyalistlerce de gerçek mahiyeti ile anlaşılamayacağını biliyorum. Maddecileri bir kenara bırakırsak, bugün her türlü otoriteye bütün benliğini kölece teslim eden sözüm ona dindarları kendime hiç yakın bulmuyorum. Tam da bu nedenle Ateizmi değerler silsilesi olarak bütünü ile benimsemem de ateistleri kendime her türlü ikiyüzlülüğe kapılmış dindarlardan daha yakın buluyorum. Çünkü Ateistler de köleleşmiş din putunu deviren özgür ruhlu insanlar, onlara bin selam olsun. Kuşkusuz ateizmin de eleştirilecek yönleri var ve bunu da kendimce yapmaya çalışacağım, ama kimi eleştirilerime rağmen, Ateizmin de la süpürgesi ile işe başlayan put kırıcılar olması çok değerli. Kaldı ki sorgulanmayan bir inanç değersizdir ve bu anlamda ateistler dindarlara çok değerli eleştiriler ile katkı sunarlar. Ama dindarlar nedense bu insanların bu değerli katkılarını anlamak ve bu eleştirilere doğru ve anlamlı cevaplar vermek yerine hınç duyuyorlar. Sakın ola özgürlüğe duydukları hınçtan olmaya?
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün. Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.
13 Yorum
Yazan:diren eren ibiş Tarih: Eki 9, 2009 | Reply
Yürek dolusu merhabalar……Bu yazıyı okurken çok farklı şeler hisettim, Şeyler diyorum çünkü tanımlıyamıyorum nehisetiğimi. Özellikle son paragıraf tamda beni tarif ediyor ataizm kişinin özgürleşmesi olduğunu düşünüyorum.Çünkü tek bağlayıcın vicdanındır, hiç bir güçten korkmuyorsun vicdanın ve empati duygunla baş başasın onun içindirki Tanrı tanımamak yada seni sınırlayn hiç bir güçe boyun eymeden sadece vicdanın ve sen zaten buda yetiyor.
Yazan:MY Tarih: Eki 9, 2009 | Reply
ilk defa modernizmden yakasini siyirmis bir solcuyla tanisiyorum, Enver’e ne kadar tesekkür etsek azdir. Sitedeki kisirlasmaya yüz tutan Türk Solu tartismalarini da yeni bir zemine oturtabilecek kalitede bir yazi.
burasi önemli, gerçekten de her dinden insan inanci bir semsiye, bir siginak gibi görebiliyor. inanç kimliklesiyor, millilesiyor. Ermeni kilisesinin millilesmesi, yahudiligin siyonistlesmesi ve ne yazik ki bizim camilerimizdeki irkçi mahyalarla somutlasan Türkçü Islam(!) bu sapikligin, dinin irzina geçen bu akil hastaliginin en çarpici örnekleri.
Evet, zannediyorum Gazali Hazretleri’nden okumustum, “insanlarin nezdindeki din ile ALLAH katindaki din bir degildir” mealinde bir söz.
Yazarla hemfikir olmayabilecegimiz nokta dinin 3 kaynagi: Vahiy, Akil ve kalp. Yazar son ikisine daha fazla önem verir gibi görünüyor ki benim yaratilisim da bu yöndedir. Ama bu üçü arasinda bir öncelik/üstünlük seçimi yapmak yanlistir diye düsünüyorum. (Cemile’nin Qua Vadis Ümmet? isimli çok güzel bir yazisi var bu konuda)
Ama yazarin kendisiyle anlastigimiz noktalar daha çok. Meselâ 1800’lerin Avrupasinda akilci(!)-modernist çizgide yapilan felsefe Hristiyan düsünürleri istemeden(?) bilmeden(?) Islam’a yaklastirdi.
Kirkegaard, Heidegger, Kant ve Bergson hafizama ilk gelenler. Birbirleriyle çatisan fikirleri savunurken dahi dayandiklari/arayis içinde olduklari bir INSAN tarifi var. Neden böyle oldu? Islam ile hiç bi ortak referansi olmadan yola çikan ve çogu kez judeo-kretiyen kökü yikmaya niyetlenen bu projeler neden ve nasil Islam’a yakin fikirler üretti? Dikkate deger.
Hz Musa, Hz Isa ve Hz Muhammed ayni çagda yasasaydi anlasmadiklari tek bir onu olabilir miydi? o halde bugün yasadigimiz sözümona din çatismalari hatta seklî farkliliklar dahi insanlarin yanlis anlamasindan, saptirmasindan ve sömürmesinden kaynaklanmiyor mu?
Daha da önemlisi ALLAH katindaki din nedir? Onu nasil ögrenebiliriz? Islam’i anlayisimizi, inancimizi ve hissedisimizi ÖZ’e nasil yaklastirabiliriz?
Tebrikler, nefis bir yaziydi.
Yazan:Sadık bir okuyucunuz Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
Merhaba,
Açıkçası “La ilahe illallah” deyiminin “Allah’tan başkasına boyun eğme” anlamına geldiğini zımnen de olsa biliyordum. Tağut denen bir kavram var İslam’da. Tağut, insanı Allah’tan başka bir şeye taptıran ve buradaki “yabancılaşma” anlamında insanı kendisine yabancılaştıran bir unsur.
Ancak minimal bir düzen de gereklidir diye düşünüyorum. Bu düzen, “insanı yabancılaştıran her şeye karşı bir yaptırımı olan” bir düzen olursa, “la ilahe illallah”ın Kula kulluk ettirmekten sakındıran yönü de hedefine ulaşmış olmaz mı?
Anarşizm diyoruz ama, anarşizmin ayakları yere basmaz. Eğer her şey “olabilirlik” ekseninde düşünülseydi ben de “tüm insanlar iyi olsun, başkalarına onların istemediği tarzda davranmasın” diye bir kural koyar, en mükemmel ideolojiyi, hiç ekonomi, adalet, sosyal düzen vb. konularına girmeden iki satırda söylemiş olurdum.
Anarşizm de böyle bir şey diyor. İnsanlar devletleri ve büyük düzenleri zaten anarşizm doğa halinde işe yaramadığı için kurmak ihtiyacı duymamışlar mıdır?
Neden? Çünkü ahlaki ilkeleri/emirleri herkes içselleştiremez.
Bu çok kolay olsaydı, dediğim gibi “herkes iyi olsun” derdim ve olay da biterdi zaten.
Öte yandan, zaten dini anlamda dünya hayatı da “ahlaki sorumluluğu” denemek için bir sınavdır. Yani bir kötülük olgusunu Allah biliyor, ve insanlara bir çeşit özgürlük veriyor bu dünyada. “Kötülük” “art niyet” “çıkar” “menfaat” “kibir” “kıskançlık” gibi kavramların hepsi İslam’da “şeytan” ile tanımlanmıştır.
Şeytan olgusunu, yani insanın çıkar duygusunu görmezden gelerek bir siyasi projeye kalkışırsak, fazla Pollyannacılık oynamış oluruz. Böyle bir siyasi fikrin fizibilitesi, insan doğasında yoktur. Ancak ameliyatla herkesin amigdala’sı çıkarılırsa o ayrı.
Ben bu anlamda klasik kapitalizmi, İslam’ın “kötülüğüe de izin veren” atmosferi için asgari bir sistem olarak görüyorum. İnsanların yaşayacağı en asgari anarşizm, kapitalist anarşizmidir. Bunu Ayn Rand’ın yazılarında görebilirsiniz.
Eğer yeryüzünü bir cennet haline getireceksek, bu, siyasi teorilere başvurarak değil, önce kapitalizmin norm olarak benimsenmesi ve bundan başka siyasi teorilerin fizibilitesinin olmadığının anlaşılması, sonra devlet denen kurumun “Robin Hood”culuk oynamaya hakkının olmaması, ve eğer zenginden fakire bir kaynak aktarımı olacaksa bunu zenginlerin kendi ahlaki yargıları ile, kendi iradeleri ile yapması gerektiğinin anlaşılması ile olur.
İslam’daki İnfak, Zekat, Sadaka, bu yüzden hayati derecede önemli kavramlardır.
Ekoloji’ye gelince, fakirler ve yeterli kaynağı olmayan insanlar sürekli bir “devlet” kurumunca beslenirse, işsizlere örneğin aylık bağlanır, kadınlara doğurduğu çocuk başina prim verilirse, o sistem ekolojiyi en fazla harcayan sistem olur. Robin Hood’culuk, her türlü sınıf eşitsizliğine karşı olanlarca her zaman savunulmuştur. Ancak Robin Hood’culuk, çalışmadan da kendisini yaşatacak olguların farkında bulunan parazit insanları, parazitliklerini kanıtlamaya ve daha çok parazit yetiştirmeye teşvik eder.
Bu anlamda yardımı devlet etmemeli, bunlar sivil toplumun inisiyatifinde olmalıdır. Bu şekilde ekoloji de korunmuş olur.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
“…Karl Marx’la yaptığı bir polemiğin bir kısmını oluşturan şu sözü, Bakunin’in Avrupa’daki Museviler’i nasıl algıladığını gösterir:
“Bu Yahudi dünyası bugün çoğunlukla Marx’ın ve Rothschild’in komutası altındadır. Ben eminim ki bir taraftan Rothschildler Marx’ın faziletlerini takdir ediyorlar, diğer taraftan da Marx Rothschildler’e karşı içgüdüsel bir yakınlık ve büyük saygı besliyor. Bu tuhaf görünebilir. Komünizm ve yüksek finans arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Ho ho! Marx’ın komünizmi güçlü bir devlet merkeziyetçiliği istiyor ve bunun olduğu yerde – insanların emeği üzerine spekülasyonlar yapan – parazit Yahudi milleti daima varoluşunun anlamını bulacaktır…” …” vikipedi
Proudhon, okumadım ama şöyle bir gogle bilgisiyle ne dediğine ilişkin gözatılınca toplumsal yaşama dair sopa(otorite) dışında bir çözümden bahsetmiş: fedakarlık.
şahsi kanaatim, yukarıdaki yazı, ilhamla yazılmış olamayacak kadar birikimi ve düşünmeyi zorunlu kılıyor; dolayısıyla yazarı, bu yazıyı yazabilecek kıvama gelinceye dek harcadığı emeği ve gayreti için tebrik ederken, çektiği acıların karşılığını da bulmasını temenni ederim.
bir de mehmet bey’e küçük bir itiraz yapmak isterim. bu konu başlığı altında heiddegger ve bergson tezat oldu sanki. yada ben yanlış anladım. otorite inşa etmenin alengirli sihirbazlarına örnek olsun diye verilmiş de olabilirler mi?
Yazan:SQ Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
Yabancılaşma ve idolleştirme ile ilgili en kapsamlı açıklamalar bence Eric Fromm tarafından yapılmıştır. Buna göre, kişinin kendi gücünü devrettiği her figür idoldür(buna isterseniz put deyin) ve idolün gücü arttıkça insanın kendisi o oranla zayıf düşerek, kendiyle ancak bu “yardımcı” sayesinde temas kurabilecektir ki bu zaten yabancılaşma dediğimiz olaydır.
Diğer yandan bu bakış açısı tam da 19.yüzyıl anlayışlarına kolayca çekilebilir ne yazık ki.
Bu yüzden ekoloji aslında kaybettiğimiz bilgeliği yeniden bulma teşebbüsüdür
Ekoloji nedir? Hangi bilgelik? Neden tanımını doğru koyamıyoruz. Tanrının dişil tarafını kaybettiğimizi mesela? Bu yazı bana ilginç geldi çünkü farkında olmadan belki de, bahsettiği kavramlar doğaya egemen olma çabasındaki ataerkilliği eleştiriyor ve ne yazık ki buna Marks da dahil bir aşamada.
Uygarlık ya da tarım öncesi dediğimiz bu hal içinde insan doğanın verdikleriyle yaşıyordu. Ne zamanki insan üretmeye, çalışmaya, emek vermeye başladı o zaman doğa kullanılmaktan çıkıp sömürülmeye başladı.
Burada tarihle ilgili yanlış bir kavrayış var. Tarım devrimi yani Neolitik çağ, insanın doğayla en uyumlu yaşadığı dönemlerden biriydi. Dönemin kadim bereket kültlerine bakarsanız, eril ve dişil güçlerin tam uyumunu görürsünüz. Özellikle kutsal evlilik törenlerinde. “uygarlık”, doğaya hakim olma çabasında, ilahi olanın yerden yani topraktan göksel olana yükseltilmesi ve idarenin sadece gökle bağlantılı olması bir açıklama olabilir ama tarıma geçiş değil.
Bu yazıda bana ilginç gelen diğer birşey, eklemeden geçemeyeceğim, tanrının ismi konusunda oldu. Birşeyin ismini bilirseniz onu “tanırsınız”. ama bazı şeylerin tam ismini bilemezsiniz-sıfatlarını bilirsiniz- çünkü aklınızla tam olarak aşkın durumları tanımanız mümkün değildir. Bu yüzden Museviler için tanrı Yhova’dır ya da YHVY misal. Bu yüzden yazar, Allah’ın ne olduğu konusunda herhangi bir dilde sözcük mevcut değildir diye eklemiş olabilir.
Bir kez daha, yazının fikrine katılmakla beraber-özellikle insanın doğanın efendisi olmaması konusunda-, “ekolojinin kaybetitğimiz bilgelik”olmasının içini dolduracak açıklamasında elini korkak alıştırdığını düşünüyorum. Sufiler neden aslanın üzerine biner mesela, bu sembolizmin arkaik geçmişinin bile bugün tabular olmadan konuşulabileceğine emin değilim.
Ama gene de bu sitede okuduğum ve en çok kendimi yakın hissettiğim yazı diyebilirim.
Yazan:SQ Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
“hiyerarşi” gibi mevzular da ataerkilliğin önemli esaslarından biridir, aynı şekilde yasa koyuculuk, kanunlar da. Anaerkilliğin esası örf ve adet temellidir. Elbette ikisinin de dengede olduğu bir düzen en sağlıklısıdır. (rahman ve rahim). Ne salt ataerkilliğin getirdiği kültür ve teknoloji ne de anaerkilliğin “ekoloji” yani salt toprak temeli. Anaerkilliğin saf ekolojik düzeninde erkek bir anlamda çocuk kalmaya mecburdur, bunu en iyi Çatalhöyük duvar resimlerinde “vajina dentata” yani dişli rahim içine sıkışmış figürlerde görürüz. Demem odur ki, gerçek birlik fikrinin en önemli prensibi uyum olmalıdır bence.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
“…Sufiler neden aslanın üzerine biner mesela, bu sembolizmin arkaik geçmişinin bile bugün tabular olmadan konuşulabileceğine emin değilim…” neden binerlermiş öğrenelim?
tabu mu bilmiyorum ama ahi evren/nasrettin hoca ile mevlana’nın mücadelesini okudum geçen hafta. mikail bayram yazarı.
bu şemsi tebrizinin hanımı kimya hatun meselesine değinirken ilgimi çeken, sürekli tebrizyi terk edip ahilerin toplantılarına katılmasıymış. ki duymuşsunuzdur belki, fatma bacı, baciyanı rum teşkilatının başkanı nasrettin hoca’nın da hanımı. moğolların kayseri kuşatamasına karşı ahilerin büyük direnişlerinin destansı lideri. tabi kayseri düşüyor uzun yıllar moğollara esir düşüyor. hiç de ataerkil değiller ahiler. uyumlular. belki bu yüzden tahammül edemeyenlerce “mum söndü” iftiraları yayıldı ve 1261 büyük sürgününden sonra kendilerini savunabilecekleri hanikahlardan mahrum kalınca, ogün bugündür “düzenin adamları” anlatıyor onları. prudondan özgürlük öğrenmek zorunda kalıyoruz. şu aslanlara binenler sembolü bana şeyi çağrıştırdı. kalenderilerin şiş sokma ateşle oynama maharetleri moğolların şaman saplantılarından dolayı onları olağan üstü kimseler görüp çatışmamaları; hatta bu işgalde şehir kuşatmalarında ve silahlanıp çatışmalarda bulunup daha sonra anadolunun yüz yıl boyunca sömürgeleştirilmesinde görev almaları itibariyle “aslana binen sufi” motifinin arkası bumudur diye düşündüm, acaba?
Yazan:SQ Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
Şunu da eklemezsem içimde kalır ki, bu yazı daha çok anarşizmin İbrahimi dinlerle barışma çabasının bir görünümü, “ekolojik” kavrayışta hala bir ayak eksik duruyor. Kaybedilen bilgelikten bahsedildiyse kimse kusura bakmasın bunu da söylemek lazım.
Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
tahsin bey;
af buyurun bugün öyle herşeyi soracağımın tuttuğu sık rastlanır günlerden biri.
“…Ancak Robin Hood’culuk, çalışmadan da kendisini yaşatacak olguların farkında bulunan parazit insanları, parazitliklerini kanıtlamaya ve daha çok parazit yetiştirmeye teşvik eder…”
şimdi ben bakıyorum da, bürokrasi parazitlerden müteşekkil bir tetikçilik zinciri. askeriye hakeza. bit ve kitlerden madaa; özel sektörün yönetişim zincirinin de tetikçilikten ayrıştırılabilir mübarek bir yanına rastlayamıyorken; zavallı bir kadının doğum parasına mı takıldınız?
bakın hocam. bu kollektivist kafalarımız var ya, emin olun bize aid değil; yada cismi bize aid içindeki zihniyet değil. sokma olabilir diye düşünüyorum. şundan ki:
“kurgusal sorunlara kollektivist çözümler” başlıklı bir söylev verme imkanım olsa insanlığa derdimki:
hürriyet gazetesinin yıllardır zihinlerimizi işgal ettiği “hürriyet gazetesi ve yakın cemaattekiler dışında kimse orgazm olmuyor”; devlet olmazsa oraya okul ve güvenlik nasıl gidecek, mezra da çiftleşme nasıl gerçekleşecek gibi kurgusal sorunlara çözüm arayan zihinler, sadece işgal edilirler militarizm tarafından; çünkü bu gereksiz ve de gereksiz oluşlarından dolayı çözümsüz sorunlar kafamızın içinde çığlıklar atarak yaygarayı basarlar: VESAYEEEETTT…
hocam boşverin başkalarının kurgusal sorunlarını da bakın ben size bir sır vereyim edımşimitten masallar:
iktisat= sınırsız ihtiyaçların, sınırlı kaynaklarla karşılanması sanatı.
bu yalan. doğrusu:
kaynaklar sınırsız, ihtiyaçlar sınırlı.
haklısınız sorunuzda: “peki nerede bu kaynaklar?”
parazitler tarafından işgal altında. ekini ve nesli fesada uğratmak için. insanları kontrol edebilmek için ihtiyaçlarını kontrol etmelisiniz. hani tağut dediniz diye lafı uzattım. kaynak sorunu yok, gasp sorunu var…
Yazan:MY Tarih: Eki 10, 2009 | Reply
Rüstü Bey Selam,
“bir de mehmet bey’e küçük bir itiraz yapmak isterim. bu konu başlığı altında heiddegger ve bergson tezat oldu sanki. yada ben yanlış anladım. otorite inşa etmenin alengirli sihirbazlarına örnek olsun diye verilmiş de olabilirler mi?”
aslinda tezat yok ama fikrimi yeterince açik yazmamistim. iki eksende açiyorum :
EKSEN 1 KORKU: Kirkegaard ve Heidegger’de korku ile bosluk kavramlarinin islenisine bakiniz. Sonsuz ve sonlu olan iki “içerigin” insanda bulunusunu düsünerek kesfeden iki filozof göreceksiniz. Samimi bir Hristiyan olan Kirkegaard Korku Kavrami’nda (Begrebet Angest) bunu huzurla müsahede eder, bütün izdirap vericiligine ragmen sebepsiz(!) korkunun insani bazi seyeri idrake itisini anlatir. Daha “laik” bir arayis içinde olan Heidegger ise insani “sonsuluktan sonlu aleme atilmis, firlatilmis” gibi algilar.
Vardiklari nokta farklidir ama akil yürüttükleri kavramsal* zemin birdir (*ing. understanding, fr. entendement, alm. Verstand)
Korku bir matkap gibi zahiri alemin perdesinde bir delik açabilir ve insan Hakikat’i bir nebze olsun bu delikten görebilir.
EKSEN 2 GÜZELLIK: Kant ve Bergson da ayrilir gibi gözükür. Kant bir yerden sonra aklin yetmeyecegini ebepleriyle anlatir “Saf Aklin Elestirisi” isimli eserinde. Bergson ise sezgi* yoluyla (*intuition) daha da ileri gidilebilecegini söyler, sairane biçimde de bunu okuruna hissettirir.
ilginç olan bir baska nokta ise Kant’in Güzellik ve Müthis hissi üzerine gözlemler’de* (Beobachtungen über das Gefühl des Schönen und Erhabenen) Güzellik ve Korku’nun birbirine eklemlendigi noktaya dikkat çekmesidir.
Birbirleriyle netice itibariyle zitlasan bu iki fikir adaminin da çikis noktalari birdir, fikrî zeminleri ortaktir.
Bu iki eksende sundugum 4 devasa ismin zahiren çatisan fikirlerinin ayni zemine (human understanding, entendement) dayanmasi ve bu zeminin de Miskat-ül Envar’dan, Mesnevî’ye hatta Nûr Külliyatina uzanmasi, bir baska deyisle Kur’an ile örtüsmesi dikkate sayan.
Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi? isimli yazida bu ikinci ekseni detayli biçimde anlatmistim.
Saygiyla
Yazan:subrosa Tarih: Eki 14, 2009 | Reply
doğanın bir özne tarafından hayat bulmasının söz konusu olduğunu bilmek dolaysıyla kendimizi doğanın sahibi görmemektir demek yanlış bence.doğanın bir özne tarafından yaratıldığı fikri insanın diğer canlılardan bilinçli bir şekilde üstün yaratıldığı insan merkezli düşünceyi doğuruyor yani insan bir irade tarafından diğerlerinden üstün yaratıldıysa insanın kendini dünyada iktidar olarak görmesi çok olağan çünkü erk insana o zaman tanrı tarafından bilinçle bahşedilmiş.
insanlar ağaçlarda yuva yapan kuşlar kadar bu doğanın parçasıdır.kendinizi doğanın parçası olarak görmezseniz, doğayı sömürmek için iyi bir nedeniniz olur.
ibrahimi dinlerin putperestlikten hiçbir farkı yok.putperestler de, ibrahimi dinlerin inananları da bir takım sembol ve ritüeller vasıtasıyla tanrılarıyla ilişki kuruyorlar.çok tanrılılıkta da tek tanrılılıkta da gayba iman var.her ikisi de akıl dışı.ortada bence yüceltilecek ibrahimi devrim falan yok.çünkü arada pek fark yok..
Allah yani islamın ilahı ile özgürlüğü yanyana koyamayız.Çünkü allah ı kabul eden biri kuranı ve sünnet olarak islam peygamberinin yaşayış tarzını da kabul etmek durumundadır.bugün islam dini ne kadar ılımlılaştırılırsa ılımlılaştırılsın değişmediği söylenen kuran ve paygamberin hadisleri gayet açıktır.
şimdi ben bir kadın olarak “fıtratım” gereği iktidar olduğu için cüretkar erkek arzusunu tahrik etmemek için baştan aşağıya örtünerek dolaşmayı,benim için hayırlı olanın namazımı evin en iç odasında kılmak olduğu iddiasını (burda sorum: allah nerde?), erkek lehine çok eşliliği, cariyeliği, köleliği vesaireyi kabullenicem değilse sığ bir modernistim.eyvallah.ne de olsa allah bilinçli bir şekilde erkeği kadından üstün(!) yarattı.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eki 24, 2009 | Reply
subrosa,
Kafa konforun bozulmasın. Yazı sana yazılmamış. Kimse seni başını örtmeye de, cariye olmaya da, İbrahimi dinlere de davet etmiyor!
Her konuda bir fikir serdetme ihtiyacı duyan insanları anlamıyorum. İnsan biraz alçakgönüllü olmalı değil mi? Herşeyin en doğrusunu bildiğini düşünen bir insanla konuşacak neyin olabilir?
Dilaver bey’in ateistler de putlaşmış din engelini sökmeye çalışan özgür ruhlu insanlardır önermesini de bu yüzden kabul edemiyorum. Ben hiç öyle özgür ruhlu insanlar görmüyorum. Agnostikler için belki bunu söyleyebiliriz. Ama kafasında hiçbir soru işareti olmayan bir ateistin, özgür düşündüğünü söylemek güç.
Yazan:mustafa ege Tarih: Ağu 31, 2012 | Reply
yarabbi beni ailemi akrabalarımı ve sana inanan kullarını affet bizi dogru yoldan ayırma bize hikmetinden merahametinden nasibb eyle şüphesizki herşeyi var eden sensin