RSS Feed for This Post

Başörtülüler Baş Başa

Sunuş: Okuyacağınız bu sohbet Neslihan Akbulut, Hilal Kaplan, Havva Yılmaz’ın çabalarıyla hazırlanan ve Hayy Kitap tarafından basılan “Henüz Özgür Olmadık” isimli kitaptan alınmıştır. Sohbetin sonunda kitabın kapanış sözünü de bulacaksınız.

  “Derman arardım derdime,

Derdim bana derman imiş.

Burhan arardım aslıma,

Aslım bana burhan imiş.”

Niyazi Mısri

 

Nesrin: Bana bu tarz (dertleşme) bir anlatım şunu düşündürüyor,

böyle biraz arabesk olmaz mı?

Öznur: Mağdur edebiyatı gibi bir şey olsun istemiyoruz ama bir

taraftan da bu yasak niye can acıtıyor, bunu da anlatmamız lazım.

Nesrin: Bunu örtülüler bile anlayamayabiliyor.

İlknur: Bu mağdur edebiyatını da devam ettirmek… Ya mağdur

edebiyatı da demeyeyim de yani böyle kendi yaşadığımız şeyleri anlattığımızda

da “abarttı” diye düşünebiliyorlar.

Pınar: Ama aslında “mağdur edebiyatı yapıyorsunuz” deyip küçümsemek

de bir bloke etme çabası. Ben mağdur edebiyatı şeklinde

yaftalanmanın arkasında da biraz art niyet görüyorum. Tamam, çok

arabeskleşmesin ama böyle ithamlarla karşılaştıkça, sonra hiç konuşamaz

hale geliyor insan.

Öznur: Bunun hayata dokunan bir yanı var. Yasağı siyasal ya da

felsefî bir problem olarak vs. konuşuyoruz ama bu birebir bizim

hayatımızı ikiye bölen bir sorun.

Pınar: Aslında anılar çok gerçekten. Çok çok fazla…

Öznur: Ya aslında sen başlasana, sizin dönem çünkü tarihsel olarak

en başta duruyor. ‘80lerden başlayalım.

Pınar: Şimdi ben 87’de örtündüm üniversitenin ikinci sınıfına

başlarken. İlk başta çok sorun yoktu. Bir de benim dönem Özal dönemi

ama benden iki sene evvel bazı üniversitelerde ciddi yasaklar

kondu. Yengem gittiği Marmara diş hekimliğinde bir sene kaybetti

o dönemde ve tabii çok aşağılayıcı kötü olaylar yaşamışlar. Mesela

yengeme bu yasak konulduğu zaman bilinçli bir şekilde oradaki

temizlikçilere de başörtüsü takma zorunluluğu koyuyor dekan, bu

çok ilginçtir. Hani diyorlar ya “aslında bir sınıf mücadelesi de var

bunun arkasında.” Bu doğru. Bir sene kaybediyor o dönemde ama

Özal dönemi işte, Özal istemiyor öyle bir yasak uygulanmasını. Benim

okul İTÜ. İTÜ’nün rektörü de istemiyor yasağın uygulanmasını

ama bazı fakülteler fanatik. Mimarlık fakültesi, elektrik fakültesi

gibi fakülteler uyguluyor yasağı. Ben elektrik fakültesindeyim.

Benim okuduğum dönem öncesinde daha muhafazakâr bir rektör

vardı, benim zamanımdaki liberal biriydi. Ben okurken bizim dekan

başörtüsü yasaklansın istiyor. Fakültenin içerisinde çok fanatik

öğretim görevlileri var; can atıyorlar yasak olsun diye. Sürekli bir

psikolojik harp; derse giriyorsun, hakaret işitiyorsun. Öncelikle “dışarı

çık” ile başladı, ‘çıkmam’ diyorsun öğretmenin kendisi dersten

çıkıyor. Öğrenciler koşuyor “hocam yapmayın, etmeyin. Siz çıkmayın

o çıksın” diyorlar…

İdil: Sana oldu mu böyle bir şey?

Pınar: Tabii, ben amfide başörtülü olarak tek başımaydım. 80 kişilik

amfi, bunun 60’ı bir olay olduğunda şahit olmamak için önüne

dönüp ders çalışıyor. Geriye kalan 20’sinden de 10’u hoca “dersten

çıkarım” diyince hocanın peşinden koşuyorlar, “hocam siz çıkmayın

o çıksın” diye. Diğer 10 kadar bir sayı da sınıfta protesto ediyor,

sıraya falan vuruyorlar.

O senelerde üç profesör psikolojik harbe başladılar. Mesela diğer

öğrencilerle beraber giriyorsun derse ama “geç kaldın, ne hakla geç

kalırsın, bir daha sakın geç girme” -“ama hocam ben geç kalmadım”

– “ben sana şimdi ne söyleyeceğimi bilirdim çok ağır küfürler ederim

ama neyse kadınsın otur” gibi diyaloglar yaşanıyor. Karşında

70 yaşında bir profesör, okulun en saygın öğretim görevlilerinden

biri… Bir başkası geliyor, mesela “derste konuştun” diye sataşıyor,

öbürü geliyor “bu soruyu çözmedin” diye sataşıyor… O süreçte sanırım

bu üç profesör anlaşmalı. Aynı anda üçü de bir bahane bulup,

önce bize hakaretlere başladılar. Zaten biz fakültede üç başörtülüyüz

toplasan ders başına bir tane bile yokuz.

Bir arkadaşımız vardı bizim, ufak tefek tatlı bir kız. Annesi bakıcılık

yaparak okutuyor bunu ve ailenin ümidi tek üniversite okumuş

çocuğu olacak. Bu profesörlerden bir tanesi derste buna hakaret

ediyor. “Sen yanındakiyle ne konuşuyorsun” diyerek başlıyor. Aslında

kız yanındakiyle konuşmuyor, yanındaki bunla konuşmak için

dönüyor. “Sen bu kıyafetinle kaplumbağa gibi giyinmişsin, söylediklerimin

yarısını bile anlamazsın zaten” diye devam ediyor hoca.

Bütün amfi sus-pus, yani 60-70 kişi var içerde… Ondan sonra tabii

çok içerledik biz buna. Aramızda konuştuk, “bir taneniz bile bir şey

diyemediniz mi hocaya” dedik.

Gülşah: Öyle durumda kaba kuvvet de değil, insan en azından

karşı tarafa sözlü müdahaleyi bekliyor arkadaşından. Ben hocayla

kavga ediyorum. 80 kişilik amfi, herkes susuyor.

Nesrin: Bu uygulamayı yapanlar sessizlikten acayip destek alıyor

lar. Biri itiraz eder, ses yükseltirse duruyorlar. Ama o ses gelmediğinde

katlana katlana artarak devam ediyor gaddarlıkları.

Pınar: Dindar kadınlar ve erkekler arasındaki o kopukluk da çok

ilginçtir. Bize de şunu derlerdi “bacım senin cihadın evde, üzülme,

mahzun olma, ayet de var ya güçlüsün…” Ama amfide, kampüste

bir olay olduğunda paldır küldür kaçıyor. Bunu bir karanlık köşede

söylüyor, kaçıyor dersini dinlemeye ya da ders vermeye gidiyor.

İdil: Aslında içten içe tepki mi duyuyorlar kadınlar üniversitede

olmasınlar diye?

Pınar: Yok, tepki duymuyorlar ama muhafazakârlığın getirdiği bir

şey ve durumla yüzleşmekten kaçıyorlar. Tabii burada bir art niyet

de yok. Bazı erkekler o (yasak karşıtı) eylemlerde çok dayak da yediler.

Ve hiç unutmam, Hürriyet’in manşeti vardır “Azgın Sakallıya

Coplu Ders” diye. Hatta ben bununla dalga geçtim, ‘sakallı olduğu

için mi azgındı bunlar, yoksa azdıkları için mi sakal bıraktılar?’ diye.

(gülüşmeler)

Nesrin: 1998 dönemiydi. Ben o zamanlar yeni örtünmüştüm ve

heyecanlı bir çocuktum. Başımı çok isteyerek örtmüştüm. Annem

çok dindar bir insandı ama o yaşta örtünmemi istemiyordu. Anneme

karşı başımı örtmek için mücadele ederken başörtüsünü çok

benimsedim ve 1998 olayları patlak verdi. Çocuk olarak medyanın

çok fazla etkisinde oluyordum tabii. Babam benim bu nedenle başörtülü

olarak pek sokakta oynamama izin vermezdi. Çünkü o dönem

başörtülü bir çocuk görseler haber yapıyorlardı. Televizyonun

çok etkisinde kalan bir insandım. Sürekli başının örtüsü için sokaklara

dökülen ağlayan kızları izlerdim, o zamandan beri kendimi hiç

Türkiye’nin vatandaşı gibi hissetmedim. Her yerde polis tarafından

yakalanabilecek, polisten korkan ama polise karşı savaşan bir psikolojinin

içine girdim. Sonra imam-hatip lisesine gittim.

Öznur: Bence şöyle bir durum da var, katılır mısınız bilmiyorum:

Başörtüsü yasağı direkt başörtülüleri okul dışında bırakmayı hedefleyen

bir yasaktı. Bunu bildiğin için pervasızca tartışmaya giriyorsun

sınıfta. Çünkü zaten atacak seni okuldan. Bari sözümü söyleyip de

gideyim diyorsun. Sonuçta söz söyleyebilenlerimiz söyledik, sessiz

sedasız çekildik… Sokak protestolarından başka en ufak bir şiddet

olayı yaşanmamıştır. Yani gayet sessiz sedasız gönderildik… Erkeklerin

yaşanan olaylara bireysel tepki gösterseler kaybedecekleri bir

şeyleri vardı ve aslında yasak uygulamasında onların bireysel hayatını

doğrudan kesintiye uğratan bir şey yok. Bunu daha çok üniversitede

fark ettim. Onlar ya “başkalarının” yani başörtülü kadınların

dertleriyle dertlenip harekete geçeceklerdi, ya da olaylara karışmayacaklardı.

Çünkü o anda başörtülü kadın bir başkası oluyor. Yani

biz birebir kendi eğitim hayatımız hakkında karar vermek durumundayız.

Ama onlar “destek verecek miyiz, yoksa biz bari burada

olalım, okulumuza devam edelim mi?” diye sordular kendilerine.

Tabii başta değil, ilerleyen zamanlarda. Başta çoğunlukla erkekler de

protesto etmişlerdi okulları.

İdil: O biraz da 90’lı yıllarla 2000 sonrasının farkıyla da ilgili.

Yani 90’lı yıllardaki o direniş ruhu bir şekilde vardı.

Nesrin: Bir de imam-hatiplerde iki gün önce okul forması olan

kıyafet iki gün sonra seni bir militan durumuna düşürüyordu. Başını

örttüğün için militan muamelesi görüyordun. Onların hepsi

çocuk; okulun kapısından içeri alınmadıkları için kapının önünde

bekliyorlar ve o bir eylem sayılıyor. Ben 1999-2000’de Bursa İmam-

Hatip’teki arkadaşımdan şöyle bir uygulama duydum: Formalarıyla

her zamanki gibi okula geliyorlar, içeri alınmıyorlar, kapıda bekliyorlar.

Kapının önünde bekleyen içeri alınmayan öğrencileri dağıtmak

için polis geliyor. Polis bunları arabaya dolduruyor ve şehrin

dışarısına bir yere bırakıyor. O zamanlar o kadar kötü ki… Şimdi bir

lise öğrencisini şehrin dışında bir yere bıraksan yine korkunç ama telefon

var şimdi. Evden okula okuldan eve giden bir kız için şehirden

uzak bir yere bırakılmak gerçekten travmatik bir şey. Ondan sonra

veliler müdüre sormuş “çocuklar nerede?” diye. Müdür, “polisler bu

tarafa gittiler” demiş. Aileleri o sayede gidip bulmuş çocukları. Ve

bunu yapanlar basın yoluyla da bildiriyorlar yaptıklarını. Yani gizlemiyorlar.

Bir daha okul önünde toplananlar bu muameleye maruz

kalacaklarını bilsinler ki yapmasınlar diye açıkça söylüyorlar.

İlknur: Okul içindeki direniş nasıl bir şey? Onu ben çok merak

ediyorum.

İdil: Evet ben de merak ediyorum. Özellikle 1990’ların başında,

o dönemde solcu öğrencilerle ilişkiniz nasıldı mesela?

Pınar: O dönemde de solcular iki tipti. İşçi Partisi grubu ve bir

de işte ne olduğunu bilmediğim diğer solcular vardı. Diğer solcular

dediğim grup sonraki yıllarda 28 Şubat’taki eylemlerde çok yer aldılar.

O eylemlerin başlarında sürekli o kalabalığın içinde solcular

da vardı. Basın yayında okuyan Sevgi diye bir arkadaş geldi aklıma.

Bu arkadaşa bir derste hoca “çık” diyor. Bu “çıkmam” diye diretiyor.

O sıra bir solcu kız müdahale ediyor, “hocam bunu yapamazsınız,

özgürlüğe aykırı, demokrasiye aykırı,” diyor, tartışıyorlar. Sevgi “ikimiz

birden bir sene uzaklaştırma aldık” diyordu, “hem o kız, hem

ben.” Yani böyle insani olaylar da oluyor. Ben 28 Şubat sürecinin

başlangıcında solcuların bir bölümünün İstanbul Üniversitesi’nde

çok ciddi desteğini de gördüm.

Gülşah: Yalnız bu arada bu süreç bizi hayatın her alanında agresifleştirdi.

Bunu fark ettim kendimde. 1998’de okulu bırakanlardan

biriyim. Üniversiteye başörtülü başlamıştım. Üniversite sınavı

96’daydı, sınava da başörtülü girmiştim. Kayseri’de Biyoloji okumaya

başlamıştım. 2 ay kadar okula devam ettik, sonra sorun başladı.

Okula girememeye başlamamız tam da vizelere denk gelmişti. Neden

giremeyeceğimiz anlatıldı bize. Kapıda kalma sürecinden önce

kış döneminde olduğumuz için bereyle girebiliyorduk okula. Okulun

iki kapısı, tek güvenlik görevlisi vardı. Bir kapıdan giremeyince

onu atlatıp ikinci kapıdan girmeye çalışıyorduk, adam arkamızdan

koşmaya başlıyordu. Böyle komik (!) şeyler yaşıyorduk. Ya da şapka

takıp başörtümüzü gizliyorduk, öyle girebiliyorduk.

İdil: İçerde ne oluyordu o zaman?

Gülşah: Biz içerde şapkayı çıkarıyorduk. Hocalar şaşırıyordu, siz

buraya nasıl girebildiniz diyorlardı. Öğrenciler de bize şaşkın şaşkın

bakıyorlardı şapkamızı çıkarırken. Böyle çok kovalamaca yaşadım

güvenlikle. Hocalar bize “dışarı çıkın!” diyorlardı ya da imza kâğıdı

önümüze gelince imzamızı almıyorlardı (derse katılmadı sayıyorlardı).

Sınıftan dışarı çıkarılıp dekana gönderiliyorduk sürekli.

Pınar: Mesela ben bir derse başvuru dilekçemin yok edilip o derse

aylarca devam ettikten sonra ertesi sene tekrar almak zorunda kaldığımı

bilirim ya da İnkılâp Tarihi dersinde başörtülü ve sakallıların

kâğıdının işaretlenip bırakıldığını. Bunları yaşayan insan nasıl agresif

olmaz, nasıl depresif olmaz? Kapıda yasak kalkabilirse eğer çok

kaybolan dilekçeler, işaretlenen sınav kâğıtları olacak, o zaman bizim

yıllarımıza tekrar dönülecek, bel altı çalışmalar yine başlayacak.

Gülşah: Ben en çok “başörtüsü” kelimesini ağızlarına almama

larına üzülüyordum. “Bu şekilde mi gireceksiniz?” diyorlardı. Yani

ağızlarına bile almıyorlardı. Ben ona çok bozuluyordum.

Pınar: Bir arkadaşım mimarlık fakültesindeki tek başörtülü öğrenciydi,

peruk taktığı gün gelip peruğunu çekiştirdiler “bunu da

çıkaracaksın!” diyerek…

Gülşah: Bizim okulun İlahiyat Fakültesi’nde sorun yoktu, birlikte

oranın kütüphanesine gidip vakit geçiriyorduk. Yine o dönemde soruşturmalar

geçirdik. Savunmalarımızı yaptık, uyarı cezaları aldık.

Üç hoca karşımızda soruyordu bize: “Kimin yurdunda kalıyorsunuz?

Tutanak tutma akıllarını kimden alıyorsunuz? Hangi avukatlar

size yardım ediyor?” Hakkını arama yollarını bilmemeni bekliyorlar.

Diyordum ki, ‘aptal değiliz, az-çok biliyoruz haklarımızı.’ O sıralarda

televizyondan İstanbul’daki olayları takip ediyordum. Aradan on

gün geçti, eve döndüm, okula devam etmedim.

İdil: Neden döndün? Canına tak mı etmişti artık?

Gülşah: Hayır, yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı, sadece yurtta

oturuyordum, okul kaydımı da dondurmuştum. Eve dönme süreci

çok sıkıntılıydı. Zaten psikolojim bozuk dönmüştüm. Bir de

sadece evde oturup hiçbir şey yapmamak sürekli okumaya endekslenmiş

biri için çok zordu. Artık körelmeye başladığımı hissetmiştim,

insanlarla iletişim kuramaz hale gelmiştim. Daha sonra iki kız

kardeşim de aynı sorunu yaşayıp, okudukları okulları bırakıp eve

dönmüşlerdi. Fakat sonra Kıbrıs’ta böyle bir sorunun olmadığını

öğrenince sınava girip oraya gitmeye karar verdiler. Beni de ikna

etmeye çalıştılar ama ben istemiyordum.

İdil: Tekrar aynı şeyleri yaşama korkusu mu taşıyordun?

Gülşah: Hayır, ben sorun çözülmeden üniversiteye dönmeme kararı

almıştım. Bir nevi pasif direniş…

İdil: Ailenin tavrı nasıldı?

Gülşah: Ailem bizi destekliyordu, kararı bize bırakmışlardı, “aç”

ya da “açma” demiyorlardı. “Sen nasıl istiyorsan o şekilde davran”

diyorlardı. 2006 Haziranında kız kardeşlerimin teşviki üzerine dershaneye

kayıt yaptırdım. Bir yıl devam ettim, sınava girdim. Hazirana

kadar Bilgi Üniversitesi’nde şapka takmaya izin verildiğinden

haberim yoktu, ben kız kardeşlerimin yanına, Kıbrıs’taki bir üniversiteye

gitmek için hazırlanmıştım ama bunu duyunca Bilgi için

hazırlanmaya başladım. Puanları çok yüksek değildi, burslu okuyabiliyordunuz,

ben paralısına dahi razıydım, yeter ki okuyabileyim.

Geçen sene de kayıt oldum Bilgi’ye.

Öznur: Peki bu kadar yıl ara verdikten sonra üniversiteye girdiğinde

ne hissettin?

Gülşah: Yaş farkı beni etkiledi, dershanede de yaşamıştım bunu,

ben 1981 doğumluyum. 1989-90’lılar bana çok çocuk geldiler. Ama

ben de pek büyük göstermiyorum, bu avantajı kullandım.

İlknur: Şapka takınca ne hissettin? O kadar direnmiştin başörtün

için. Bu nasıl etkiledi? Bir de alay edenler oldu mu?

Gülşah: Yüzüme karşı hiç olmadı ama duymazlıktan geldiklerim

oldu. Bizim okulda çok ukala insanlar da var. Yüzüme doğrudan bir

şey söyleyecek cesaretleri olmayıp da alay edenler oldu. “Ya çok güzel

olmuş, ben de takacağım, altında kaç kat var?” diyenler oldu. Ben

duymazdan geldim. Bir de saldırıya uğramak istemiyorum, savun

ma yapmak istemiyorum. Duymazlıktan geliyorum söylenenleri.

Nesrin: Bizde yakın bir dönemde direk bir saldırı oldu. Hoca amfide

ders anlatıyordu, başörtülü, yani şapkalı arkadaşlardan biri anlamadı,

arkadan biri laf attı; “Kafandaki o şeyle tabii ki anlamazsın”

diye… Ben bu yasak ile birlikte aile olarak, şehir olarak, ülke olarak

aşağılandığımı hissediyorum, bireysel olarak değil. Ben ne sınava

girdiğime, ne kazanabildiğime, ne de kazandıktan sonra kayıt için

Urfa’dan İstanbul’a geldiğime sevinebildim. Ki o hafta harika bir

haftaydı ama ben her gece ağlıyordum.

İlknur: Neden ağlıyordun? Nasıl okula gireceğim diye mi?

Nesrin: Yani… Bir de İstanbul’a ilk geldiğimizde babam beni

ısrarla her gün okula götürmeye çalışıyordu. Kayıt bitti, yine de

götürmeye çalışıyordu. Bir de kayıt haftasında örtülü aldılar, kayıt

bitince almamaya başladılar, babam “şapka tak, gir” dedi. Okulda

dekanlıkta, mimarlık fakültesinde her gördüğüne anlatmaya çalışıyordu,

“Bakın, benim kızım örtülü, bunu bilerek-isteyerek yapıyor,

çok seviyor, okul onun hayatı, ben istemiyorum böyle bir şeyin kızımın

hayatını etkilemesini.” O kadar gücüme gitti ki, babam adeta

hiç tanımadığı insanlara yalvarıyordu ve ben babamı hiç böyle görmemiştim.

O kadar acıklı, o kadar insanların gözünün içine bakarak

yalvararak konuşuyordu ki, adeta “ben onu buraya bırakacağım

ama kızıma kötü davranmayın” demeye çalışıyordu. Beni öylece zar

zor bıraktı, memlekete döndü. Şimdi yasa değişikliğinden sonra arıyordu

“kızım sizin okulda durum nasıl?” diye. Değişen bir şey olmamıştı

benim okulumda. Her gece arıyordu, en sonunda “düzeldi

baba, artık örtüyoruz” diyerek yalan söyledim ki içi rahat etsin. Yani

böyle herkes yaralanıyor, sanki gözaltında bir yakınının olması gibi.

Sorun şu, örtülü olmak o ideal vatandaş imgesine uymuyor. Bir de

çok sevdiklerinin bunu yaşaması acı bir şey. Tek başıma yaşasaydım

bu kadar incinmezdim, ama ailem benim için benden daha değerli.

Benimle birlikte onlar da bu acıyı yaşıyor.

Pınar: Benim dönemimde ben taviz verme psikolojisini hiç yaşamadım.

Biraz gözüm karaydı. Ama o dönemde yaşadıklarına tahammül

edemeyip okulu bırakan çok oldu. Acaba o terk edenler ne

oldu? Çok merak ediyorum. Biri mimarlık fakültesindeydi, diğeri

makine mühendisliği. Mimar, mühendis olacaklardı. Şimdi ne hissediyorlardır

bunca yıldan sonra?

İlknur: Hani psikolojide de vardır ya, annenin çocuğa verebileceği

en kötü ceza küsmektir. Çünkü onu yok sayıyorsun. Ağabeyim

28 Şubat’tan sonra 2000’li yıllarda üniversiteye girmişti, çok aktifti,

sınıf başkanıydı. Başörtülü bir kız paso almak için başörtülü bir fotoğraf

getirmiş, o da inşallah kabul ederler deyip fotoğrafı öğrenci

işlerine götürmüş. Öğrenci işlerindekiler de “Nasıl olacak? Bu fotoğraf

başörtülü?” deyince, “yine de bir deneyelim” demiş ağabeyim.

Mesut Parlak o dönemde dekanmış. Mesut Parlak’a götürmüşler

olayı. O’nun söylediği söz çok ilginç: “Bizim başörtülü öğrencimiz

mi vardı?” demiş. “Yok” sayıyor yani.

İdil: Gözlerine tamamen batıyorsun, sadece başörtülü olarak varsın,

ya da başörtülü olduğun için yoksun. İkisinin ortası yok, normal

bir insan olarak görmüyorlar seni.

Öznur: Betül’ün güzel bir hikâyesi var pasoyla ilgili. Betül türlü

yollarla, şapkayla, perukla okumaya çalışan bir arkadaş. Bu kadar

kendinden fedakârlık ettikten sonra pasoya da açık fotoğraf vermek

istemiyor, İETT’ye başörtülü fotoğrafla gidip paso istiyor. Oradaki

görevli bu fotoğrafı kabul edemeyeceğini söylüyor, o çok yalvarıyor,

yol parasını pasosuz ödeyemeyeceğini söylüyor. Sonunda adam kabul

ediyor fotoğrafı. Meselenin böyle bir ekonomik yanı da var…

Pınar: Hani mağduriyet edebiyatı diyorlar ya, edebiyatı değil

mağduriyetin kendisi var gerçekten de. Yasağın ekonomik yönü de

çok önemliydi. Benim dönemimde okuyan başörtülü öğrencilerin

benim dışımda hepsinin durumları zordu. Babası işçi emeklisi olan,

annesi temizlikçilik yapanlar vardı. Babası işsiz olan vardı. Anneler

de “biz okuyamadık, siz okuyun, siz kendinizi kurtarın” diye gönderiyorlardı

kızlarını okula. Beni İstanbul Üniversitesi’nde yapılan

eylemler çok duygulandırmıştı. Çapa ve Cerrahpaşa’dan başörtülü

tıp öğrencileri gelirdi, beyaz önlükler giyerlerdi. Şimdi yakın bir dönemde

babam için Cerrahpaşa’ya gittim. Çok sayıda bayan doktor

vardı ama bir tane bile başörtülü göremiyorsun. O başörtülü tıp

öğrencileri o zamanlar mezun olsalardı ya da üniversitede kalsalardı

şimdi bir yığın başörtülü insan görecektik. Şu aşamadan sonra

onlardan bir tanesinin orda kalması büyük bir olay, çünkü orada

insanların gözünü yokluğumuza alıştırdılar.

Gülşah: Şu anda anayasa değişikliğinden sonra benim okulumda

başörtülü kabul ediyorlar öğrencileri. Ama hala inanamıyorum,

bulunduğum katta bir güvenlik görevlisi kapının yanından geçse,

“acaba bizim sınıfa mı geliyor?” diye düşünüyorum. İlk gün gittiğimde

hiçbir şey hissedemedim, on yıldır beklediğim bir şeydi ama

inanamadım böyle bir şey olduğuna.

İdil: Zaten güvenlik görevlisi görmek bile bende çarpıntıya yol

açıyordu; ‘Şimdi bir şey diyecek, şimdi tartışacağım’ diye evham yapıyordum…

Nesrin: Siz okula yangın merdiveninden giriyordunuz değil mi?

Öznur: (Bizim oradan kaçarak girdiğimizi öğrenince) çok şey düşündüler

okulda bu yangın merdiveni için. Kapatamıyorlardı, çünkü

kanunen yangın merdiveni olması zorunlu. Sonunda bazı güvenlik

görevlilerini görevlendirdiler sürekli orayı kontrol altında tutmaları

için. Zaten kuytu bir yerde bir kapıydı. Otoparka açılıyordu. Arabaların

arasından kaçıp varabiliyorduk kapıya. İçeriden birinin kapıyı

açması gerekiyordu. Ama bazen içerdeki arkadaşın yerine güvenlik

görevlisi açıyordu kapıyı (Gülüşmeler). Kapıyı açınca birden karşımıza

güvenlik görevlisi çıkıyordu. O nasıl bir korkuydu öyle. Bizim

okulda okuyan başörtülülerin çoğu bursluydu. Burslu olmayanlar

da yasak başlayınca zaten hemen bıraktılar okulu; yurtdışına gittiler.

Sadece mecbur olan burslular devam etti okula. Biz devam ettik…

İdil: Pınar senin örtünme hikâyen ne?

Pınar: Valla benim örtünme hikâyem biraz karışık. Benim ailemde

örtülü kimse yok. Kemalist modern bir ailem var. Annem

avukat, babam mühendis, abim ODTÜ’lü. ODTÜ’de abim daha

bir dindar oldu ama ben abimle hiç geçinemiyordum. O dönem

o dindar oldukça ben dinden kaçıyordum (gülüşmeler). Ondan

sonra ben üniversite birinci sınıftayken Ankara’dan İstanbul’a taşındık.

İlk yıl biraz İstanbul’un tadını çıkarmaya adadım kendimi.

Arkadaşlarla Ortaköy, Beyoğlu falan geziyoruz. Ama epeyce de din,

ahlak üzerine tartışmalarımız oluyor… Ama sürekli şu çelişkiyi

duyuyorum, benim ailem modern bir aile ama gelenek olarak da

çok sıkı bir ahlak anlayışı var. Mayo giyebilirim ama asla erkekle

flört edemem mesela. Sürekli bu tartışmaları yaşıyorduk. İTÜ’de

bir mühendislik fakültesine gidiyordum, hem kız sayısı az hem de

arkadaşlarım yüzde seksen-doksan ateist. Böyle olunca bir şekilde

kendimi savunmaya çalışıyordum. Sürekli ahlakî tartışmalar, Allah

üzerine, İslamiyet üzerine tartışmalar, nefs ilişkileri sonrasında, epey

orada burada dolaştıktan sonra ‘yeter artık’ dedim. ‘Ahlaksa ahlak.

Bunu bir temele bağlamak lazım’ diye düşünmeye başladım. Bu arada

namaza başladım. Sonra abim geldi yurtdışından. Ondan bazı

kitaplar almaya başladım. Ali Şeriati’nin İnsanın Dört Zindanı beni

çok etkilemişti mesela.

İdil: İlk örtündüğünde ailenle nasıl bir şey yaşadın?

Pınar: İlk şöyle baktılar: Ben karakter olarak maymun iştahlıyım,

“nasıl olsa iki ay sonra bu Budist olur” gibi baktılar (gülüşmeler).

Ciddiye almadılar. Sonra zaman geçip Budist olmadığımı gördüler,

ciddiye almaya başladılar. İlk zamanlar bayağı kötüydü. Tartışıyorduk

sürekli ama diğer kişilerin yaşadığı kadar korkunç boyutlarda

şeyler yaşamadım. Bazıları o dönem ailelerinden ciddi dayak yiyorlardı

örtündükleri için.

İlknur: Bir taraftan da başörtülü olduğun için okulda sıkıntı yaşıyorsun.

Hem okuldaki duruma rağmen okulda bir şeyler yapmaya

çalışıyorsun hem de evden destek görmüyorsun. Öyle bir durum

vardı herhalde.

Öznur: Benim dikkatimi çeken kızlarla erkekler böyle durumlarda

farklı muamele görüyorlar. Abim bir gruba katılmıştı amcamlar

vasıtasıyla. Ona tepki göstermeyen ailem ben örtününce aşırı tepki

gösterdi. Abimi desteklemeseler de kararlarına saygı duyarlardı.

Bana çok baskı yaptılar örtündüm diye.

Pınar: Ben de babamla bayağı bir çatışma halindeydim. Ama

sonuçta baba kalbi işte, içten içe dayanamıyordu galiba. Okuldaki

tepkiler, kınama cezaları, dekanlığa çekilme meseleleri başlayınca bu

sefer babam bana yakınlaştı. Benim için okul yönetimi ile muhatap

olmaya başladı. Bu da Allah’ın hikmeti. Yani benle olan çatışmaları

o noktada durdu.

Nesrin: İlk örtündüğümde bizim evde fotoğraf makinesi yoktu

ama babam arkadaşının fotoğraf makinesini getirip bir sürü pozumu

çekmişti “yarın öbür gün açılırsın, bu sana çok yakışmış” diye.

Gerçekten başörtüsünü çok seviyor; yani namaz gibi Kur’an gibi

seviyor. Dini bir hassasiyet ona göre ama öncelikle çocuklarını kayırmak

istiyor. Bu nedenle başımızı örtmemizi istememişti. Çünkü

o bizi hiç incitmedi, kimse de incitmesin istiyor…

Öznur: Mesela benim ailem hiç istemedi örtünmemi. Çünkü

1999’da liseden mezun oldum. Notlarım da çok iyiydi. Ailede de

daha önce yüksek eğitim almış hiçbir kadın yok yani. Benim okursam

iyi bir şey olacağımı biliyorlardı. Annem çok istiyordu okuyup

bir meslek sahibi olmamı. Tabii şimdi pişman böyle bir şey olduğuma

(gülüşmeler). Ben örtününce çok kötü geldi bu onlara.

Ben yasaktan sonra bu kadar sivil toplumda da aktif olunca, televizyonlara

falan çıkınca annem dedi ki “Uzaklaş bu meselelerden,

bankada falan iş bulalım sana.” (gülüşmeler). Bir de tabii darbeler

tarihine de tanıklık ettikleri için gerçekten korkuyorlar çocukları

siyasete karışırsa diye. Siyaset onlar için çok kötü bir şey. Koruma

içgüdüsüyle yapıyorlar bunları. Koruma içgüdüsü ama benim ailem

bana karşı çok sertti. Babam o kadar sert değildi ama annem çok

sertti. Başörtüsü yasağı yüzünden okulu bırakabileceğimi biliyordu.

Bu yüzden hem sürekli kavga ediyorduk hem de mesela geceleri

annemin ağladığını biliyordum. Ben de ağlıyordum. Bu çok zor bir

durum… Bunun için Nesrin’in babası hakkında anlattıkları beni

çok yaraladı. Sonuçta biz onların evlatlarıyız. Bu yasak bütün aileye

dokunan bir yasak oldu.

Öznur: Bir de biliyorlar çocukları kötü bir şey yapmıyor ama

çocuğun üzerine geliyorlar. İmam-hatip lisesindeyken bizler tam

Kavavis’in şiirindeki gibi “Barbarları Beklerken” modundaydık.

Polisler kapıda bekliyorlardı, bir gün içeri gireceklerini biliyorduk.

Zaten çok umutsuzduk. Bu okulu bitirsek, liseden mezun olsak

ne olacaktı ki? Devam edemeyecektik. Ben o yüzden okulu gözden

çıkarmıştım. Disiplin cezası almak ya da okuldan atılmak beni

korkutmuyordu. Zaten savunma yazıyorduk, bir tane daha yazardık

diye düşünüyorduk. Geldiğimiz nokta malum…

Öznur: Benim kişisel hikâyemde, liseden mezun oldum, üniversite

sınavına girdim, kazandım, kayıt yaptırdım, oradan da mezun

oldum. Bunların hiç birinde mutlu olmadım. Hâlbuki insanlar

böyle zamanlarda çok mutlu olurlar. Üniversiteden mezun olduğum

günü hatırlamak bile istemiyorum, dönüp fotoğraflara da bakmadım.

Zaten bitmiş okul, mezun oluyoruz. Derdimiz, annemizi

alacaklar mı mezuniyet törenine, kepin altına ne giysem… Temmuz

sıcağında boğazlı bir badi giyinmiştim. Diğer arkadaşlarım özel kıyafetler

almışlardı mezuniyet için, herkes çok şıktı, çok özenliydi…

Her zaman olduğu gibi bizler garip, ucube gibi giyinmek zorunda

kaldık. Mezuniyet törenine katılmamın tek nedeni ailemdi. Onlar

çok hevesliydi. Ucube gibi o podyuma çıkmak pahasına ailem bir

günümü görsün istedim. Ailem ve akrabalarım ilk defa beni öyle

şapkalı görmüştü, biraz utandım ama hepsi çok mutluydu, şapkamı

görmediler bile… Yorum da yapmadılar sonrasında. Mutsuz ev kadınları

gibi konuştum değil mi (gülüşmeler).

Pınar: Ben mezuniyet törenine gitmedim mesela. 1994 mezunuyum,

diplomamı daha geçen sene aldım. Okula bile gitmedim.

Eşimi yolladım, o aldı. On dört sene olmuş. Gitsem de giremeyecektim

belki. Zaten bir ideal, bir amaç göremiyorsun okurken de.

Sen mesela o okulda asistan olamazsın. Benim bildiğim birinci olan

bir arkadaş vardı. Normalde birincilerin rahatlıkla asistan olmaları

gerekiyor. O olamadı tabii. Bu da ayrı bir yönü… Kişiyi ideallerinden

de koparıyor bu durum.

Öznur: Her şeyi kalp çarpıntısıyla karşılamaya başlıyor insan.

Yani üniversitede istediği bir yeri kazanan bir insan normalde çok

mutlu olur. Hem de İstanbul’da iyi bir üniversite… Ben önce şok

oldum. Ondan sonra ailemde ikna süreçleri başladı. Ben zaten bir

sene ara vermiştim. Bu okul için ailem çok baskı yaptı. Kaydın son

gününe kadar hep ağladım çünkü başı açık fotoğraf vermek çok

dokunuyordu bana. Son gün bir peruk bulundu, kayda gittim. Fotoğraf

sırası beklerken bile ağlıyordum. Diğer öğrencilere baktım

mutluluktan sanki bir karış havada gelip kayıt yaptırdılar.

İdil: Ben on sekiz yaşında örtündüm. Anadolu lisesinde okuduğum

için daha önce örtünmemiştim. Üniversiteye kayda geldiğimde

bir aylık örtülüydüm. Sizin yaşadığınız hiçbir şeyi daha önceden

yaşamamıştım. Kayıt günü okula geldim ve başka başörtülü bir

üniversiteli tanımadığım için nasıl direnilir, ne yapılır bilmiyordum

(gülüşmeler). Sıra dijital fotoğrafa geldi. Dışarıdan fotoğraf kabul

etmiyorlardı. Bir alternatif de sunmuyorlardı. Ben bayan fotoğrafçı

istedim, kabul etmediler. Bari odada diğerleri çıksın sadece fotoğrafçı

kalsın dedim, onu da kabul etmediler. Hayatımın en kötü fotoğrafını

verdim. O fotoğrafa şu anda bakmıyorum. Ağladım ağlayacağım

bir poz, küçük Emrah’ın kız hali gibi… (gülüşmeler). Ben

örtünmeden önce babam bana “emin misin?” diye sordu. “Bir sürü

şey yaşayacaksın. Şöyle olacak, böyle olacak, sana çok zor gelir, emin

misin örtünmek istediğine?” diye böyle bir konuşma yaptı bana.

O gün de babam kayıt bitip okuldan çıkınca demez mi, “Ben sana

demiştim böyle olacağını.” Ben eve dönüşte yol boyu ağlıyordum.

“Ağlama, bunların olacağı belliydi, bunları göze almalısın.” Bir de

böyle bir nutuk dinledim. Sonra da “neden bu kadar büyütüyorsun?”

serzenişleri. Bu çok ilginç, siz bir şey yaşıyorsunuz, bariz bir

işkence bu. Toplama kampı gibi orada bedenine bir müdahale yapılıyor

ve sen hariç kimse bunu görmüyor. Orada o fotoğrafı çeken

de görmüyor, öz baban da görmüyor ve sen orada yapayalnızsın…

Belki en kötüsü de bu. Hani biri orada anlasa ve bu acını paylaşsa

belki daha az acıtacak canını. Ama öyle olmuyor.

Pınar: Benim arkamdan Fatiha okuyanlar da olurdu. Örtünmeden

önce birinci sınıfta etrafımda kız erkek karışık çok geniş bir

arkadaş çevresi vardı. Ama örtündüğüm hafta tamamıyla yalnız kaldım.

Okulda konuşacağım hiç kimse kalmadı. Beş hafta boyunca

okula gittim-geldim ve beş hafta boyunca ‘merhaba’ bile dememişim

kimseye.

Mağduriyet hikâyeleri deniyor ya, bir yerde Fatma Barbarosoğlu’nun

bir yazı dizisini okudum. “Her sabah soba yeniden kurulur” diye bir

yazıydı. Çok acıklıydı. 1985 yılında sanırım Uludağ Üniversitesi’nde

içeri alınmayanlar kış ayları boyunca dışarıda karın altında donuyorlar

ve sonunda bir teneke soba buluyor kızlar. O sobayı yakıyorlar;

her sabah o soba yanıyor, kızlar kapıda bekliyor. Tabii bu sırada

bazı şeyler oluyor. Gelip orada okula girmediği için herkesin içinde

kızını döven veliler oluyor, saçını başını yola yola zorla açtıranlar

oluyor. Bu hikâye aslında çok önemli. Bunlar gerçek mağduriyetler.

Mesela burada konuşulan bir sürü hikâyeyi ben bile bilmiyorum.

Dışarıdaki kişi ne biliyor ki?

Öznur: Bizde bu çok oldu… Adam geliyor gözümüzün önünde

kızını döverek okula sokuyor mesela. İnanamıyorsun yani. Sonra o

çocuk ne yaşayacak? Biz zaten çok kötü hissediyoruz. Hem şiddet

görüyor, hem rezil oluyor. Ama orada kimse müdahale etmiyor. Bu

şiddeti kimse durdurmuyor…

Pınar: Şiddetin meşru nesnesi başörtülüler… Konu başörtülü kadınlar

olunca kadın derneklerinin çıtı çıkmıyor.

İlknur: Bir de bu eğitim yani… Pedagojik bir süreç sözde… Düşünsene

bu kadar şeyi yaşayıp gidip eğitim almaya çalışıyorsun içerde.

Nesrin: “Hem aç, hem ört” diyen aileler de var. Bu yönde şiddet

uygulayan aileler de var. “Kesinlikle dışarıda açmayacaksın, içerde

kapatmayacaksın” diyenler de var.

Pınar: İstanbul Üniversitesi’nde o örtüyü çıkarıp tekrar takan kızla

da bir konuşmak lazım. Sizler de açmamışsınız. Bir de her gün

açıp çıkaran kıza bakmak lazım. Bakalım onun psikolojisi ne durumda…

İdil: Yasakla birebir karşılaşıp evine dönmek de farklı bir şey…

Yani üniversiteye yeni girecekken kapıda böyle bir yasakla karşılaşmak

çok farklı bir şey. Mesela başlarını açmayıp okulu bırakanlardan

başını açıp girenlere çok büyük öfke duyanlar var. Yasağı başlatanlardan

çok başını açan arkadaşına öfke duyuyor bazıları…

Gülşah: Ben de öyle düşünüyordum, çünkü çok az üniversitede

kalabildim ya, nerdeyse kapıdan dönmüş gibi oldum. Ve çok kızıyordum

başını açanlara.

İdil: Nasıl değişti fikrin?

Gülşah: Yaşın ilerledikçe kafandaki şeyler daha bir oturuyor çünkü… Keşke öyle yapmasalardı beraber olsaydık diye düşünüyordum.

Bir de şartlar çok farklı… Bu kadar katı olmamak gerek diye

düşündüm.

İlknur: Ben de çok kızıyordum. Çünkü ben üniversiteye gittiğim

zaman artık yasak kronikleşmişti. Direnmek istesem de yapabileceğim

bir şey yok çünkü ortada. Ben zaten başımı örterken bunu

kabullenerek örtmeye karar verdim. Lisede örtündüm. Ve imamhatiplerde

de yasak başladı o dönem. Bunları biliyorsun ama bir taraftan

da inanmışsın ve örtünmek istiyorsun. Arayıp arayıp bir şeyleri

bulmuşum sonuçta, heyecanlanmışım, hemen harekete geçmek

istiyorsun doğal olarak. Ki ben örtünmeye karar verdiğimde lise

birinci sınıf ikinci dönem yeni başlamıştı. Ben nerdeyse o durumda

bırakacaktım okulu… O kadar heyecan verici bir şey ama sen bunu

yapmak için bu bedelleri ödemeyi göze almak zorundasın.

Pınar: Beklemek ne kadar zor değil mi?

Öznur: Okula şapkayla ya da perukla girdiğin andan itibaren ya

da başını açtığında artık bir tercih yapmış ve bitirmiş olmuyorsun,

her gün her sabah aynı tercihi yapıyorsun. Ben mesela okula yürüyerek

gidiyordum ve o yolda hiçbir şeyi gözüm görmüyordu. Hep

“bugün nasıl gireyim, hangi kapıdan gireyim?” diye düşünüyordum.

Zaten sürekli suçluluk psikolojisi katlana katlana gidiyordu. Bir süre

sonra ben sadece okula gittiğimi fark ettim. İstanbul’da okuyan biri

olarak eve kapandığımı fark ettim. Evden hiç çıkmamışım mesela.

Sadece okula gitmek için çıkmışım. Hiçbir faaliyete katılmamışım.

İstanbul gibi bir yerde yapacak yüz tane şey var üstelik. Onun için

bu yasak sadece üniversite kapısında, devlet dairesinde uygulanan

bir yasak değil. Senin dediğin gibi yani ‘hakarete uğrayacağıma, gidip

orada moralim bozulacağına oraya da gitmeyeyim, tiyatroya da

gitmeyeyim’ diyor insan. Ama bunu bilinçli de yapmıyorsun sonuçta.

Bunu fark ettim ben bir süre sonra. Ve kendimi zorlayarak bir

yerlere gitmeye başladım. Böyle bir yıkıma da neden oluyor yani

yasak. Ve her gün yeniden tercih yapıyorsun.

Pınar: Burada nasıl idealist olabilirsin mesela, nasıl kariyeri, geleceği

düşünebilirsin? Şu psikoloji de var, özgür olarak geliştirdiğin tavırları

da özgür geliştirmiyorsun aslında. Mesela benim ilk örtünme

kıyafetim, sadece başımı örten bir şeydi. Sürekli kavga ede ede kıyafet

büyüdü ve git gide lacivert siyah takmaya başladım. Hatta bir

defalığına çarşafla bile girdim okula. Sertleşiyorsun zamanla yani…

Sen bu tavırları özgür geliştirdiğini zannediyorsun ama bunlar senin

özgür tavırların değil. Çok refleksif oluyor insan bu kadar eziyet,

baskı görünce.

Nesrin: Ben iki üç yıldır İstanbul’da kalıyorum. Ablam da başörtülü.

Bana haftada en az iki kere “rüyamda kendimi yine başı açık

gördüm” diyor. Kronikleşmiş artık. Hani kimilerini karabasanlar

basar ya onun gibi işte. İşkence bu yani… Ben bıktım ablamın rüyalarından

(Gülüşmeler).

İdil: Ben ilk örtündüğümden beri görüyorum bu tür rüyalar.

Yasakla ilintilendirmiyorum bunu. Çünkü örtü öyle bir güvenlik

sağlıyor ki sonuçta ontolojik bir şey bu, çıplak falan görüyorsun

kendini. Bir şekilde ya başım açık ya tamamen çıplak… Çünkü

örtüyü açmak demek çıplak kalmak demek bu bağlamda. Çünkü

sen saçlarını mahrem sayıyorsun ve devlet zorla açıyor senin başını.

Bunu afişe etmeni istiyor bir şekilde ve bir kadın nasıl göğüslerini

açınca çıplak hissederse kendini sen de öyle hissediyorsun. Belki insanlar

fark etmiyor bile ama senin için önemli çünkü ifşa eden taraf

sensin. O bir şekilde çıplak hissettiriyor insana kendini…Sümeyra: 2006 girişliyim ben daha yeniyim okulda ama 8. sınıfta

örtünmeye başladım. Sonra da liseye başımı açarak gittim ve üniversiteye

ondan sonra başladım. Üniversite tercihimi yaparken şu

an okuduğum okulu tercih ettim… Babamın da etkisiyle başörtüsünün

aslında sadece başımızdaki örtü olmadığı, bütün duruşumuz,

hayatımız vs. anlamına geldiği, başörtüsünün bunları temsil ettiği

düşüncesindeydim. O örtü olmadan da başörtülü olunabileceğini

telkin ederdi babam sürekli. Ben zaten 4 sene boyunca liseye başımı

açarak girmeme rağmen bir yığın sıkıntı yaşadım lisede. Kabataş

Erkek Lisesi mezunuyum ve orası tamamen devlet ideolojisinin dayatıldığı

bir okul. Şu an 19 yaşındayım, ama o zaman çok daha

küçüktüm ve bir şeylerin karşısında durmak daha zordu. İnsanlar

da daha acımasız davranabiliyorlar yaşın küçük olduğu için. Bir de

ben okula birincilik hedefiyle girdim. Bunun için uğraştım, ama

önüme set çekmeye çalışan bir yığın hocam oldu. Onlarla bir sürü

sorun yaşadım. Ortalamamın 5.0 olmasını istiyordum. Olmasa da

birinci olacaktım ama öyle bir idealim vardı. Bir gün felsefe dersinde

80’lik kâğıda 50 verdi mesela bir hocam. Dava açsan kesinlikle

kazanırsın ama tabii küçüğüm daha. Sonrasında düşündüm, eğer

bütün sınıfın önünde sözlüye kalkarsam notumu kıramaz diye bir

fikir geldi aklıma. Sözlüde bütün sınıfın önünde kendimi ispatladım,

o notu verememesini sağladım. Okul birinciliği konuşmamı

da engellemeye kalktılar. Bir sene boyunca bu felsefe hocamla ve

onun etrafındaki öğrenci grubuyla uğraşmak zorunda kaldım. Üniversitede

beraber okuyoruz bazılarıyla. Beni başörtülü görüyorlar

okulda ve yüzlerinde genel olarak korkunç bir ifade oluyor. Başımı

açtığım halde okulda böyle sorunlar yaşadım yani. Üniversitede de

şapka takıyoruz tabii ki. Ama babamın telkinleriyle biraz rahattım.

Başörtüsüyle girmekse direnişti benim için. Ama diğer yandan çok

kaldırabileceğim bir şey de değildi. En son anayasa maddesi geçtikten

sonra ve herkes de bu mevzuyu konuşmaya başladıktan sonra

kesinlikle yapılması gereken şeyin buna karşı çıkmak, güvenlikle her

seferinde tartışacak olsak da buna devam etmek olduğuna karar verdim,

kendime böyle bir hedef koydum. Bizim okulun komikliği şu

bence: Okulun kapısından giremiyorsun, bekçi karşı çıkıyor. Ama 5

adım sonra şapkanı çıkarıp derse girebiliyorsun. Yani okulun kapısında

yasak, derste serbest… İnsanlar ne yapacaklarını bilemiyorlar,

böyle enteresan bir durum var.

Bir de bireysel bazı komiklikler var. Mesela bir hocadan “sizleri

görünce benim dikkatim dağılıyor” şeklinde bir tepki aldık bir

defasında. Ders anlatırken dikkati dağılıyormuş hocanın bizim başımız

örtülü olduğu zaman. En son siyah şapka üzerinde anlaştık.

Şapkamızın da rengi siyah olmalıymış ama mutlaka. Yoksa dikkati

dağılıyormuş.

Esra: Diğer öğrenciler ne giyiyor peki?

Sümeyra: Tek amacının bize sorun çıkarmak olduğunu düşünüyorum

o anda. Zaten sonuçta bizim okulda normal giyinen, normal

görünen insan çok az yani. Dikkat çekmeme ihtimali yok insanların.

Ama bize böyle bir tepki geliyor… Tabii ki çok sinir bozucuydu.

Bizi başörtüsüyle derse alan hocalar da var ve bir derse başörtüyle,

diğerine şapkayla girmek çok kötü bir psikoloji. Tanıdığım insanlar

olmasına rağmen sürekli herkes sana bakıyormuş gibi bir ruh haliyle

ders dinlemek çok kötü.

Esra: “Piercing”li, dövmeli bir sürü insan var; saçlarını renk renk

boyayan insanlar var. Ama dikkat dağıtan şey sadece senin başörtün.

Bir yandan da onur kırıcı bir şey bu.

Rabia: Bu yasağın bir geçmişi var. 1980lerde yasak ciddi uygulanmaya

başladığı zaman annem eczacılıkta ikinci sınıftaymış. Yeni

örtünmüş. Herkes yeni örtünüyormuş o zaman. O zaman da 80lerin

modası öyle bir şey ki kızlar göğüsleri açıkta bırakan transparan

bluzlar giyiyormuş. Sınıfta onlar varken bir hoca anneme “senin

başörtün benim dikkatimi dağıtıyor” demiş… Çocukluğumdan itibaren

annemin üniversite hikâyeleri ile büyüdüm. Bir de çok küçükken

‘acaba ben okula gidebilecek miyim?’ diye düşünüyordum.

Biz kız kardeşimle birlikte babama sorardık daha ilkokula giderken

“baba biz örtündüğümüz zaman ne olacak? Okulu bırakacak mıyız?”

“Hayır,” derdi. “O zaman başımızı mı açacağız?” “Hayır, kızım

başınızı da açmayacaksınız.” Şimdi yasak gündemde, ben 21

yaşındayım. O zaman 5-6 yaşındaydım. Babam, “Bunlar gerici uygulamalar

siz büyüyeceksiniz aradan 20 yıl geçecek, o zamana kadar

hiçbir şey kalmaz” diyordu. Ben de böyle umutlanırdım ah ne güzel

diye. “Kızım başını da açmak zorunda kalmayacaksın, okulunu da

bırakmayacaksın” derdi babam. Ben ilk olarak orta birinci sınıfta

örtündüm. Zaten ergenlik dönemi, kendinle çelişkilisin. Ben örtünmeye

karar verdim diye çıktım böyle. Annem “kızım biraz daha

bekleseydin” dedi. Ama ben kararlıydım. Artık asla başımı açmayacağım

diye karar verdim. Bundan sonra hakikaten de başımı açmadım.

Biraz çocukluğunu da yaşasın vs. diye baktı herkes. Ben onun

mücadelesini de veriyordum. Aile baskısının tam tersi yani. Yasakla

ilk defa ortaokulda karşılaştım… Başta çok zordu benim için başını

açmak. Ama bir şey değişmeyeceğini biliyordum. Zaten annemin

yasak üzerine olan hikâyeleriyle büyümüşüm… Artık alışmamız lazım,

güçlü olmalıyız, biz böyle bir ülkede yaşıyoruz diye kendimizi

yatıştırıyorduk. LGS’ye gireceğim zaman bu olay tekrar başıma

geldi. Başörtülü giremeyecektim. Babamla gittik, şapka aldık. Kaç

gün evvelden değişik değişik giriş modelleri aradım kendime. Şapka

taktım hiç olmadığım bir insan gibi giyindim. Aynaya baktım çok

zordu. Arabalar korna bile çalmıyor sınav zamanında öğrencilerin

dikkati dağılmasın diye. Ama başörtülü bir kızın dikkati kimsenin

umurunda değil. Ben zaten şapka takmışım. “Şapkanı çıkarmazsan

kâğıda işaret koyarım, geçersiz sayılır” diyebiliyor gözetmen. Kız

ağlaya ağlaya soru çözebiliyor. Ama diğerleri korna bile çalmayacak

kadar değerli. İlk tecrübemde ben şapkamı çıkaramam dedim.

Başım ağrıyor, doktorum var vs. dedim ve bir şekilde girdim sınava.

İnsanlar bakıyorlar. Ben o kadar yabancılaşmıştım ki kendimden,

şapka ve fular ile küçük bir kadın gibiydim…

Ben kız lisesinde okudum ve erkek öğretmenlerimiz de olmadığı

için başımı da açarak okudum. Rahattım. Sadece yılda bir kere müfettiş

gelirdi. Üniversite sınavı da daha kötüydü benim için. Açık fotoğraf

veriyorsun. Her sene yeni kurallar çıkıyordu. Başın açık ama

seni tanıyamıyoruz, boğazın da açık olacak deniyor. Ben en kötü

kıyafetlerimi giyip gittim fotoğrafçıya. Suratımı astım bekliyorum.

Fotoğrafçı kadın “biraz gülümse de çekeyim” dedi. Ben de dedim ki

‘gülüyorum işte çeksene.’ Sabıkalı gibi bir fotoğraf çıktı ortaya sonra.

Bütün üniversite hayatımı o fotoğrafla geçiriyorum tekrar başı

açık çekilmek istemediğim için.

Sümeyra: Benim okulumda insanın sinirlerini en çok bozan şey

de yasağın çok keyfî olması. Bir sene çok sıkı oluyor, bir sene daha

serbest. En son bu anayasa maddesi geçtikten sonra ilkin biz giriyorduk

başörtülü. Danıştay açıklamasından sonra tekrar almamaya

başladılar. Bizi okulun servisinden girişte indirdiler. Tam girerken

servisten indiriyorlar, güvenlik görevlisi geliyor “siz giremezsiniz”

diyor ve araçtan iniyorsun. Korkunç bir psikoloji… Hatta bir defasında

kafamda kapşon da vardı. Beni indirdiler servisten. Ama kapıdan

servisten inerkenki şeklimle girdim. Aynı güvenlik görevlisi

yürüyerek girmeme bir şey demedi. Böyle ego tatminleri var. Servis

aracından indirilmek o kadar faşizan bir şey ki. Araçtasın, her şey

normal, kimi bir şeyler okuyor, kimi normal halinde. Birdenbire

servis durduruluyor. Direk üstüne alınıyorsun. Güvenlik giriyor.

“Siz aşağı iner misiniz?” diyor. Herkes sana bakıyor ne oluyor diye.

Kimse sesini çıkarmıyor. O bakışların altında iniyorsun servisten.

Araç okula giriyor ve sen bakıyorsun arkasından. “Sen başörtülüsün,

sen yürüsen ne olacak; derse geç kalsan ne olacak” demek bu.

Resmen insan yerine konmuyorsun. Sanki hakkınla ve sınava girip

çalışıp bu ülkeye vergini ödeyerek o okulu kazanmamışsın da sana

lütfedilmiş bu okul.

Esra: Sonra yürüyorsun yani?

Sümeyra: Evet, aynı kıyafetle hem de… Avrupa’da ilk önce Yahudilerin

işaretlenmesi isteniyor, sonra araçlarla seyahat etmesi yasaklanıyor,

sonra bisikletlerle seyahat etmesi yasaklanıyor. Çünkü

Hollanda’da bisikletle gidiliyor her yere. Sonra insanlar her yere yürümeye

başlıyorlar. Başörtüsü bir ırkçılık değildir diyorlar ya. Tam

da ırkçılık aslında. Ayrımın en beden üzerinden yürüyen şekli. Bu

olay da bana sadece bu şekilde gözüküyor.

Servisten indirildiğin zaman yüzde yüz bir empati kuruyorsun Yahudilerle.

Nazi dönemindeki gibi… “Sen binemezsin, sen yürüyeceksin,

sen başörtülüsün…” Bu kadar kesişmesi çok enteresan. Bu

resmin görülebilmesi çok önemli bir şey. Bütün o faşizan alametleri

taşıyor bu yasak.

Nesrin: Bizim okula girmesi yasak olan iki şey var; biri evcil hayvanlar,

biri de başörtülüler. Bu da beni çok etkilemişti.

Rabia: Bizim yurtdışından arkadaşlarımız gelmişti İstanbul’a. İki

tane başörtülü ama İngiltere’de yaşıyorlar. Onları gezdiriyoruz biz

de. Beyazıt’a geldik “bak burası İstanbul Üniversitesi, biz giremiyoruz

buraya” deyince, onlar da “sen kimi kandırıyorsun, böyle saçma

şey mi olur” dediler. Arada demir parmaklıklar var. “Biz bu yolda

yürüyebiliriz ama bu tarafa geçemeyiz, çünkü orası üniversite” dedik

biz. Ama bir türlü inandıramadık. “O zaman gelin deneyelim”

dedik. Onlar da başörtülü çünkü. Sonra 4 kişi yavaş yavaş yürüyoruz,

bunlar tabii çok heyecanlandılar. Güvenlik görevlisi ilk önce

“başınızı açar mısınız” dedi. Bu arkadaşlar Türkçe konuşmuyorlar,

“ne oldu şimdi adam ne dedi” diye sordular. Şok oldular. İnanamadılar.

Bir daha deneyelim falan dediler. Biraz daha bekleyince adam

kızarak kollarını açtı bizi durdurmak için ve giremezsiniz dedi. Kızlar

bu defa çok korktular. Gidelim dediler. Ben “başınızı açarsanız

girebilirsiniz” diyorlar dedim. Kızlar hiçbir şey diyemediler. Tam

biz giderken başörtülü bir kız gelip başını açıp içeri girdi. Kızlar

bunu da gördüler. Ve dayanamadılar, ikisinin de gözleri doldu, ne

diyeceklerini şaşırdılar. Biz onları teselli etmek zorunda kaldık “biz

alıştık, sen bizim için üzülme” diyerek. Bizim için çok değişik bir

tecrübe olmuştu onların bu kadar şaşırması çünkü bizim artık gündelik

hayatımızın bir parçası bu yasak.

…………………….

…ve sohbet böylece uzayıp gidiyor. Yasak sistemli bir şekilde ülke

çapında uygulanmaya başlayalı on yıl oldu. Bu on yıl yasağa muhatap

olan çocukları büyüttü, gençleri yetişkinlik yaşlarına ulaştırdı.

Hikâyeler, tanıklıklar, kırıklıklar ve kara bir mizah üst üste sarmal

şeklinde büyüdü. Ufak bir parçası bu sayfaları doldursa da bu sohbet

yılların izlerinin sadece küçücük bir damlası oldu. Zamandan ve

mekânlardan geçerek seni de arkasındaki sele şahit tutarcasına eline,

belki de gönlüne damlayıverdi. Söylenenleri söylenmemiş olanların

habercisi kılarak söze burada noktayı koymanın zamanıdır artık…

Sevgili dostum,

Ben sana bu mektubu yazarken ciddi suratlı adam ve kadınlar

kapalı kapılar ardında hayatımıza dair bir karar daha almaya hazırlanıyor

olacaklar. Üniversitelerde bile olsa yasak kalkacak mı bilmiyorum

ama sonuç ne olursa olsun bu mektup bu mektuba vesile

olan ruh hep burada olacak. Belki yasak kalkacak ve bizler, adalete

ve özgürlüğe bir adım daha yaklaşmış olmanın kazandırdığı şevkle

aynı yolda ilerlemeye devam edeceğiz. Belki de yasak aynı şekliyle

hayatımızın tam orta yerinde durmaya, ömrümüzden ömür çalmaya

devam edecek ve biz de yine aynı adalet ve özgürlük ezgilerini

dillendirmeye devam edeceğiz. Her iki türlü de umutlarımızın peşinden

koşmaya devam edeceğiz. Zira henüz özgür olmadık…

“Gene geleceğiz

karşılaşmanın yollarında.

Bir bülbül kulağıma fısıldadı:

Gene geleceğiz.

Bülbüller oralarda

yaşarlar henüz.

Şakırlar yazılarımızda.

Gene geleceğiz

gölgeleri arasında özlemin,

yadırgamanın mezarlarında

bizim yerimiz de var,

bu kesin.

Yorulma gönül,

dönüşün yollarında

çökme sakın.

Gene geleceğiz,

Gene”

(Abu Salma)

… Bu makale ilginizi çektiyse…

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 8 Yorum

  2. Yazan:beytullah emrah Tarih: Kas 9, 2009 | Reply

    hayli uzun bir metin, bu sebeple birçok insan tahammül edip sonuna kadar okur mu bilemiyorum, göz atarlar en iyi ihtimalle. kitaptan okuması daha rahat.

    ama asıl sorun bu anlatılanlara nasıl tahammül edebildiğimiz ya da okuduktan sonra rahatımızı bozmadan hayatımıza nasıl devam edebildiğimiz…

    onca açılıma rağmen başörtüsü yasağının hâlâ ucu açık bir sorun olarak karşımızda durması… yasak en çok kadınları vurduğu için takındığımız kayıtsız tutum. derinleşen sessizlik.

    bu yasağa karşı hep birlikte ses vermek gerekiyor.

    bir şehirden, sekiz şehirden yetmez. her yerden.

    üstelik acilen!

  3. Yazan:cb Tarih: Kas 9, 2009 | Reply

    canımı cayır cayır yaktınız ve biz halen özgür değiliz

  4. Yazan:haritaci70 Tarih: Kas 10, 2009 | Reply

    bir hayli uzun olmasına rağmen bir solukta okudum ve yaklaşık yarım saati mi aldı.

    kitabı da inşallah alıp okuyacağım.

    lakin ne söylenir ne denilir bilmiyorum ki.

    Elif diyorum ben, Elif başını açmayıp direnen kardeşlerimize, mücadelelerine devam edenlere Elif diyorum. İsimlerini bilmediğim kahramanlara Elif diyorum.

    herşeyin başıdır elif. başlangıcın başlangıcıdır. kur’ana başlangıçtır, okumaya başlangıçtır.

    elif gibi dik durmak erdemdir.

    özellikle böyle müslümanca hanım hanım bir hayat yaşayan, davası ideaaleri olan, eğitimli kızlara elif demek gelir içimde, dik duruşun sembolüdür elif.

    kimse elifi bilmez, elifi tanımaz, elifin değerini anlamaz, eliflerin değerinin farkında olmaz.

    özellikle cahiller anlamaz elifi, onlar tanıyamaz bilemez.

    onlar yıllardır elifi görünce mertek sanarlar zaten, elifte ki hikmeti anlayamadıklarından onuruda bilmezler.

  5. Yazan:cengiz maçoğlu Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    Özlem Hanım merhaba;
    Her birinizin başörtülü olma gerekçesi ne olursa olsun (Siyasal tavır maksadıyla takılanı bence daha makbuldür ki siyasi gerekçe diğer tüm gerekçelerin haklılığına inanmış bireylerin bilinç aktarımıdır aynı zamanda) içten saygıyı hak ediyor. Samsun OMÜ’de okurken bölümde kampus içinde açılan kampus sonrası hayatında örtünen onlarca tanıdığım vardı. Her sabah okula giderken kalabalık belediye otobüsü ya da minibüs nizamiye girişinde durdurulur başörtüsü kontrolü yapılırdı. Bu bana ilk zamanlarda gülünç gelirdi, sanki vize ve pasaport kontrolü gibiydi. Başlarını açan kızları gördükçe ben utanıyordum. Günün birinde güvenlikçilere fena bir küfür savurdum, hala pişman değilim o küfrü ettiğim için, başını açması gereken kızın yüzünü gizleyerek ağlamsına tanık oldum. Olayı romantize etmek için yazmıyorum. Okuduğum fakültede böyle ciddi anarşist görüşe sahip birkaç kişiydik, bir de yarım yamalak solcu çocuklar vardı birkaç tane; gerisi Müslüman’dı, orucunda, namazında niyazında çocuklardı. Vatan, millet, din dedindi mi akan sular duruyordu da kardeşleri yanı başında en temel hakları olan giyinme hakkından yoksun bırakılıyordu hepsi bir anda süt dökmüş kedi misali oluyorlardı. Onlara daha çok hakaret edesim vardı, gerçi ders içi tartışmalarda hak ettikleri cevabı veriyordum ama yine bu susmuşluklarını, bu pısırıklıklarını kabul edemiyordum. Hele şu ülkücü tosuncuklar yok muydu, herifler 24saat başörtülü helal süt emmiş kız arayıp evlenmek istiyordu ama rejim o arayışları göre göre ellerinden alıyordu, yine de namus, vatan , millet, din diye bizi boğazlamak istiyorlardı. Bu paradoksu çözemedim ben. Hala da yurdum insanı öyle. Makbule diye bir başörtülü kız vardı, hayatımda kimseye duymadığım saygıyı Makbule’ye duydum. Türkçe bölümü öğrencileri olduğumuz için hem ders gereği hem de mezuniyet adına bir oyun sergiledik ve Makbule bizim suflörümüzdü, en saf inanışlara sahip biriydi, provalara gelir erkek ortamlarında bulunmaktan gocunmaz, selamlaşır, tokalaşır, can ciğer arkadaşlık yapardı Makbule, bir defa bile görmedim bir Kürdü, bir solcuyu bir Alevi’yi aşağılasın… Aslında çok şey anlatmak isterdim ama şimdi ben başörtüsü özgürlüğünü ne giyim hakkı ne inanma hakkı ne de başka bir hakla istiyorum, Makbule şimdi Türkçe öğretmeni sanırım Makbule’nin hakkı olarak istiyorum… O, bu hakka fazlasıyla layık.
    Konu buraya gelmişken on beş günde bir beni evlerine davet eden genç, efendi ama pısrık, edilgen Fetullahçı erkek öğrencilerin ikram ettikleri makrube’lerine rağmen ne Makbule için ne de diğerleri için ses çıkarmadıkları için kınıyorum onları… Ademleri, Dursunları, Fatihleri….

  6. Yazan:özlem Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    Cengiz Bey ne diyebilirim ki gözlemlerinizde yerden göğe haklısınız. Ben diyorum ki makrubeleri yemeye, makbuleleri korumaya, zalimlere küfretmeye, kürt, gayrımüslim, alevi herkes için adaleti ve hak olanı istemeye ve en önemlisi ümit etmeye devam. Moral gücümüzü bizden alamazlar. haklıysanız sizden daha güçlüsü yok. ve bizler haklıyız. Haklı olanın eninde sonunda hakkını almasının önünde hiçbir kuvvet duramaz. Göreceksiniz…

  7. Yazan:cb Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    cengiz bey,

    Samsun OMÜ’de okurken bölümde kampus içinde açılan kampus sonrası hayatında örtünen onlarca tanıdığım vardı.

    ben de Samsun Omü zulmünden geçenlerdenim :((

  8. Yazan:Mustafa Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    Yazıyı sonuna kadar okudumm..Çokta etkiledi beni doğrusu..Malesef bir yasağın insanlar üzerindeki etkileri çok büyük olabiliyor helede bu yasağın bir temeli yoksa..2000 yüksekokulda okurken bayan arkadaşları görürdüm okulun kapısına kadar başörtüüsüyle gelirlerdi sonrasında baraka gibi bir yer vardı daha doğrusu deprem sonrası prefabrik evlerinden birini mescit yapmıştık bayanlar mescitine gider bir kısmı başlarını açarak girer bir kısmı peruğunu takarak içeri girerdi o zamanlar beni bu çok etkilerdi bir çok kez kapıdaki güvenlik görevlileriyle bunun için tartıştım ateist ne oldugu belirsiz hocalarlada çok tartıştım ama artık sistem öyle bir oturmuşki maaşlarını bile senin ödediğin vergilerden alan kişiler sana yasak uygular olmuş bu çok koyuyordu doğrusu..Okula başlayacağımız ilk gün geldi aklıma bayanın bi tanesi yeni kayıt yaptırmış başı açık içeri girmeye çalışıyor güvenlik görevlisi almıyor içeri kızın yüz ifadesi gözlerinden akan yaşlar gözlerimin önüne geldi şimdi. O dönem o güvenlik görevlisyle tartıştıgımı hatırlar gibi oldum halbukü güvenlik görevliside girmesini istiyordu ama malesef o ne oldugu belirsiz keyfi haraket eden rektör ve dekanlar güvenlik görevlisinide tehdit eder gibi başı açık alırsan seni işten çıkarırıza getirmişti..Öyle bir dönemdi işte ama çok kişinin geleceğini karartı bu yasakk Bu yasağın sorumluları bu vebali nasıl kaldırır bilemem ama mahşerdede olsa iki elim yakalarında o acı yaşamış kişilerin vebali boyunlarında olcaktır. Ve son bir söz SUSMAK sisteme boyun eğmektir..SUSMAYIN arkadaşlar aksine dahada kenetlenip haykırın..

  9. Yazan:pişti Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    doksanlı yıllar ülkenin her açıdan kayıp yıllarıdır. başörtülü kızların eğitim haklarının gaspedilmesinin asıl amacının başörtülüleri okutMamak değil, başörtülülerin sahip olduğu zihniyetin kökünü tamamen kazımak olduğu şimdilerde daha iyi anlaşılıyor olmalı. o dönemde olup bitenlerin perde arkasını anlamak için ergenekon sürecinde açığa vuran tablo ve hangi psikolojik harekat taktiği uğruna bu yasaklamanın yapıldığı artık bize yeterince ipucu veriyor olmalı. o dönemde sessiz olan makrube? sevenler için “sırf bu sessizlikten dolayı” bir şey yapamayanların “2009 yılında bile” suç icat edebilmek neler planlandığı son eylem planıyla iyice ortaya çıkmışken kalkıp ta “dönemsel bir problem” için yanlış adresi suçlamanın ve sitem etmenin anlamı yok.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin