Hayatımızın kompartımanları içinde 357 ölü çocuk
By Özlem Yağız on Kas 4, 2009 in Basın günlüğü, vicdan
Aslında erkekler için söylenir, onlar hayatlarını kompartımanlara ayırıp öyle yaşarlar; bu yüzden kör kütük bir aşk yaşadıklarında bile, bir futbol maçının sonucunu ölesiye merak edebilirler, internetin başına geçtiklerinde dünyayı ve tabi ki aşkı da unutabilirler diye. Ben bu kadar büyük genellemelere inanmam ama, içinde bulunduğumuz durumun vehametini, şu “kompartımanlara ayırarak yaşamak” meselesi üzerinden konuşmak için açtım bu mevzuyu.
Bir yandan on yıl öncesinde asla tahmin bile edemeyeceğimiz şekilde, tabu sayılan birçok konuda gelişen yeni durumları görüyor, duyuyor, okuyor, yazıyor ve konuşuyoruz. Bir yandan da, adı üstünde “çocuklar” ceza almaya, işkence görmeye, tutuklanmaya ve Ceylan örneğinde olduğu gibi öldürülmeye devam ediyor. Hesaplayanlar 1989’dan bu yana, yani 10 yıl içinde, polis veya askerler tarafından öldürülen tam 357 çocuk olduğunu söylüyorlar.
Bir anne olarak, çeşitli yaşlarda bu 357 çocuk ölüsüyle birlikte yaşamakta gerçekten güçlük çekiyorum. Mazoşist filan değilim, ama küçücük yaşlarında toprağa düşmüş bu bedenleri unutmaya, sanki açık kalmış gözlerini kapatmaya elim ermiyor, gönlüm el vermiyor. Çocuklara kıyacak kadar canavarlaşmış, canileşmiş bir güvenlik konsepti içine hapsolmuş ruhlarımızın, bütün bu şiddete alışan, onu kanıksayan sağırlığından ürküyorum. Ve korkuyorum çünkü, Allah’ın huzuruna bu 357 çocuk için hiçbir şey yapamamış olmanın sorumluluğuyla çıkarsam, kendimi nasıl savunabilirim, nasıl aklayabilirim ki?
Bu acı gerçekleri sadece ben bilmiyorum aslında, sizler de biliyorsunuz. Ama kompartımanlara böldüğümüz hayatlarımızda, bunlar çoğu kez yemek saatlerimize denk gelen televizyon haber kuşağı kategorisine ait. Orada seyredip, orada üzülüp, orada vahlayıp ya da ohlayıp, bir başka program kuşağına, bir başka kompartımana geçiveriyoruz.
Hayatımızda gördüğümüz bunca şiddet sahnesinden sonra, bizim için aklımızın havsalamızın almayacağı bir şey kalmadı zaten. Vahşet olağanlaştı. Düşünebiliyor musunuz, biz çoktandır yemeklerimizi bile bu vahşet ortamında yemeye alıştırıldık!
Aslında belki de hepimiz rahatsızız bundan. Ama ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı tam olarak bilemiyoruz. Çünkü ortaya çıkmanın bir bedeli vardır her zaman ve çoğumuzun bunu göze alacak lüksü yoktur. Bizden daha güçlü ya da daha cesur olanların bu işlere kalkışmalarını bekleriz. Ortaya bir eylem, bir aksiyon çıktığında ise bazılarımız oturduğumuz yerden imzalarımızı göndeririz, bazılarımız gösterilere katılırız, bazılarımız gönülden destekleriz.
Eh bunlar da bir şeydir! Ama katılımcı demokrasinin henüz yerleşmediği ülkemizde sade vatandaş olarak beklentilerimizin adresi, oylarımızla iktidara getirdiğimiz, büyük karizmatik anlamlar yüklediğimiz seçilmişler olur çoğunlukla. Çünkü “güç” onlardadır ve “sorumlu” onlardır.
Onların da bizim gibi birer insan olduğunu, içinde bulundukları şartların her daim fırtınalı olan bir denize benzediğini ve bu denizde yol almaya çalışırken nice badireler atlattıklarını, bu yüzden aslında bu tür konular için bizim öncülüğümüze ve desteğimize ihtiyaçları olduğu, belki de hiç aklımıza gelmez.
İşte bu yüzden, gelin hep beraber, hayatımızın kompartımanları içinde bu 357 ölü çocukla ne yapacağımıza bir karar verelim!