Haneke’nin Beyaz Kurdele’si
By eg on Oca 5, 2010 in İnsan, iyilik, Kötülük, Sanat, Sinema, Toplum
2009 yılı Cannes Film Festivali’nde, en iyi filme verilen Altın Palmiye ödülünü alan Michael Haneke’nin “White Ribbon- Beyaz Kurdele” filmi birçok açıdan Haneke’nin en önemli filmlerinden birisi olarak dikkat çekiyor.
Daha önceki çoğu filminde Haneke, Batı burjuvazisi ile bir hesaplaşma içine giriyordu. Beyaz Kurdele, bu hesaplaşmayı bir başka yönden devam ettirmekle birlikte, modern toplum yapısının, kırsalından kent içinde olanına kadar gizlediği bazı unsurları da tartışmaya açıyor.
Birinci Dünya Savaşı başlamadan az önce, bir Kuzey Almanya köyünde geçen film, bu köyde gelişen bazı garip olayları çıkış noktası yapar. Köyün doktorunun bindiği atın ayağı “görünmez bir tele” takılır ve doktor yaralanır. Bir işçinin karısı nasıl olduğu anlaşılmayan bir kazada ölür. Köyün yarısından fazlasını elinde tutan Baronun küçük çocuğuna işkence yapılır. Baron’un lahana tarlası tarumar edilir. Köyün ebesinin (ve doktorun metresi) “garip” çocuğunun gözleri oyulur. Bunlar ve bunlar gibi bazı başka garip olayların failleri ise hiçbir şekilde bulunamaz.
Haneke, bu olayları, filmi bir gizem çözücü polisiye koşturmaca haline getirmek amacıyla değil, kötülüğün mahiyeti üzerine derin bir tartışma açmak amacıyla çıkış noktası yapıyor. Aynen 2005 yapımı “Cache-Saklı” filminde olduğu gibi, gelişen garip olaylar, gizlenen bir şeyleri açığa çıkaran bir “suspense” olarak değil, toplumsal yapının derinlerine nüfuz eden ve çoğu zaman tek bir neden-sonuç ilişkisiyle tanımlanması güç olan bazı unsurları tartışmak amaçlı işlev görürler. Saklı filminde 1961’de Cezayirli göçmenlerin Paris’te toplu halde öldürülmesinin toplumsal altyapısı bir aile hikâyesi aracılığıyla gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyordu. Sonuca varan tartışmalar değildir Haneke’nin tartışmaları. Bu açıdan Haneke filmleri, sonuca varma amaçlı değil, soru soran birer başlangıç olmaları itibariyle önem kazanırlar. Saklı’da ırkçılığın, toplu katliamların arkasındaki sorumlulukların mahiyetiydi önem kazanan. Ve sorulabilecek soru, tek tek bireylerin mi, yoksa bunu yaratan bir ortamın mı bu katliamlardan sorumlu olabileceği sorusuydu. Aslınca bütün Haneke filmlerinin ana sorusu budur bence.
Beyaz Kurdele, Saklı’daki soruları bir üst aşamaya taşıyor ve sorunu, sadece ırkçılık ve bundan sorumlu olan unsurları ele alacak şekilde değil, tümüyle kötülük sorununu tartışmaya açacak şekilde ele alıyor. “Kötülüklerin oluşmasında bireysel sorumluluklarımız ne düzeydedir; ya da bu kötülüklerin mümkün olabildiği, yeşerebildiği bir iklim, bir ortam mı söz konusudur?” sorusu, bu noktada Haneke’nin filmin merkezine taşıdığı ana soru olarak dikkat çekiyor.
Ölümcül Oyunlar (Funny Games) filminde Haneke, kötülüğü, şiddeti temelsiz, sebepsiz bir soğukluk içinde ele alıyordu. Yine “Benny’nin Videosu”, sırf merak ettiği için arkadaşını öldüren bir çocuğun dünyasıyla ilişkiliydi. Sonuçta Haneke, tüm filmlerinde ele aldığı şiddet, kötülük ve bunların sebepleri ile ilgili düşünmeyi, tartışmayı bu kötülüğün mümkün olabildiği ortama çekerek devam ettirmeyi tercih ediyor.
Dünya sinemasında, Türkiye sinemasında ama özellikle Hollywood sinemasında, çoğunlukla neden-sonuç ilişkisi net bir şekilde kurulmuş ve seyircinin bu ilişkiyi sorunsuz kurabileceği net açılımlar söz konusudur. Bir kötülük olmuşsa, bunun sebebi falanca, falanca olaylardır; çocuğun küçüklüğünde yaşadığı bir travmadır… Haneke ise bu kötülüklerin neden-sonuç ilişkisini kıran bir filmografiye sahiptir. Bu yüzden tam anlamıyla modernist bir sinemacıdır Haneke. Modernist sanatçıların hemen tümü gibi, Haneke de modernitenin toplumda, insanda yarattığı büyük çöküntü ve kırılmalarla ilgilenir. Ama bir sanatçı olmanın getirdiği bir öngörüyle, modern zamanlarda kötülüklerin mahiyeti konusunda kısa ve net cevaplar verilemeyeceğini bilir. Zira artık kötülük, sadece bireysel bir eylem olarak değil, modern çölün yarattığı (“Çöl büyüyor, vay haline çöllere gebe olanın!” diyen Nietzsche’yi düşünelim) çetrefilli bir üründür. Üstelik bu ürünün bir “sahibi” yoktur. Modern çöl, çölleşmesi içinde yarattığı kötülüğün sahipsiz kalmasına sebep olan ortam ve iklim demektir aynı zamanda! Artık kötülük için verebileceğimiz kolay cevaplar yoktur! Sadece oluyordur ve bunun için arayabileceğimiz sebep, modern organizasyonun dehası sayesinde, perdelerin çok çok arkasında ulaşılamayacak bir noktaya gizlenmiştir.
Zygmunt Bauman’ın hemen hemen tüm kitaplarında açıklamaya çalıştığı şey; yani modernitenin, kötülük yaratma kapasitesi ve bu kötülüklerin sahiplenilmesi konusunu müphem ve uçar halde bırakması, Haneke’nin Beyaz Kurdele filminin de ana çerçevesini belirliyor bence. Köyde birçok kötülük meydana gelir. Bu kötülüklerin faili olarak, başta köyün çocukları olmak üzere herkesten şüphelenilebilir; ancak ortada bir sahip yoktur aslında. Ortada bir fail olmadığı gibi, çocuklar dâhil bir mazlum da yoktur. Masumiyetin kaybedildiği bir ortamda, en çok üzerinde durulanın masumiyet (beyaz kurdele) olması ayrıca dikkate şayandır.
Büyük insanlar filmde sadece “görevleriyle” adlandırılırlar. Rahip, öğretmen, doktor, baron, ebe… Sadece çocukların isimleri vardır. Onlar da omuzlarına takılan ve masumiyeti simgeleyen beyaz kurdeleyi çıkardıkları zaman isimlerini de kaybedeceklerdir. Belki de beyaz kurdele, çoktan kaybedilmiş bir masumiyetin, çoktan kaybedilmiş isimlerin ardından düşülen umutsuz bir ağıt gibi okunabilir. Zira modern toplum bir işlevsellik, bir organizasyon toplumu olarak sadece isimleri çalmakla kalmıyor; suçu, kötülüğü de askıda bırakıyor. Hannah Arendt’in Eichmann’ı, Beyaz Kurdele filminde bizlerin ön-görüntülerini gördüklerimizdir belki de! Ancak, bu, bazı yorumcuların anlamaya niyetlendikleri şekilde, sadece bir Alman-Nazi ilişkisi değil, modernlik-kötülük ilişkisi olarak okunmaya daha uygun bir yapıdır bence.
Beyaz Kurdele’nin en çarpıcı özelliklerinden birisi, Haneke’nin yabancılaştıran, uzaklaştıran kamerasının son derece başarılı tasvir edebildiği soğukluk, sevgisizlik halidir. Öğretmen ile baronun çocuğunun dadısı arasında “aşk” gibi görünen şey dahi, bildik aşklara benzemez. Soğuktur, konjonktüreldir… Köyün papazı, tüm köy içinde belki de dinin özüne ve tanrıya an uzak kişidir. Dinin, Protestanlaşarak bir ritüeller, kalıplar, suçlar ve cezalar bağlamına indirgendiği; özünü ve merhametini kaybederek işlevsizleştiği bir yapının “görevlisidir” papaz. Protestanlaşma, bu bağlamda, modern çağın, bütün dinlere attığı zehirli tohumdur. Önce dindarları, sonra çocukları zehirleyen bir tohum! Bergman’ın “Winter Light- Kış Işığı” filminin “inanmayan papazı” gibi, köyün papazı da ruhu boşalmış bir dinin görevlisidir bu anlamda.
Haneke’nin, filmi siyah beyaz çekmesi, filmin “ruhsuz”, “soğuk” ve sahipsiz ortamına büyük katkı sağlamış. Sahipsizlik, modernitenin, insanın tüm dayanağını ortadan kaldırıp, ona sahte dayanaklar vermesinin umutsuz bir çığlığı olarak görünür kılınır. Kimileri, filmin dinin toplumsal hayattaki kısıtlayıcılığı üzerine olduğunu düşünebilir. Ancak, bu dinin, modernliğin iğdiş ettiği bir “şey” olduğunu gözden kaçırmamamız gereklidir.
Haneke’nin filmde yarattığı köy, bence sadece dünya savaşları öncesi Almanya’nın değil, modernliğin bir mikro-kozmosudur. Köyde uzunca bir zaman diliminde gelişen kötülükler Hanekece bir dille ele alınırlar. Dramatik yapının unsurları olan, merak ettirme, koşuşturma, kötülüğü yapanı arama, suçlama, suçlanma gibi unsurlar Haneke’nin film dilinde dramatik yapılarından koparılarak bambaşka bir şeyin işaretçisi oluyorlar. Merkeziliğini ve sahiplenilirliğini yitirmiş bir kötülüğün mümkün olabildi ortamın! “Tanrıya beni öldürmesi için bir şans veriyorum” diyen, “yüzündeki çocukluk gitmiş” çocuğun, habercisi olduğu ortamın!
Haneke’nin sinematografisi ve film dili, belki de Brechtyen denebilecek bir şekilde, seyircinin empati kanallarını tıkar. Bu yabancılaştırma, tam da, modern insanın hiçbir kötülükten kendini sorumlu hissetmemesinin, kendisine bir ayna tutularak gösterilmesidir belki de. Filmde olan bitenler, hemen hepimizde, bir zamanlar olmuş bitmiş, şu anda devam etmeyen, bizim hiçbir sorumluluğumuz olmayan bir şeylerin yansıması olarak anlam bulacaktır. Sanırım Haneke’nin Piyanist’ten, Saklı’ya, hatta Ölümcül Oyunlar’a kadar yaptığı şey budur. Empatiyi ve katharsisi tersine çevirerek, ikiyüzlülüğümüzü ve modernliğin iğdiş ettiği vicdanlarımızı gömdüğümü görmemizi sağlayabilen bu dil, her şekilde vicdanı olan bir büyük sinemacının çok kendine has bir dili olarak dikkat çekiyor.
Nazi Almanya’sında binlerce insanı gaz odasına götürecek olan Eichmann gibi insanların; Filistin’de, Bosna’da insanları katleden veya toplama kamplarında işkencelere uğratan insanların, Irak’ta milyonlarca insanın ölümüne yol açan ABD Başkanlarının hiçbir vicdan azabı duymadan “ben sadece görevimi yaptım, suçlu değilim” türü savunmalarını mümkün kılabilecek olan zehirli ortamın bir dışavurumu olarak Beyaz Kurdele, modernliğin üzerine yeniden düşünmek için büyük bir fırsat veriyor.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
13 Yorum
Yazan:MY Tarih: Oca 5, 2010 | Reply
Selam Enver,
Öncelikle sinema = Hollywood şeklindeki beyin kirliliğine karşı duran bu güzel yazıların için teşekkür edeyim. Artık öğrendik ki tam tersiymiş, istisnalar dışında eğlence sineması(!) adı üstünde eğlendirirmiş. Kelime olarak “sanat” olma hakkını hep tanırız sinemaya çünkü yönetmenlerin pipoları vardır, yandan bir siyah bere takarlar ve sinema eleştirmenleri anlamadığımız bir dil konuşurlar, her kelimenin sonuna bir “-sal” eklerler, sorunsal, yazınsal, çıkımsal, inimsel… (bu cemaatin adeta bir ruhban sınıfı gibi davranması ve halkı sanattan uzak tutma çabası da ayrı bir yazı konusu olabilir)
Ama sinema sayesinde insan, toplum, iyilik, kötülük gibi konular üzerine düşünebileceğimizi senin bu yazıların sayesinde fark ettim, itiraf edeyim.
Aslında Clash, American Beauty veya Magnolia gibi filmlerde bu gücün kokusunu almıştım ama eskiden bu filmleri yapan yönetmenleri “doğru yoldan” çıkmaya çalışan idealistler olarak görüyordum.
Neyse. Günah çıkarma faslından sonra Beyaz Kurdele’ye gelelim. Filmi çok beğendim. Seyrederken zihnimin tahrik edildiğini, ezberlerimin, ön yargılarımın yerinden oynatıldığını hissettim. Günah çıkarma dedim ya, filmdeki ağır Protestan havanın faturasının bu mezhebe kesilmesi sanırım miyopluk olur. Zira bu film pekâlâ Türkiye’de bir yerde çevrilebilirdi, baron yerine köyün ağası, koyu dindar pastör yerine de köyün imamı (fanatik bir din yorumuyla) konabilirdi.
Ama senin yazında çok net belirttiğin gibi Haneke’nin sorguladığı bu “mahalle baskısı” değil, daha evrensel bir bazda KÖTÜLÜK. Bilmem katılır mısın ama kanaatimce Haneke bize ilginç bir soru soruyor:
“Sizce iyilik kurumsallaştırılabilir mi?”
Ulus devlet konulu tartışmalarımız geliyor akla. Komünist, Kemalist veya islamist bir devrim yoluyla bir halk halka rağmen “adam dilebilir mi?” Bir başka deyişle bir din veya siyasî bir ideoloji yoluyla devlet, kilise, camî hatta kapitalist bir patron ve şirketler vasıtasıyla insanlar iyi, eli açık, çalışkan, dürüst, başkasının hakkına saygılı hale getirilebilir mi? Veya Günah işleme özgürlüğü?
Meselâ köyün pastörünün zulüm derecesindeki din baskısı, suç, ceza retoriği… Bu baskıcı din anlayışı ve “öcü tanrı” insanlara hiç bir şey veremiyor. Adalet-ihsan kavramlarını düşünüyorsun ister istemez.
Kibirinden yanına yaklaşılmayan, hata yapmaz ve hesap vermez pastörün bu kibiri belki de köydeki bütün kötülüklerin anası olan bir şeyi temsil ediyor?
Yazıya görselleri eklerken zorlandım. Her bir karesi duvara asılacak kadar güzel fotoğraflardan oluşan filmin sahnelerini küçültmekten kaçındım. Zira çok büyük bir ısrarla filmin insana odaklandığını hissettim. Kamera uzun uzun aktörlerin yüzlerindeki duyguları aktarıyor ve bunda çok başarılı bence.
Dikkat çeken bir başka nokta da fakirliğin her zaman erdem ile paralel olmayışı: İnsanlar karınlarını doyurmakta o kadar zorluk çekiyorlar ki toprakların sahibi baron adeta tanrılaşmış. Rızık veren(!) durumuna geçmiş. Baronla arası bozulan kişi ve ailesi açlığa mahkûm oluyor. Meselâ bir gün kilisede toplanıyorlar ama baron gelmemiş. Ne oldu? Kızgın mı? Küstü mü halka? O anda kilisede Tanrı’nın olması(!) hiç önemli değil, baron yoksa ekmek de yok. Duvarlarda Hz İsa tasvirler, resimler… Ne önemi var? Zaten bir süre sonra çocuklarını beslemekte zorluk çeken bir babanın intiharına tanık oluyoruz.
Dünyevî kaygılar, hazlar ama çoğu zaman da zaruret insanlara insanlıklarını unutturmuş, cinnet geçrime noktasına getirmiş.
Film bir çok güzelliği ve sorgulamayı aktarıyor seyircisine. Bu arada “Sizce iyilik kurumsallaştırılabilir mi?” sorusuna da yanıt buluyoruz. Hayatlarından sevginin, aşkın, şefkatin eksildiği bu insanları katı bir Protestan yorumu kurtaramıyor. Hatta Tanrı’ya en uzak kahraman belki de pastörün kendisi. İnsanların içlerindeki iyiliğe en çok uzaklaştıkları yer kilise!
İçlerindeki iyiliği, güzelliği yansıtacak bir “ayna” bulamamanın verdiği çaresizlik içinde çırpınan bu insan denizinde bir kaç umut adası var yine de. Öğretmen ve baronun karısı. Filmin sonunda baronu terk ederken arısının söylediği isyan dolu sözler sanki Haneke’nin konu hakkındaki mesajını aktarıyor gibi? (mealen) “intikam, ceza, kötülük, şiddet dolu toplumdan bıktım” diyor İtalya’ya giderken.
Evet, anlam dolu, buram buram insan kokan bir film. Cinayet veya bir başka kötülüğü değil de “mutlak kötülüğü” parmağıyla işaret ediyor sanki. Kötülük kendi başına var olan bir şey değil de iyiliğin YOK olduğu bir durum? İyiliğe gösterilen bir direniş, bir atalet? Kant’ın kitabı geliyor akla, pratik usun eleştirisi, “negatif büyüklük” kavramı.
Haneke bu yazdıklarımızı okusa katılır mı bilmiyorum ama ben bu filmi ikinci bir kez görmek isterim.
Evet… Enver Gülşen haklıymış, sanat dinin kız kardeşiymiş 🙂
Yazan:cb Tarih: Oca 5, 2010 | Reply
enver bey selamlar,
öncelikle ‘sinema’ yazılarınızdan dolayı tebrik ederim.bir ticari kaygı ile değil,sanat olabilen sinema eserleri ile ilgili yazılarınız bence tr’de bu alanda çok büyük bir boşluğu alabildiğince dolduruyor.
izlediğim-izleyeceğim filmlerden,izlediklerimi bir daha düşünmeyi,izlemediklerimi izlerken -sayenizde- kaçıracağım noktaları yakalamayı sağlıyor,bundan dolayı teşekkür ederim.
ama ben yine de papaz-imam,yerli sinema ya da yabancı sinema içerisinde bu iki din adamının ‘dinden en uzak kişiler’ olarak tanımlanmasından oldukça rahatsızım,çünkü bunun bilinçli bir eylem olduğunu,bu bilincin ise iyi niyet taşımadığını düşünüyorum,akla bir soru geliyor (mehmet yılmaz’a ek olarak) ‘din adamı kurumsallaşabilir mi?bu aynı zaman da dini de kurumsal yapar mı?
Yazan:eg Tarih: Oca 5, 2010 | Reply
mehmet bu yorumun seni bu film hakkında yazmaktan kurtarmaz haberin olsun:) şaka bir yana cidden çok güzel ve çoğuna katıldığım bir yorum yazmışsın. aslında senin de dediğin gibi film hakkında söylenecek çok şey var. haneke’nin bunlara katılıp katılmaması ayrı bir konu. ancak sanırım haneke gibi büyük sanatçıların özelliği filmlerinin bu tür açılımlara izin verebilecek kadar çok katmanlı olması. ve evet filmin ana soru(n)larından birisi iyiliğin kurumsallaştırılabilip kurumsallaştırılamaması. zira bu sorun aynı zamanda oluşacak kötülüğün de mahiyetini belirliyor.” Kötülük kendi başına var olan bir şey değil de iyiliğin YOK olduğu bir durum?” çok güzel bir açıklama bu bence.
sanat benim için insan hayatındaki – eğer hakikatle ilişkisi dolaysızlaşmış gerçek bir sufi değilseniz – en önemli şeylerden birisi. ve evet dinin kardeşi. iyi bir sinema filmi (haneke’nin bu filmi gibi) bir hediye gibi geliyor bana.
cemile hanım,
öncelikle ben teşekkür ederim. daha önce de dediğim gibi en zevk alarak, en akarak yazdığım yazılar sinema yazılarım. zira bir boyunduruk, entelektüel bir kapan içinde hissetmiyorum kendimi sinema(ve sanat) yazıları yazarken.
papazın dinden uzak diye tanımlamamın sebebi, biraz da “bozulmuş”, ruhunu yitirmiş dinin tetikçisi gibi görünmesindendir. gerçekten özellikle bergman filmlerinde (winter light’ta mesela) bu tip papazlardan çok vardır. bu tür bir din adamlığı, bence modernliğin bir meslek haline getirdiği bir çark olma işini ifa ediyor. mesela yazıda dinin protestanlaşmasından bahsettim. ama bu protestan mezhebinin tek başına açıklayabildiği birşey değildir. protestan mezhebi bu olguyu açıklamakta faydalı bir örnek olabilir ama tümünü açıklamaz bence de. dinin protestanlaşması, benim nazarımda,dinin, araçsal hale getirilmesi ve modern çarklar içinde bir çark haline gelmesi demektir benim nazarımda. modernlik dinlerin hepsinde olan ve aslında vicdani bir tutumla anlam kazanan günah-sevap ikilemiyle, tövbe imkanlarını, başka bir alana tevdi etti. bu mehmet2in dediği gibi suç-ceza alanıydı. artık günah, sevap, tövbe ve bunların hepsinin birlikte olunca anlam kazandığı vicdan yerine, suç-ceza kavramları var. bu da dinin içinde filmdeki gibi yer ettiğinde benim aklıma dinin protestanlaşması geliyor.
Yazan:MY Tarih: Oca 5, 2010 | Reply
din adamı kurumsallaşabilir mi? (CB)
evet, ve bu “evet” bu ciddi bir sorun. çünkü “din” kelimesi ile ifade ettigimiz seyler gerçekte din adamlarina birakilamayacak kadar ÖNEMLi 🙂
Nasil yurt savunmasi askerlere birakilamayacak kadar ÖNEMLi ise insanligimizin, vicdanimizin ve ahiretimizin savunmasi da rahip ve imamlara birakilAMAZ.
imam ve rahipler kötü insanlar degiller ama iyi olduklari konusunda da bir garanti yok 🙂
hele ki vicdan transferi hiç mümkün görünmüyor.
Yazan:eg Tarih: Oca 6, 2010 | Reply
mehmet’in itiraz ettiği kurumsallaşma ile ilgili traji-komik bir örnek. bugün hakan albayrak’ın yazısında vardı
el ezher şeyhi Tantavi ile ilgili…insan kızsa mı bu “din adamlarına” yoksa acısa mı bilemiyor. olay aşağıda:
Tantavi’den Mısır yönetiminin ABD-İsrail adına Gazze sınırında inşa ettiği ihanet duvarına destek fetvası.
Şeyh Yusuf El-Kardavi, Gazze ablukasını derinleştiren duvarın dinen kabul edilemez olduğunu söyledi ya… Tantavi bunun altında kalır mı? El-Ezher İslami Araştırmalar Akademisi’nin 31 Aralık 2009’daki toplantısında, duvar inşaatının gerekli olduğu ve buna karşı çıkanların günaha gireceği (!) yönünde bir bildiri okudu ve bu bildiriyi kimsenin görüşünü almadan Akademi adına yayınladı.
Yazan:Pınar İlkiz Tarih: Oca 6, 2010 | Reply
Yazıyı okuyunca aklıma Ingeborg Bachmann’ın Malina kitabına önsöz yazan Ahmet Cemal’in şu sözleri geldi:
Yazan:eg Tarih: Oca 6, 2010 | Reply
pınar hanım benim nazarımda bachmann (malina cidden de çok büyük bir romandır) ile haneke sanatsal eleştiri güçleriyle ve tespitleriyle adeta ikiz kardeş gibidirler. bachamnn’ı seven (özellikle malina’yı…ama çok da güzel şiirleri vardır bachmann’ın) haneke’yi mutlaka sever.
Yazan:Pınar İlkiz Tarih: Oca 7, 2010 | Reply
İkisinin de garip bir çekiciliği olduğu kadar insanı yorma şekilleri birbirine benziyor.
“Tamam artık yeter, daha fazla buna dayanamayacağım” diyorsunuz.
Ortada “Tanrı’nın Gizli Eli” gibi bir kötülük (ya da kötü giden bir şeyler) var ama kaynağı belli değil.
Hayat mı, koşullar mı, özbenlik mi derken zaten ya kitap ya da film bitmiş oluyor.
Haneke çoğu zaman (Piyanist’in sonunda olduğu gibi) kifayetsiz bırakıyor insanı.
Yazan:es Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
Bir Haneke hayranı olarak hayalkırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Film çok dolu gibi gözüküyor ama o kadar boş ki, Haneke bunu bilerek yapmışsa eyvallah ama niye bir insan bilerek bomboş bir film yapar orası da ayrı bir konu. Ne olmuş yani, biri birini öldürmüş diyince bizden nasıl bir tepki bekliyor. hımm bir düşüneyim mi dememizi bekliyor anlamıyorum. Cannes üyelerinin rahat koltuklarında oturup sanal bir vicdan muhasebesi yapıp sıradaki filme geçmelerinin dışında bir artısı olduğunu düşünmüyorum. Bak burda aç bir insan var demek artık baydı. Herkes herşeyin farkında ve genelde de aç bırakan Haneke ve onun Avrupalı arkadaşları oluyor. Yani anlamıyorum, hem aç bırakıyorlar hem de burda bir aç var diyorlar sonra da biz açlar tarafından alkış tutmamızı bekliyorlar. Anlatabiliyor muyum, kafayı yemek üzereyim, vermeyin bu adama ödül mödül, övmeyin filmlerini lütfen.
Yazan:eg Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
&es
oldu övmem:))
Yazan:es Tarih: Oca 29, 2010 | Reply
&eg
Ölçüsüz bir yorum yapmışım. Özür..
Anlatmak istediğim aslında daha başka birşeydi ama yazmayı beceremeyip saçmaladım.
Çok fazla Avrupa filmi izliyorum ve çoğunda da ‘sorun’ dile getiriliyor fakat ‘çözüm’ sunulmuyor. Bu da beni kızdırıyor.
Bir söz vardı “Camus yara ise Şirazi merhemdir” diye. Sanırım ‘çözüm’ü bizim dile getirmemizi bekliyor sinema. Karanlığa küfredeceğine bir film de sen yak 🙂 olayı.
Yazan:Betul Feyza Aksoy Tarih: May 9, 2010 | Reply
Bu filmi izledığımde aklıma direk Lars Von Trier’ın Dogville ve Mandarley filmleri geldi. Hatta ileri götürürsek Haneke’nin bir köy ahalisi üzerinden modernizm ve ahlak sorgulaması yapmış olmasını pekte orjinal bulmadığımı söyleyebilirim. Hatta gerek yabancılaştırma konusunda, gerek muhteva acısından Dogville cok daha samimi ve doluydu. Tamamıyla e.s gibi düşünmüyosam da filmin yukarıdaki yazılarda övülmesini gerektirecek kadar abartılacak bır tarafını göremedim. Bir sanatçı durum saptaması ya da hikaye anlatımındaki ustalığı kadar alternatıf olarak düşlediği dünyanın esintilerini de hissettirmeli insana. Diğer surette bu konuların bu zamanda iyi prim yaptığını hisseden bir şarlatanın gösterisine dönüşür sanat eseri(!) Biri birini öldürmüş, herkes hatta çocuklar bile şeytani bir varlığa dönüşmek üzere..karanlık bir dünya, iç karartıcı bir atmosfer. Tamam anladık modern dünyanın pekte övünülecek bir durumu olmadığı ortada. Yeni birşey mi söyledi ya da gösterdi bize Haneke?
Yazan:ilksen bahşi Tarih: Eki 13, 2013 | Reply
Epey zaman önce, bulunduğum şehrin merkezinde dükkanları geze dururken; gözüm bir dükkana kaydı. Aslında bu dükkan CD, film gibi .. şeyler satan küçük bir dükkandı. Dükkandaki CD’leri incelerken gözüme son zamanlarda moda olan kolleksiyon filmler takıldı. Bu kolleksiyonlar, kimi zaman oyunculara, kimi zaman da yönetmenlere göre de yapılabiliyorlar.Bu kolleksiyon filmlerin ambalajları da oldukça albenisi yüksek paketlerdir. Özellikle gözalıcı renkleri kullanarak, müşteriyi cezbetmek düsturu edinmişler ki, dolayısıyla bana göre alımı kısmende olsa artırmışlardır.
Gözüme bir kolleksiyon takıldı. Bu kolleksiyonun ambalajı oldukça sıradandı. Ama bazen basit bir sıradanlık bile göze hitap edebilmesini bilebilebiliyor.Fazla uzatmadan, kısa zaman sonra elime bu kolleksiyonu aldım. Satıcının bana dediğine göre bu kolleksiyon, 5 filmden oluşuyor. Zaten anladığım kadarıyla bu yönetmen 5 film çekmiş. Bu kolleksiyonun oluşturulmasına neden olan isim Michael Haneke . Bu zat Alman bir yönetmen olup, bütün filmlerini Almanca çekip, diğer dilleri altyazı şeklinde filmlerinin altına yerleştirmiş.Kolleksiyon hatırladığım kadarıyla, aşk, 7. kıta,Benny’nin videosu, ölümcül oyunlar ki bu anladığım kadarıyla iki farklı zamanda çekilen iki değişik versiyondan oluşuyor.Bu kolleksiyonu satın alır almaz evimin yolunu tuttum. Başladım seyretmeye. Seyretmem CD sırasına göre olmadı. Ben önce 7.Kıta’dan başladım.
Bence bu Alman yönetmen oldukça dahi bir yönetmen.Oldukça da milliyetçi bir yönetmen. Çünkü mü, filmlerinde almanca konuşulup, diğer diller alt yazı şeklinde seçenek olarak sunulmuş.
Filmin konusuda özetle ,20 yıl öncesinde Almanya’da yaşamış kalbürüstü diyebileceğimiz bir aileyi anlatıyor. Karekterler okadar abartısız biçimde rollerinin hakkını veriyorlar ki, gerçeğinden ayırtedilmiyorlar. Bu ailenin dışında ki insanlarda bana göre sıradan gerçek hayatdan seçilmiş gibiler. Sanki filmi izlediğimde kendimi o yıllara ait gibi hissetdim. Konuyu abartısız olarak okadar iyi saklamış ki , en sonunda bir aile dramı karşımıza çıkıyor. Heşey normal gibi görünen aile filmin sonlarına doğru intihar ediyorlar. Film daha doğrusu , intihar olgusunu da okadar güzel ifade etmiş ki, sürü psikolojisini filmle birlikte tekrar anmadan edemedim. İntihar eden önce çocuk, daha doğrusu anne ona zehirli süt içiriyor. Çocuk ölüyor. Baba duvara ölüm tarihini yazıyor. Sonra aynı zehirden anne alıyor. Anne ölüyor. Duvara baba ölüm tarihini yazıyor. En son baba ölüyor. Olay tamamlanıyor. Birde bana ilginç gelen , ölmeden önce bütün eşyaları tek tek kırmaları. Hatta okadar abarttılar ki fotoğraflarını bile yırttılar. Tüm bunları düşüne dururken, filmin sonunda, gerçek hayatda yaşanmış diye bir ibare çıkıyor. Oysa bende ne güzel kurgu diyordum kendi kendime…
Ben bu filmden ne anladım faslına gelince, ahlaksal çöküş, ve yalnızlığın toplumları ayakta tutan bireylerde çok önemli negatif faktörler olduğunu kavradım. Toplumları çökertmek için önce bireylerin ahlakını elinden alarak onları yalnızlaştırırız. Böylece aitlik duygusunu yitiren birey, toplumları çöküşe uğratan bir canlı bomba gibi karşımıza çıkar.Bu anlamda hayatın gizli yönlerini anlamamızı sağlayan güzel bir film olmuş.