Parçalanmış kimlikler için yeni iklimler
By Konuk Yazar on Kas 24, 2009 in Demokrasi, İnsan, Kürtler, vicdan
Kimliklerin darmadağın, hayatların parça parça olduğu bir dönem içinde kimlik siyaseti yapmanın güçlükleri Türkiye Kürtleri’nin hiçbir vakit yakasını bırakmamıştır. Bir yandan kimlik savunusunun anlamsızlığını öne çıkaran yaklaşımlar olanca hızıyla gelişirken, diğer yandan milliyetin inşası için gerekli olan anlatılar, dil öğeleri, kültürel parçacıklar vs. gibi “kimlik yapıcı” unsurların derlenip, toplanmasının gereklilikleri her bakımdan, bir tür araf durumunu, bocalamayı, kararsızlığı dayatmaktadır. Bunun, birbirinden oldukça farklı iki durumu geliştirdiğini söylemek mümkün. Birincisi, kimliğin daha da fazla sahiplenilmesi; parçalanmışlığın, kimliğe varolandan da fazla, sıkı sıkıya sarılarak aşılmaya çalışılması; ikincisi ise bu parçalanmışlık içerisinde güçlü bir düşünümsellik geliştirmek, bir nevi perspektivizm oluşturmaktır. Kimlik bağlamında ele alındığında perspektivizm, sabit olmayan bir kimlik alanı içersinde geçişlilikler oluşturmak anlamına gelecektir. Bir tür öznellikler arasında yapılan yolculuklar gibi. Bunun sağladığı en önemli güç, birinden diğerine geçerken, birbirlerine dışarıdan bakma imkânının oluşması ve belli bir kimliğin içinde hapsolunmasının önüne geçilmesidir. Milliyetçilik durumunda ise çoğu zaman sıfır noktası diyebileceğimiz, durağan, kendi kimlik alanı dışındaki tüm bölgeyi olumsuzlayan, oldukça çorak, yaşamın sunduğu sayısız birikimden soyutlanmış bir tablo çıkmaktadır karşımıza. Nietzscheci bir terminolojiyle dile getirmek gerekirse, bu bir tür “decadence” halidir. Yani olumsuzlama üzerine inşa edilmiş bir öznenin kurulumudur. Belli bazı kimliklerin olumsuzlanması sonucu inşa edilmiş kimlikler bunun en tipik örnekleridir. Aslında, günümüzde varlığını sürdüren birçok ulus devletin harcında olan bir gelişmedir bu. Böylesi bir kimlik edinme sürecinin ortadan kaldırılması ise yıkıcı bir olumlama gücüyle gerçekleşebilecektir ancak. Başka bir deyişle, olumsuzlamanın olumsuzlanması ile. Olumsuzlamanın olumsuzlanması tam da yepyeni bir olumlamayı varlığın bütünü içerisine davet edecektir. Bir kimlik içinde hapsolmuşluk (evet, bir kimlik içine yerleşmek doğrudan doğruya hapsolmuşluktan başka bir şey değildir) bir tür içerisi-dışarısı durumunu doğurur ve dışarısı her zaman için tekinsiz bir bölge olarak imgelenir. Milliyetçilik politikaları da daima bu tekinsiz bölge içine, dönemine göre birçok unsuru serpebilir. Bu da milliyetçiliğin iktidarlaşma biçimlerinin garanti bölgesi olarak şekillenecektir. Türk milliyetçiliği açısından baktığımızda bunun içine kimi zaman Kürtlerin, kimi zaman Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Hıristiyanların ve hatta daha absürd olarak herhangi bir ırkı temsil etmeyen kurumların, mesela Avrupa Birliği’nin yerleştirldiğini görürüz. Bu unsurlar içerinin korunaklı bölgesini tehdit eden “dış güçler” olarak kodlanır. “Dış düşmanlar”, “iç düşmanlar” hazır kalıplardır ve milliyetçi iktidar odakları sadece bu kalıpların içine hangi dönemde kimlerin yerleştirileceğine karar verirler.
Dilin dağınıklığı içinde Kürtler
Bugün için dedesinden daha “akademik” Kürtçe konuşan bir kuşak da var artık. Bunun yanısıra hiç Kürtçe bilmeyen ya da İngilizce ile Kürtçeyi ya da Almancayı birlikte öğrenen Kürtler de var. Bunun çok sayıda varyasyonları var ve bu konuda kesinlikle bir homojenlikten bahsedilemez: Arapça yazıp-okuyan Kürtler ya da Türkçe, Farsça okuyup-yazan Kürtler; köyde yaşayan ve sadece sözel dile hâkim olan ya da bir metropolde avukatlık, gazetecilik, öğtetmenlik gibi meslekleri icra eden, sözel olarak Kürtçe, yazı dili olarak ise Türkçeyi kullanan Kürtler; yurtdışında göçmen olan, ilticacı olan ve içinde yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmek zorunluluğu ile karşı karşıya olan Kürtler…
Bu dağınık durumun nedenleri küreselleşmenin sonuçları olarak ya da çeyrek asırdır devam eden savaşla açıklanabilir belki. Ancak bunu makro siyasetin diliyle anlatmak parçalanmışlığı ifade etmek açısından oldukça zayıf kalacaktır. Makro siyaset alanı, tüm politikalaların devlet örgütlenmesi içerisinde yapılması ve siyasetin belli bazı uzmanların işi olduğu fikriyle örtüşmektedir. Halbuki politikalar devletlerin siyasetleri değildir. Politikalar cemaatleri, grupları, gündelik yaşam pratikleri içinde görünür hale gelen tüm sosyal ağları, bürokarasi ile insan ilişkilerini, kültürel dinamikleri, sanatsal faaliyetleri, kimliksel temasları ve kurumsallaşmalar dışındaki daha pek çok hareketi yatay bir biçimde kat eden oluşsal süreçlerdir. Bu yüzden de politikaları ne devlet yetkililerinin siyasal söylemleri ne de kurumlar içinde yapılan idari ve hukuki düzenlemeler olarak algılamamak gerekir.
Parçalılık ancak algıların perspektiflerinden görünür hale gelebilir. Bir sinema filmini, bir müziği, ya da bir edebi metni oluşturan, devletin üst kodlamalarından kopan bir hareket, iç içe geçen çizgiler, bireylikler.. Tüm bunlar algıları devreye sokan, parçalı politikaların kudretinin dolaşıma girmesini sağlayan hareketlerdir. Parçalanma ancak yine parçalı bir dille ifade edilebilir. Kültürel, dilsel ve elbette ki yaşamsal parçacıkların derlenmesiyle anlatılabilir. Bu açıdan bakıldığında bir kimlik içinde parçalanma ne anlama gelmektedir? Bunun ufak tefek parçaları nelerdir? Bir söyleyiş biçimi geliştirememek, dille bölük-pörçük bir ilişki kurmak, ya da arızalı bir ilişki kurmak…
Dille ilgili pek çok kuramsal yaklaşımdan biri de dil ile düşünce arasında boşluksuz, birebir bir ilişki olduğu yönündedir. Witgeinstein’ın “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” formülü bunu çok iyi ifade eder. Yani bir insanın anadilinin yasaklanması demek “dünyasının” yasaklanması anlamına gelecektir. Dili kullanamamak düşüncenin de paralize olması anlamına gelecektir. Bunun sonucunda gündelik yaşam içerisinde bireylerle iktidar odakları arsında bozguna uğramış bir ilişkinin ( ya da ilişkisizliğin) biçimlenmesine tanık oluruz. Birey böyle bir durumda her halükârda bir anomali resmi çizecektir: Bürokratik aygıt karşısında bir anomali, kapitalizmin kapma aygıtları karşısında bir anomali ya da milliyetçi iktidarlar karşısında zorunlu bir direniş hareketi bunun kaçınılmaz sonuçları olacaktır.
Yasaklı yıllarda Kürtçe bir müzik parçası dinlemek büyük bir direnişin göstergesi haline gelmekteydi. Yılmaz Güney’in bir filminin fonunda Kürtçe ezgiler duymak benzersiz bir coşkunun kaynağı olmaktaydı. Çünkü Kürtçe ile ilgili yazmak, okumak, müzik yapmak gibi herhangi bir faaliyette bulunmanın ağır bedelleri vardı. Bugün için akıl dışı gibi görünen bu türden durumların etkileri çok yakın zamana kadar (ve hatta içinde bulunduğumuz dönemde bile) sürmüştür. Ne var ki Kürtlere yönelik tüm bu baskı unsurlarına rağmen anadilin kullanımlarına ilişkin muzazzam bir direnişin de öteden beri sürdürlüldüğünü görürüz. Bu durum milliyetçiliğin ötesinde, kesintisiz bir gündelik yaşam direnişi formuna bürünmüştür. Bir yasağı delmenin verdiği sonsuz haz ve heyecan, aynı anda birkaç dili birden öğrenme zorunluluğu (bu hem büyük bir zenginlik ama aynı zamanda büyük bir sıkıntının da kaynağı olabilmektedir) ya da birkaç dili yarım yamalak öğrenmenin getirdiği şaşkınlık, güvensizlik. Denilebilir ki, bunlar kültürel öğelerdir ve siyasal değildir. Aslında kültürel olarak düşünülen bu durumlar oldukça siyasaldır ve gerçek anlamda siyaseti oluşturan da bunlardır. Böylesi bir oluş süreci gündelik yaşamdaki en küçük titreşimlerin dev bir depreme dönüşmesine yol açmaktadır. Bu depremler çoğu zaman kırılgan bir özenelliğin oluşmasıyla sonuçlanır. Adorno’nun tabiriyle “sakatlanmış bir yaşam”. Ancak bu öznellik sahası direnişi ve daha da önemlisi umutsuz bir umudu da doğurur. Marx’ın zayıf ya da nötr bir noktada ortaya çıkan şu sözünü hatırlamakta yarar var: “içinde bulunduğum mutlak umutsuzluk bana umut veriyor.” “Sakatlanmış bir yaşam” ve “umutsuz umut” veya Beckett’in (bilerek ve arzulayarak) “sürekli kaybetme” fikri aslında yepyeni bir etik sahanın, daha önce deneyimlenmemiş güçlü bir maneviyatın gelişme potansiyellerinin de işaretlerini verir bize.
Kürtlerin kimlik mücadeleleri elbette yeni değil. Çok uzun bir zamandır devam eden, hatta Kürtlerin bir tür yaşam biçimine ve yaşam siyasetine dönüşen bir durumdur bu. Ancak sorunun bir anadil meselesi ile de sınırlı olmadığını kabul etmemiz ve bunu sık sık hatırlamamız gerekiyor; en önemlisi de sakatlanmış bir yaşamın sunmuş olduğu farklılıkları (ya da isterseniz buna zenginlikler de diyebiliriz) ve algı biçimlerini tepmemek, gözden çıkarmamak için. Bu, eziyet çekmeye devam edelim ve bundan keyif alalım anlamına gelmez. Ancak yıllardır biriken bu yaraların ve hayat çizgilerinin sağladığı güçlü düşünümüselliğin tekrardan yerineyurduna sokulmaması için yeni politik stillerin ve stratejilerin geliştirilmesi gerektiği anlamına gelir. Bu, asla ideolojik bir tutum değildir. Onun da ötesinde en muhkem ahlaki ya siyasi dayatmalara karşı bir özerklik arayışından ve bu özerkliğin korunmasından başka bir şey değildir.