Mimar Sinan’ın Kayıp Kafatası!
By T.Suat Demren on Ara 7, 2009 in Kemalizm, Ulus-Devlet, Ulusalcılık
Mimar Sinan. O sadece Osmanlı-İslam Medeniyeti’nin değil insanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük mimarî dehalardandır. Fakat gelin görün ki bu dehanın mezarı açılmış içinden kafatası çıkartılmış ve kaybedilmiştir.”Nasıl olur?” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de ilk duyduğumda benzer bir tepki vermiştim. Mustafa Armağan bu olayı anlattığı dostlarının gözlerini faltaşı gibi açıp : “Bu milli ayıbımızı lütfen yazma. Yetmişiki millete bir daha rezil olacağız yoksa” dediğini aktarır. Ve şöyle cevap verdiğini söyler: “Hayır rezil olmayacağız. Asıl bu işin peşini bırakıp gerçeği öğrenmedikçe ve kafatasının nerede olduğunu bulmadıkça insanlığın yüzüne bakamaz hale geleceğiz” (1)
Vakıa şudur: 1935 yılında Türk Tarihini Araştırma Kurumu’nun (Bugün, TTK) seçtiği bir heyet huzurunda Süleymaniye Camii’ nin yanındaki türbesinden kemikleri çıkarılır Mimar Sinan’ın. Tabii geçen 350 yılın tesiriyle iskeletin büyük bir kısmı bozulmuştur. Kafatası incelenir. Türk ırkının özelliklerine uyduğu anlaşılınca memnuniyetle mezar kapatılır. Ancak kafatası kurulacak Antropoloji müzesinde muhafaza edilmek üzere heyet tarafından alıkonulur.(2)
Mustafa Armağan’ın İbrahim Hakkı Konyalı’dan (3) naklettiğine göre, 1940?larda bu hadiseden habersiz olarak türbeyi restore edenler mezarı açtıklarında Mimar Sinan’ın iskeletinde kafatasının olmadığını görünce telaşe kapılırlar. Araştırma yapılır ama nerede muhafaza edildiği tespit edilemez. Koca Sinan’ın kafatası sırra kadem basmıştır. Mustafa Armağan merak edip bu müzeyi araştırmış. Türk Tarih Kurumu yetkililerinin ve İstanbul Kültür Müdürlüğü’nün böyle bir müzeden haberi olmadığı gibi, Sinan’ın kafatasının kayıp olduğundan da haberi yokmuş.Daha sonra bir süre Prof. Kansu’nun odasında böyle bir müze oluşturulduğu bilgisine ulaşmış ama müzenin akibeti meçhulmüş. Armağan, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde olabileceğini söylüyor, Kansu’nun ve Afet İnan’ ın çocuklarının yardımını umarak..
Üstelik bu şekilde mezarından kafatası çıkartılan yalnız Mimar Sinan değil. Mustafa Armağan’ın aktardığına göre 5 Ağustos 1935 günü yayınlanan Cumhuriyet Gazetesi’nde Kültür Bakanlığı tarafından öğretmenlere gönderilen bir genelge yayınlanır:
Eski mezarlardan çıkacak olan Selçuk, Danışmend oğullarına ait kafataslarını İstanbul’a Antropoloji Müzesi’ne göndermeleri…
Mustafa Armağan bu satırları aktardıktan sonra ekler:
” Başka bir deyişle bugün mevcut olmayan, kurulmadan kayıplara karışmış bu müzeye kimbilir kaç tane devlet büyüğümüzün kafatasları gönderildi? Ve bugün kimbilir neredeler? Toprağın üstünekilere sahip çıkmadığımız gibi ne yazık ki altındakilere de sahip çıkmayan bir garip milletiz vesselam!”
Her okuduğumda gülmekle ağlamak arası bir hâl aldığım bu hadise nasıl izah edilir, neye te’vil edilebilir bilemiyorum. Bildiğim birşey varsa o da, bu hadisenin çok çirkin ve bize -dile kolay- 364 muhteşem eser bırakan Koca Sinan’a yapılmış çok büyük bir ayıp olduğudur. Armağan’ın söylediği gibi; Bir insanın sağlığında kafasını kesmekle öldükten sonra mezarından çalmak arasında ne gibi bir fark var? Çok umudum yok gerçi ama inşaallah bir gün -eğer bir yerlere atılıp parçalanmadıysa- bir deponun köşesinde, bir sandıkta Mimar Sinan’ın kayıp kafatası bulunur da bu ayıbı temizleme şansımız doğar.
1.Mustafa Armağan / Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler / Timaş Yay.2.Bsk.2005 S.43 2.Age / Nakledildiği kaynak :5 ve 6 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
3.Age / Nakledildiği kaynak :İ.Hakkı Konyalı / Mimar Koca Sinan / İstanbul 1948
… E-kitap okumak için …
2ci Sürüme dair not: Birinci sürümden bu yana 12 yeni kelime eklendi Derin Lügat’a. İndirip ilk 30 kelimeyi okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmedik. Yani 65inci sayfa sonuna kadar (Yalnızlık dahil) 2.0 ile 1.0 arasında bir fark yok. Bundan sonraki güncellemelerde de aynı yolu takip edeceğiz.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
8 Yorum
Yazan:Kemal ONUR Tarih: Ara 9, 2009 | Reply
Çok üzücü bir durum. Garip geldi biraz ama …
Yazan:ersin günay Tarih: Oca 5, 2010 | Reply
Hiçbir anlam veremedim.Ölümsüz eserlerinin önünde eğildiğimiz dahinin ne düşünce ile böyle bir olaya olaya maruz kaldığını,tarihimize saygısızlık yapıldığını düşünüyorum,keşke bu yazınızı okumamış olsaydım,saygılar.
Yazan:yusuf MEMUR Tarih: Şub 17, 2010 | Reply
KORKMAK ama KİMDEN….
Toplumca bir korku paranoyası içinde yaşamaktayız hep bir şeylerden korkuyoruz Askerden korkuyoruz Polisten korkuyoruz Anneden-Babadan korkuyoruz ögretmenden korkuyoruz bölünmekten korkuyoruz velhasılı kelam herşeyden korkuyoruz yalnızca ALLAH”dan KORKMUYORUZ O kadar alçaklaşmış bir toplum haline gelmişizki ALLAH korkusu tamamen yok olmuş içimizde dogruları söylemekten bile imtina eder hale gelmişiz dünyevi korkulardan kendimize bir sur yapmışız ve bu SUR içinde hayatiyetimizi devam ettirmeye çalışmaktayız bölünmekten korkuyoruz bölünecek bir yer kalmış gibi politik ERK kendi hayatını idame ettirmek için ha bire korku çimenleri ekmekte ve biz bu çimenler üstünde her türlü paranoya ile yaşamaua başlamaktayız ki bu korku”yu çocuklarımıza ve gelecek nesillere miras olarak bırakmaktayızki gittikçe büyüyen bir anafor halinde gelecegimizde bu anafor içinde yok olma sürecine dogru koşar adım gitmekte kurtulmanın tek yolu ve reçetesi topluma ALLAH”tan başka hiç bir şeyden KORKMAMA duygusunu vermekten geçer
Yazan:Furkan Tarih: Şub 18, 2010 | Reply
Yusuf Bey,
Dediklerinize kesinlikle katılıyorum. Bütün sorunlarımızın hatta modern çağın bütün sancılarının arkasında Yaratıcı’yı unutmak var galiba. Kuran’da insanın yaratılış amacının Allah’ı tanımak ve ona “İBADET” etmek olduğu yazıyor. Ama şeytan da boş durmuyor tabii. Para kazanmanın da bir ibadet olduğunu fısıldıyor insanların kulağına, insanın kalbinin “TEMİZ!!” olmasının yeterli olduğunu söyleyip duruyor gafillere ve bu gafillerin ağzıyla diğer insanlara. Halbuki o kalbin bile böyle materyalist bir dünyada ne kadar temiz kalabildiğini bir tek Allah biliyor sanırım.
Bütün sorunların kaynağı olarak da şeytanı göstermek işin kolay tarafı aslında. İnsanın en büyük düşmanı halbuki kendi nefsi, ya da bilimsel tabiriyle “ego” su. Guy Ritchie’nin “Revolver” isimli bir filmi var. Filmde muhteşem bir sinema diliyle bu bilimsel gerçek anlatılıyor. Yani insanın en büyük düşmanının kendi egosu olduğu ve bu kadar yalın bir gerçeğin, üstelik de insanın gözünün önünde duruyor olmasına rağmen, dünyanın en büyük kandırmacası sayesinde nasıl insanın gözünden kaçırıldığı anlatılıyor. Dünyanın en büyük kandırmacası denilen şey de dünyanın ta kendisi aslında. Bütün bunlar aynı Kuran’da anlatılan gerçekler. İnanılmaz bir benzerlik gösteriyor ayetlerle. Sanırım bilimadamları (bu durumda psikanalistleri, psikiyatrlar) uzun yollar, dağlar aştıktan sonra en son ve en yüksek tepeye tırmanıyorlar ve orada yüzyıllardır oturan din adamlarını görüyorlar. Sanırım çok şaşırmışlardır.
“Revolver” filmini o yüzden kesinlikle tavsiye ederim. Final sahnesinin nasıl bu gerçeği haykırdığını görmek müthiş etkileyici.
İnsanlığın tek ve gerçek kurtuluşu da sanırım insanın kendi nefsini (egosunu) terbiye etmesinden geçiyor. Bu terbiyenin nasıl yapılacağını da bütün kadim dinler zaten anlatıyor. Söylediğiniz gibi insanın Allah’tan başka hiç bir şeyden korkmaması da bu terbiyenin bir sonucu olarak elde edebilecek bir manevi seviye.
Keşke bunları dini hayattan mümkün olduğunca uzak tutmak için ellerinden geleni yapan laiklere de anlatabilsek.
Yazan:özge Tarih: May 8, 2010 | Reply
ne kadar ayıp bir şey başka söz bulamıyorum
Yazan:Murat KESKE Tarih: May 13, 2010 | Reply
“…Kafatası incelenir. Türk ırkının özelliklerine uyduğu anlaşılınca memnuniyetle mezar kapatılır…”
İşte bu ayıbın ve diğer ayıplarımızın gerçek sebebi bu aslında..
M.Sinan’ın ırken Türk olması yahut olmaması beni ne ourlandırır; ne de utandırır. Irkçılıkla irinleşmemiş; M.Kemal defalarca dile getirdiği vatan paydasına dayalı örnek milliyetçilik böyle gerektirir. Gerçi hangi ilkesi Irkçı Emperyalizmin isteğine göre yozlaştırılmadı ki.. Neyse dağıtmayalım konuyu.
Bedeni farklılıkların usa tesir etmemesi, duygunun ve bilincin(ve alt özelliklerin; mantık ölçütleri vs. örn:tümdengelim) kavramının her ırka mensup insanda aynı olması “ırk” kavramını soyutlamaya yeterli bilimsel kanıtlardan.
Ha bu arada M.Sinan’ın Türk ve Müslüman kimliği maalesef göstermeliktir; kendisi devşirmedir ve maalesef Agarta Örgütü mensubudr.(öğretileri günümüz Masonluğuna kaynaklık yapan Kabbalist Tapınakçı uzantı)Bağlı olduğu öğretiyi eserlerine de yansıtmıştır; numeroloji ve sembolizm bilgisi ve kullanımı eserlerinde rahatlıkla gözlenir.
Soyutluğu nesnel ispatlı ve Yaratıcı tarafından lanetlenmiş; IRK BATAĞINA değil; gerçeğe, iyiye, hak ve adalete, insaniyete, emeğe, ahlaka değer veren sistemler kurma idealindeki taraflara taraf olabilme dileğiyle..
Saygılar..
Yazan:Heykelci Tarih: Eki 18, 2011 | Reply
Hala Mustafa Kemal’i öven, hatta ona tapan insanlar var ya… ben ona yanarım. Adamlar resmen mezarları açıp kafataslarını ölçmüşler yahu ! Türk nazisi bunlar. Bu heykeller ne zaman kalkacak ? Eritip faydalı bir işte kullanalım deseniz o da olmaz. Çoğunun içi ya alçi, ya beton. Üstü metal boya. Arkadaşlarını zengin ettilier bu heykellerle.
Yazan:mehmet Tarih: Mar 28, 2012 | Reply
valla benim bildigimse afet inan atatürkün verdiği emirle türklüğün kökenini araştırır.bu kafataslarıda brek sefalimi diye incelenir.ama çogu türk çıkmaz hatta yüzde onyedisi türk çıkar .zaten ondan sonrada bu fikirlerden vazgeçilir.zaten atatrkün ondan sonra türkçülükanlayışıda degişir.bu vatanda kendine türk diyen herkes türktür görüşü hakim olmaya başlar.kafatasların neden ortada olmadıgı hakkında size fikir vermiyormu.yani olay bu kadarda degilde.afet inan orta asyada araştırma yapar.döndükten sonra türklere en çok benzeyen yörükler çıkar ondan sonra hababam yörükler önem kazanır.zaten diger anadolu halklarıaraştırılır bakarlarki türk sayısı az aynen ben türküm de türk olursun anayışı yaygınlaştırılmaya çalışılır.hı osmanlının en sevmedgi soysa yörüklerdir.sebebi ise göçebe olmalarıdır ve yerşmege aykrı olmalarıdır.