Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?
By Mehmet Yılmaz on Oca 9, 2010 in Ben kimdir?, Delilik, Derin Mevzu, İnsan, Korku
Sunuş: “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Korku matkabı tıpkı Güzellik Matkabı gibi “içerinden” okunması gereken bir yazı. Yani anlamak veya ikna olmak değil söz konusu olan.
Uyarı: Ana konu olmasa da yer yer şizofreniden, depresyon ve intihardan bahsedilecek. 18 yaşından küçük okurların yanında her ne şekilde olursa olsun duygusal sıkıntı içindeki ziyaretçilerimizin bu yazıdan uzak durmasında fayda var.
Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?
Steven Spielberg‘in yönettiği Jaws filmi Türkiye’de 1981 senesinde gösterime girdiğinde büyük olay olmuştu. Özellikle bir sahnede izleyiciler sinemada olduklarını tamamen unutmuş korkuyla yerlerinden sıçramışlardı. Filmi izleyenlerin hâlâ hatırladıkları tek bir sahne varsa işte o andır, köpek balığının ilk kez göründüğü o müthiş an. Ama o bir kaç saniyeyi tekrar tekrar geri alıp seyrettiğinizde tuhaf bir şey keşfedersiniz: Seyircileri yerinden hoplatan şey köpek balığının büyüklüğü ya da dişleri değildir… İyi ama nedir?
Yönetmen Steven Spielberg bu sahnede büyük korku ustası Alfred Hitchcock‘un icad ettiği bir kamera tekniğini kullanıyordu: Contra-zoom(1a) denen bu yöntemle kamera ileriye doğru zoom yaparken geriye doğru hareket ettiriliyordu. Bu sayede ekranın ortasındaki cisimler büyürken kameranın açısı beklenenin aksine genişliyordu.
Peki bu teknik seyirci için neden bu kadar korkutucu? Çünkü insan gözü, “efendisi” olan akıla hizmet ederken iki farklı referansı yani perspektifi ve cisimlerin boyunu kullanır. İki referans hakkında “çelişkili” görüntüler/bilgiler gelince bakan kişi müthiş tedirgin olur. Karanlıktan kat kat beter bir durum bu düşünecek olursanız: Karanlıkta bilgi/görüntü yok, bir ışık arar gözlerimiz. Ama niye göremediği bilir. Peki ya net görüp de gördüklerine inan(a)mayacak duruma gelmek? En çok güvendiği, hatta dört elle tutunduğu bilgi kaynağının yani gözlerinin hatasına tanık olmak? İşte gerçekten korkulacak bir şey!
Şema: Kontra-Zoom tekniğinin işleyişi
Korku matkabının yapısı ve bu yapının önemi
Korkuyu genellikle bir his olarak kabul ederiz. Bizi tehlikelerden koruyan bir tür alarm. Ancak aramıza biraz mesafe koyduğumuzda “korku hissine” biraz daha geniş bir açıdan da bakabiliriz. Korku hem “iç mekanizmaları” hem de “zekâ duvarını” delebilmesi açısından bir matkap gibi düşünülebilir. Üstelik korku matkabının iç yapısını inceleyen bir insan zekâ duvarını sadece delmekle yetinmez. Bu duvarı oluşturan tuğlalar hakkında da bilgi edinebilir.
(Dünyayı anlamak için kullandığımız zekâmızın Hakikat’i görmemize nasıl engel olduğunu Güzellik Matkabı‘nda anlatmıştık.Özellikle suyun direnci yüzünden hızlı yüzemediğini zanneden balık örneğini hatırlayınız. Bu yazıda zekâ duvarının iç yapısından, tuğlalarından ve çimentosundan da bahsedeceğiz.)
Şimdi korkunun iç yapısına yönelme noktasındayız. Bizi korkutan şeylerin ne kadar geniş bir alanı kapladığına dikkat edelim önce: Deprem korkusu, örümcek korkusu, kalabalık korkusu, yalnızlık korkusu, iş bulamama, işini kaybetme, evlenme korkusu, “evde kalma” korkusu, mutlu olaMAma korkusu, boşanma korkusu, sevdiklerini kaybetme korkusu…
Bu açıdan baktığımızda korkunun her zaman “sebepli” oluşu dikkat çekiyor: Bir anlamda konusu. Hep bir şeyden korkuyoruz. Yani bir hayvan, bir cisim, bir yer, yeni bir durum… Korkunun bir konusu, nesnesi (= obje) belki de bahanesi(?) var. İyi ama acaba Aşk ya da Güzellik gibi bir Mutlak Korku(1b) var mıdır? Günlük hayatta yaşadığımız korkular daha “gerçek” bir şeyin gölgesi olabilir mi?
Mutlak bir Korku’nun muhtemel varlığından şüphe etmemizin bir diğer sebebi de yetişkinlerin “sebepsiz” korkuları. Meselâ hiç bir fare saldırısıyla karşılaşmadığı halde fareden korkanlar… Kalabalık ya da asansör gibi “gerçek” bir tehlike arz etmeyen şeylerden korkan, aklı başında insanlar…
Bu noktada dikkatimiz bir yere takılıyor: ÖngörülEMEyen – kontrol dışı tehditlere karşı insanın tavrı. Meselâ dairesel hareketlerle hızlı hızlı yürüyüp aniden duran bir örümcek veya bir fare bize daha da ürkütücü geliyor. Benzer şekilde yüzünden niyetini anladığımızı düşündüğümüz bir kedi ya da bir köpeğe oranla soğuk (=?mimiksiz) bir kertenkele, yılan daha korkutucu.
Neticede zekâ ile açıklamakta zorluk çektiğimiz bu insanî tepkiler neyin göstergesi? Daha derinlerde, İnsan’lığımızdan kaynaklanan bir Öz’e mi işaret ediyor korku hissi? Kimsenin hiç bir şeyden korkmadığı bir anda bile YOK OLMAYAN bir ANA, ESAS, HAS KORKU olmalı şu halde.
Bir başka deyişle güzel kadın, güzel manzaradan öte bir Güzel tasavvur ettiğimiz gibi ilk harfi büyük yazılabilecek bir Korku… Ali’nin, Veli’nin, Leyla’nın ve Mecnun’un aşkından öte bir Aşk tasavvur ettiğimiz gibi örümcek, parasızlık ve deprem korkusundan öte, Zaman’ın ve Mekân’ın dışında bir Mutlak Korku …
Şayet Mutlak Korku varsa bizim korktuğumuz anlar da bu Hakikî Korku’nun bir tecellisi (= instantiation) oluyor. Eğer varsa Mutlak Korku öyle tahammül edilmez bir şey olmalı ki biz onu örümcek gibi bir bahane ile maskelemek ihtiyacı duyuyoruz.
Korku’nun Zaman’la ilişkisi
Sebeb/bahane’den sonra Korku’ya dair anlaşılması gereken bir diğer kavram ise Zaman. Daha doğrusu Korku-Zaman ilişkisi. Bu ilişkiye parmaklarımızın ucuyla dokunabilmek için korku üstadı Alfred Hitchcock‘u dinleyelim. (Film yaparken korkuyu nasıl ekrana yansıttığını anlattığı bir mülakattan) :
“Bu masanın altında bir bomba olabilir, biz çok sıradan bir konuşma yapıyoruz. Patlama gerçekleşiyor ve 15 saniye boyunca seyirci şok içinde… Şimdi ikinci versiyona geçelim, masanın altında bir bomba var, birazdan patlama olacak, seyirci bunu biliyor ama aktörler bilmiyorlar. Çok sıradan şeylerden konuşuyorlar. Duvarda asılı bir saat tik-tak diye ilerliyor. Patlamanın olacağı saati bilen seyirci korkulu bir bekleyiş içinde, ‘bırakın şimdi havadan sudan konuşmanın sırası değil, masanın altında bir bomba var’ diye geçiriyor içinden… “
Alfred Hitchcock‘un işte bu sözleri Korku ile Zaman arasındaki ilişkiye işaret ediyor. James Bond filmlerinde Londra’yı yok edecek nükleer füzelerin üzerindeki kırmızı sayaçları hatırlayın. Bazen çok beceriksizce de olsa illâ seyirciye gösterilen bu sayaçların işte böyle bir rolü var, beklenti üretmek, Zaman’ı kullanarak seyirciyi germek.
Sebebini/bahanesini bildiğimiz zahirî korkuların ya da sebepsiz(!) Mutlak Korku’nun sinema sayesinde somutlaşması bir rastlantı değil aslında. Zira sinema sayesinde ilk defa insan zamanı “parçalama-inceleme” imkânı buluyor. Çünkü her saniyeyi 20 fotoğraf karesine “hapsedebilen” sinema iki “uçucu buharı” katılaştırıp bir buz kalıbına koyuyor:
- Geçmiş: Bellek, hatıralar, düş kırıklıkları, bir kaç saniye önce olmuş şeyler…
- Gelecek: Hemen olacak şeyler, beklentilerimiz, umutlarımız, korkularımız…
Tabi sadece sinema değil. Sinemayı mümkün kılan ortamı yani Endüstri devrimi ile ortaya çıkan yaşam biçiminin tamamını göz önüne almak lazım. Neden?
İnsanlar mevsimlere bağlı olarak yaşıyorlardı tarım devrinde. Bir mevsimde ekilir, bir başka mevsimde hasat edilirdi. Hasattan sonra ürünler satılır, düğünler yapılırdı. Kuzuların bile bir doğma mevsimi vardı. Ekonomik ve sosyal yaşam doğadan alıyordu ritmini. Hatta güneşten, aydan… Denizciler bile yıldızlara bakarak okyanuslara açılıyordu. Kısacası müzikten daha hızlı dans edilmezdi!
Oysa fabrikalar, trenler, telgraf telleri ve bir saniyede gösterdiği 20 fotoğraf karesini seyirciye hareket diye “yutturan” sinema insana Zaman’ı kontrol edebileceği hissini verdi. Çünkü Zaman’ın “kontrol altına alınması” gerekiyordu 3 vardiya 24 saat işleyen fabrikalarda, para piyasalarında, asla geç kalmayan trenlerde… “Yaratılmış vakit” algısı yerini “üretilen vakte” bırakıyordu. Vakit artık bir nimet değildi, vakit nakitti(!)
İşte bu yüzdendir ki şu anda okumakta olduğunuz yazı bundan bir kaç asır önce yazılamazdı. Çünkü 1800’lerde yaygınlaşan endüstriyel sistemler ile başladı “bir bebeği dokuz kadına bir ayda doğurtabilme”(2) umudu.
Peki ne öğrendik endüstriyel toplumların Zaman ile kurdukları “sapık” ilişkiden?
Bergson’un dediği gibi “mekânlaştırılan Zaman” gerçekte bir vehimdi. Bunu öğrendik en başta. Mekân gibi düz, homojen bir çizgiyle ifade ettiğimiz zaman, eşit parçalara bölünmüş, birbirine karışmadan “akan” zaman, takvimler, ajandalar… Kendimize söyleye söyleye inandığımız bir yalandı “kontrol edilen – ölçülen” zaman… İnsan zamanı temsil etmek için kullandığı aygıtları Zaman’ın kendisi zannediyor artık. Saat 11:45:56, Pazartesi salıdan önce gelir. Eylül ayı, 2010 yılı, saatin kolları, deftere çizdiğimiz ve küçük parçalara böldüğümüz o meşhur “t” anları… Bir kolyenin boncukları gibi birbirine karışmadan(!) gelip geçtiğini sandığımız o anlar.
Nerede o binlerce “şimdi“? Ellerimizin arasından yumurta akı gibi kayıp giden? Gelecek henüz gelmemişken ve geçmiş geçip gitmişken “şimdi” kelimesinin anlamı ne? Bir dakika? İyi ama meselâ 25ci saniyesini yaşamakta olduğum o dakikanın ilk 24 saniyesi geçip gitti bile. Son 35 saniyesi ise henüz var olmadı. Ya saniye? Onun bölünmezliğini kim garanti edebilir? Ciğerlerimi hava ile doldurma sürem bile yüzlerce, binlerce zaman kırıntısına bölünebilir bir kronometre ile. Hangi “şimdi” gerçek şimdi o halde?
Simge ile Öz’ü birbirine karıştırdığımız durumlarda Anlam’ı kaybederiz. “Bayrak” Vatan değildir. “Köpek” kelimesi havlamaz ve “sarımsak” kelimesi kokmaz. Zaman ile kurduğumuz “sapık” ilişki de bu mertebeden bir hatadır işte. Düşüncelerin sloganlaştığı, ezberleştiği yer burasıdır.
Kamera tekniklerinin henüz çok gelişmediği yıllarda kazayla çekilmiş film parçaları var. Mutlak Korku’nun daha elle tutulabilir olduğu fragmanlar bunlar. Meselâ 1800’de sabit kameralarla çekilen trenleri veya süvari taarruzlarını hatırınıza getirin. Trenin veya atlıların ekranı terk ettiği ama kameranın kayda devam ettiği o son bir kaç saniyedeki boşluk ne kadar tahammül edilmez bir boşluktur. Zaman’ı en ölçülmemiş, en kontrolsüz haliyle “görürüz” orada.
Bugün Hollywood filmlerinin yüksek temposuna alışmış olan bizler Fransız filmlerindeki “boşlukları” ne kadar can sıkıcı buluruz. İşte bu boşluk o boşluktur. Yani fabrikaların, trenlerin, kol saatlerimizin Tik-Tak zamanları ile papatyaların zamanlarının zihnimizde ayrışmasından doğan boşluk. Ömür kâsesine(1c) şıp şıp damlayan su ile senkronize olmayı reddeden, mekânlaşTırılmış, homojen, Tik-Tak Zaman.
Korku bir ayna olabilir mi?
Jaws filminde kullanılan Contra-Zoom tekniğinden bahsetmiştik yazımızın başlangıcında. Ayağımızın altındaki halıyı çekercesine gözlerimizi aldatan bu tekniğin ilk defa kullanıldığı film Alfred Hitchcock‘un Vertigo (Yükseklik/Düşme korkusu) adlı eseri.
Filmin adının önemi büyük. Zira baş dönmesine sebep olan yükseklik kadar önemli bir başka şey daha varsa o da bakan gözün sahibi, yani insan.
Öncelikle Güzellik Matkabı‘ndan bir paragrafı hatırlayalım:
“Dağlarda koşan atlar bize özgürlüğü hatırlatır meselâ. Beyaz güvercin barışı. Tavşan yavrusu masumiyeti… Gerçekte vahşi atların kendilerini özgür hissettiklerini söyleyebilir miyiz? Rengi beyaz bile olsa erkek güvercinler dişileri için kavga etmez mi? “Masum” bir tavşan yavrusunu parçalayarak yutan “vahşi” kurt en az o tavşan kadar masum değil mi gerçekte?
Tabiatları gereği hareket eden hayvanlar gerçekten suçlu olamayacaklarına göre bize bizden bir şeyler yansıtıyorlar aslında ayna gibi. İnanmıyorsanız cansız varlıklara bakın: “Yüce” dağlar, “çılgın” akarsular, “öfkeli” deniz…
Dağlar, denizler ve balıklar kendilerini “güzel” bulacak kriterlere sahip değiller. Bu güzelliği tasavvur edecek hayal gücü ve işleyecek sanatkârlık ise ne tavşanlarda ne de kuşlarda var.”
İşte Güzellik kavramı için geçerli olan bu yansıma korku için de geçerli. Daha açık bir deyişle Zahiri Korku bir bahaneyle Mutlak Korku’yu gizliyor bir perde gibi. “Sebepsiz” görünen Mutlak Korku ise bize dair, Öz’ümüzdeki bir “uçurumun” yansıması. Hakikî Zaman ile endüstriyel, Tik-Tak Zaman arasındaki uçurumun bize korku hissi vermesi de bu uçurumun yansımasından kaynaklanıyor.
Zira hayvanlarda korku ancak açık bir tehdit karşısında oluşur ve hayvan ne yapacağını bilir. Ya kaçar ya da saldırır. Oysa insan Mutlak Korku ile karşı karşıya kaldığında “yükseklikten” başı dönüyor, delirebiliyor hatta intihar edebiliyor!
Filozofların, şizofrenlerin ve mü’minlerin bildiği, “normal” insanların bilmediği şeyler
Korku kavramının bahane (korkulan şey) vesilesiyle günlük hayata eklemlendiğini ve zaman-korku ilişkisinin tarihî temelini gördük. Şimdi Mutlak Korku’yu somutlaştıralım, elle tutulur, gözle görülür bir hale getirelim.
En az Alfred Hitchcock kadar büyük bir başka korku üstadından yardım alacağız bunun için:
“…5 Temmuz, delirdim mi? Olanlar… Geçen gece gördüğüm şeyler o kadar tuhaf ki düşündüğüm zaman aklım başımdan gidiyor: Biraz önce her gece yaptığım gibi kapımı kilitlemiştim. Susamış olduğum için yarım bir bardak su içtim. Sürahimin kristal kapağa kadar su ile dolu olduğunu fark etmiştim. Yattım ve o bunaltıcı uykularımdan birine dalmıştım ki daha da berbat bir sarsıntıyla uyandım. Aklım başına geldiğinde yeniden susamıştım. Bir mum yaktım, sürahimin bulunduğu masaya yöneldim. Bardağıma doğru eğerek kaldırdım. Hiç bir şey akmadı. Sürahi boştu. Sürahi TAMAMEN boştu. Önce hiç bir şey anlamadım. Sonra o kadar korkutucu bir şey hissettim ki oturmak zorunda kaldım. Daha doğrusu sandalyeme düştüm. Sonra birden doğruldum etrafıma bakmak için. Yeniden oturdum saydam kristalin karşısına şaşkınlık ve korku içinde.
Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum sürahiye kilitlenmiş gözlerimle. Ellerim titriyordu. Anlaşılan su içilmişti. Ama kim? Ben? Şüphe yok bendim o suyu içen. Başka kim olabilir ki? […] Kim anlayabilir aklı başında bir adamın kristal bir sürahiden uykusu sırasında kaybolan suya böylesi bir korkuyla bakışını? … Orda öyle kalakaldım. Yatağa geri dönemedim. ” (Le Horla, Maupassant – 1886)
Diğer korku ve fantastik anlatıların aksine Maupassant’ın hikâyelerinde Korku en saf, en katıksız haliyle çıkar karşımıza. Bir çok yerde kahraman “korkuyorum… Ama neden?” diye kendi kendine sorar. Sonra da “akılcı-bilimsel” açıklamalarla kendini rahatlatmaya çalışır. Deli olmadığına inanma arzusundadır. Ama bu çabalar boşunadır. Kahraman bir türlü korktuğu şeyi tespit edemez. Zira yazarın hedeflediği, okuruna yaşatmak istediği his katil ya da köpek korkusu değil Korku’nun kendisidir: Mutlak Korku.
Bu konuda Maupassant’ın bu derecede başarılı olması bir rastlantı değil. Yazar delilik ve intiharla çok ilgileniyor. Salpêtrière Hastahanesi‘nde Profesör Jean-Martin Charcot tarafından verilen hipnoz, histeri konulu konferansları takip ediyor. Tıp dergilerini, özellikle de “mystère banale de la demence” denen şeyi, “akıl kaybının sıradanlığındaki sırrı” sorguluyor. Akıl hastahanesinde (henüz) olmayan biz “normal” insanlar deli olmadığımızdan nasıl emin olabiliriz? Ya “öteki tarafa” geçtiysek?
“…25 Mayıs – Durumumda hiç bir değişiklik yok. Gece yaklaşırken anlaşılmaz bir endişe kaplıyor içimi. Sanki gece benim için korkunç bir tehdit saklıyor. Hızla yiyorum akşam yemeğimi. Biraz okumaya çalışıyorum ama kelimeleri anlamıyorum. Harfleri zor ayırd ediyorum. Salonumda volta atıyorum arşı konulmaz ve karma karışık korkular içinde. Uyuma korkusu, yatak korkusu…
Saat 10’a doğru odama çıkıyorum. İçeri girer girmez anahtarı iki kez çeviriyorum. Korku içindeyim. Ama neden korkuyorum? Şimdiye kadar bir şey yoktu. Dolaplarımı açıyorum. Yatağımın altına bakıyorum. Dinliyorum. Neyi? […] Ardından yatıyorum. Cellatı bekler gibi uykuyu bekliyorum. Korkuyla bekliyorum gelmesini. Kalbim çarpıyor. Bacaklarımda titreme, terliyorum. Birden uykuya düşüyorum(3a)… Bir durgun su çukuruna boğulmak için düşer gibi…” (Le Horla)
Maupasant’da insanı en çok “çarpan” şeylerden biri « normal » ile deli arasında bir sınır olMAması demiştik. Bir komşu, bir akraba… Herkes deli olabilir bir gün. Hatta « ben » yani okur bile. Kimlik kaybı yazarın sık sık kullandığı bir tema. “Ben” dediği şeyin neye karşılık geldiğini bil(e)MEmek, bazı şeyleri hem istemek hem de direnmek, insanın hayatını yöneten iradelerin birden fazla olduğunu idrak etme hâline Maupasant’ın sayfalarında gözlerinizle dokunabilirsiniz:
“…Birden sandalıma bir şey “tak” diye vurdu. (3b) Yerimden sıçradım. Soğuk terler döktüm başımdan ayaklarıma kadar. Herhalde bir tahta parçası olmalıydı ama bana yetmişti. Bedenimi garip bir korku kaplamıştı. Çıpayı çekmek istedim, gelmedi. Bitkin bir şekilde yerime çöktüm.
Suyun yüzeyini beyaz, kalın bir sis kaplamıştı. Öyle ki ayağa kalktığımda ne ayaklarımı ne de kayığımı görüyordum. […] Aklıma korkunç şeyler gelmeye başladı. Kayığa birileri çıkabilirdi meselâ. Sislerle örtülü bu nehrin sularında hatta etrafımda yüzen bir sürü garip yaratık olmalıydı. Gerilmiştim. Kalbim beni boğacak gibi atıyordu. […] Suya atlayıp yüzerek uzaklaşmayı düşündüm. Ama aynı anda bu fikir beni korkudan titretti. Kendimi bu siyah suyun içinde kamışlarla, yosunlarla boğuşurken gördüm.[…] Aklımı toplamaya çalışıyordum. Kararlı ve cesur bir BEN vardı içimde. Neden korkuyordum ki? İçimde biri isteyen öteki direnen bu iki varlığı ilk defa bu kadar net hissediyordum..”. (Suyun üstünde)
Aslında bir başka konuda, ahlâk ve özgürlüğün özde bireysel olup olamayacağı konusunda tartışırken bu iç savaşa işaret etmiştim. “Fahişelik, şehitlik ve özgürlük” isimli yazıdan aktarıyorum:
“…6 yaşındaki kızım oldukça yüksek bir kaydıraktan kayacak cesareti kendinde bulamadığı için ağlıyordu :
-Evlâdım üzülme, salıncaklara git.
-Ama benden küçükler bile yapıyor, ben yapamıyorum.
-Canın istemiyorsa mecbur değilsin.
-Canım istemiyor ama ben istiyorum!
Ne Yunus Emre’den ne de Sigmund Freud’dan haberi olmayan kızımın benliğindeki çatışmaları böyle kişileştirmesine çok şaşırmıştım. “Canım” dediği bir “aktör” ile “ben” dediği bir başka aktör vardı içinde ve bu iki aktörün istekleri çatışabiliyordu. Üstelik kendine daha yakın hissettiği “ben” bu çatışmanın farkındaydı!…”
Yazının başlangıcından bu yana birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen bazı şeylerin derinlerde birleştiğine, eklemlendiğine tanık olduk. Bilmiyorum farkında mısınız ama Korku Matkabı ile bir delik delmeye başladık bile. Nasıl mı?
Giriş kısmında Jaws filminde kullanılan “korkutucu” bir kamera tekniğinden bahsettik. “Korku matkabının yapısı ve bu yapının önemi” isimli paragrafta korku hissinin bir bahane ile Hakikî Korku’yu sakladığını gördük. “Korku’nun Zaman’la ilişkisi” adlı bölümde Alfred Hitchcock‘un seyirciyi korkutmak için zamanı kullandığını ve endüstri devriminin ürettiği tik-tak zamanların Hakikî Zaman’ı perdelediğini açıkladık. “Filozofların, şizofrenlerin ve mü’minlerin bildiği, “normal” insanların bilmediği şeyler” adlı bu paragrafta ise Batı edebiyatının korku ustası Maupassant’dan alıntılarla BEN’in çokluğuna işaret ettik.
Bir başka deyişle “korku” denen bu hisle aramıza mesafe koyarak önce nasıl işlediğine baktık. Matkabın ilk görünen çarkları neler oldu?
Bahanelerle temsil edilen “dünyevî” kaygılar,
Contra-zoom adlı kamera tekniğinin görsel zekâmızı yanıltması.
Peki delikten bakınca ne görüyoruz? Korkan BEN ile isteyen BEN’in aynı ben olmadığını. Bir başka deyişle benliğin çokluğunu. İnsan’ın kat kat, iç içe, sarmaş dolaş bir çokluktan meydana geldiğini görüyoruz Korku Matkabı’nın açtığı delikten.
Fakat bu sefer delikten bakmakla yetinmeyeceğiz. Zekâ Duvarının iç yapısını da anlamaya çalışacağız. Bunun için delilik ve özellikle de şizofreni ile ilgileneceğiz bir parça. Neden?
Bir duvar delindiğinde yapısı hakkında fikir sahibi olmak kolaylaşır. Meselâ fayans ile kaplıdır ama matkap ucu ilerledikçe önce fayansı yapıştıran çimentonun gri tozu, ardından da kırmızı bir tuğla tozu dökülür. Benzeri şekilde insanların korkuyla olan ilişkilerine odaklandıkça, duvarı deldikçe değişik renklerde tozlar dökülecek. Hakikat’i görmemize engel olan zihinsel mekanizmalar bu “tozlar” vasıtasıyla kendilerini yavaş yavaş ele verecek.
Descartes’ın deyimiyle bedensel arzu ve ihtiyaçlarımız BEN’i ayakları üzerine diken, onu yürütmeye yarayan koltuk değneklerine benziyor. Ama KENDİM olmak istediğimiz andan itibaren bu koltuk değnekleri ayağımıza dolanıyor, topallamamıza hatta yere düşmemize sebep oluyor.
BEN’i bütün, tek, bölünmez bir varlık zannetmemizi ve günlük hayatı bu ZAN üzere kurmuş olmamızı en berrak biçimde dile getiren metinlerden biri de şu satırlardır:
“Harry gibi zeki, kültürlü bir insanın kendini Steplerin Kurdu zannetmesine şaşmamalıyız. Karmaşık ve zengin hayat hikâyesini bu kadar basit, ham, ilkel bir ifadeye sığdırabileceğini sanmasına… İnsan büyük ölçekli düşünemez. Akıllı, iyi eğitim almış olanlar bile dünyayı özellikle de kendilerini aldatıcı, basitleştirici gözlüklerle görürler. Çünkü görünen odur ki bütün varlıklar kendi BEN’liklerini zihinlerinde TEK olarak temsil etme ihtiyacına doğuştan sahiptir ve buna mecburdur. Bu vehim ne kadar sık ve derinden sarsılırsa sarsılsın yeniden oluşur, şekil alır. Bazı hassas yapılı insanlar önsezileriyle çoklu benliklerini fark ederler, BEN’in tekliği yanılgısı bir çiçek gibi açılır o zaman, çokluğu hissederler. Bu hislerini açığa vurdukları anda çoğunluk onları tecrid eder, bilimi imdada çağırır, şizofreni teşhisi konur ve insanlık bu zavallıların ağzından çıkan Hakikat çağrısından muhafaza edilmiş olur.
Her düşünen varlığın kendi başına bilmesi gereken şeyleri söylemek neye yarar? Herkesin bilebileceği ama söylemenin adet olmadığı şeyler…
Neticede bir insan BEN’in tekliği yanılgısından ikili bir yapıya geçtiğinde bile neredeyse bir deha sayılır… En azından nadir ve ilginç bir insan. […] Bu çoklu yapıyı tek, basit, sabit, sınırları belli bir varlık olarak görmek bütün insanların yaratılışından kaynaklanan bir hatadır. Ama zarurî bir hata, beslenme ve solunum gibi zarurî.” (Bozkır Kurdu)
Bu satırların yazarı olan Hermann Hesse’nın da sıkıntılı bir yaşam geçirdiğini yazıyor kitaplar. Ve daha çocukken intihardan bahsetmeye başladığını, 15 yaşında bir intihar girişiminde bulunduğunu, 39 yaşında iken (Bozkır Kurdu‘nu henüz yazmadan) aynı yıl babasının ölümü, oğlunun ağır hastalığı ve eşine şizofreni teşhisi konması ile derinden sarsıldığını…(4)
Yukarıdaki kısacık alıntı şimdiye kadar söylediklerimizi teyid ederken Hesse son cümlesinde dikkatimizi bir sonraki aşamaya çekiyor. BEN’lik yanılgısının “beslenme ve solunum gibi zarurî” olduğu gerçeği. İyi ama kim için zarurî bu? BEN için mi yoksa BEN’den kurtulmaya çalışan KENDİM için mi?
Tuğlalardan birincisi: BEN’lik yanılgısı
Korktuğu şeye bakamadığı için elleriyle yüzünü kapatan bir insan canlandırın gözünüzün önünde. Tehlikeyi azaltmadı ama artık sadece parmaklarını, ellerinin içini görüyor. Kendi gücü ve iradesiyle kendini aldatmayı seçti, “ihtiyaç duyduğu” güvenli bir binanın(!) içinde şimdi. Ellerinden oluşan bir bina.
İşte BEN’lik yanılgısı da bu eller gibi Hakikat’i saklayan duvarın tuğlalarından biri. Yemek, içmek, her gün işe gitmek, TV seyretmek, gevezelik etmek… Her sabah aynı bakkaldan aynı gazeteyi almak, aynı şakalara gülmek, aynı şeylere kızmak bize güven hissi veriyor. İyi ama neye karşı hangi tehlikeye karşı? BEN diye bir şeyin olmadığını fark etme tehlikesi(!) mi yoksa bu?
Neden işsizlik insanı yıkar? Neden emekli olup köşesine çekilen insanlar yavaşça silinirler hayatımızdan ve aniden çökerler? Neden hücre hapsinde “sadece” bir kaç hafta içinde akıllarını kaybeder tutuklular?
Kısacası herkes gibi yapmak bir lüks değil bir ihtiyaç Hesse’nın dediği gibi. Bireyselliğini, şahsına özgü olduğunu vurgularken bile herkes gibi yapıyor insan. HERKES’e endeksleniyor farklı kıyafeti, farklı otomobili, marjinal yaşam biçimiyle “ben sizin gibi değilim” demek isteyenler. Oysa doğumu ile ölümü arasında geçen zaman her insanı AMA HER BİR İNSANI yeterince ve eşit derecede ÖZEL yapıyor. Kim başkasının yerine doğmuş olabilir? Kim bizim yerimize ölebilir? Doğarken ve ölürken yalnız ve tek değil miyiz?
Yoksa bu kadar ÖZEL, bu kadar TEK olmak mı bizi korkutan? Sürüden ayrılmak? Bireyden öte bir tekilliği idrak etmek, en otantik, en orjinal, en tekil ve eşsiz biçimde kendimiz olmak?
Köpek balığı bir hamsi sürüsüne yaklaştığında balıklar tek bir hamsi gibi davranırlar. İçlerinden bazıları köpek balığının midesini boylayacaktır ama sürü bir aradadır. Hamsiler hiç ölmeyecekmiş gibi davranırlar. bütün gayretleriyle HERKES gibi yaparlar. “Ne yani? Ben de mi?” isimli makaleden bir alıntıyla somutlaştıralım bu sözlerimizi:
“İnsanlar ölümlüdür,
Sokrat insandır.
Demek ki Sokrat ölümlüdür.
Ama bu Sokrat için söylenmiş. Sokrat bilir mi annemin sütlaçının tadını? Dibi yanmış tencerenin nasıl koktuğunu? Benim gibi Boğaz’da çay içti mi O? Ya Bebek’te yediğim sarımsaklı köftelerin o lezzeti? Galatasaray’ın şampiyon olduğu sene sokaklarda bağırdı mı benim gibi Sokrat?
Kendi hayat hikâyemizin başrol oyuncusu olduğumuzdan figüranların ölmesine şaşırmayız pek fazla. İnsanlar ölür. Herkes ölür. Ama ben herkes değilim ki! Ben başkayım!…”
Aman dikkat, Mutlak Korku olarak sunduğum kavramın ölüm korku zannedilmesi büyük hata olur, uyarayım. Mutlak Korku ölme/yok olma gibi şeylerin daha “üzerinde/dışında” bulunan bir kavram. Bu sebeple yukarıdaki örneğe temkinle bakılması gerekir. Ancak bizi tekilleştiren, kedimizle baş başa bırakan doğum-ölüm bilgisini unutmak için kasıtlı olarak kendimize oynadığımız bir oyun var ki bu dikkate değer. Zira çok iyi bildiğimiz gibi hepimiz bir gün öleceğiz ama bu bilgiyi unutmak yerine edilgenleştiriyoruz. Edilgenleştirmek yani sürüye katılmak, özgür ve sorumlu KENDİM’İ unutmak, BEN vasıtasıyla topluma karışmak:
Eh, insanlık hâli,
Ne yapalım, hayat bu,
Dünya bu, doğulur, yaşanır ve ölünür…
İşte BEN’lik tuğlası bu. Filozofun akıl yoluyla keşfettiği, mü’minin vahiy yoluyla inandığı (çamurdan bedene üflenen…) ve şizofrenin kafasına bir saksı gibi düşen, BEN’in bir yanılgı, bir vehim olduğu gerçeği. Ama bu gerçek ile karşılaşmak için mü’minin gerekli hazırlığı yapmış ve tahkikî iman ile donanmış olması gerekiyor. Filozoflar? Onların da her zaman hazır olduğu söylenemez.
“İnsan Doğası” isimli çalışmasının birinci kitabının sonuç bölümünde David Hume şöyle yazıyor:
“Gemisi batmış, boğulmak üzere olan bir yolcuya benziyorum. Kimim? Bir hiç miyim? Hiç bir Hakikat’im yok. Diğer insanlardan tecrid olmuş durumdayım. Kaybolmuş. Ne mutlu ki doğa beni bu melankoliden çekip çıkarıyor ve tavla oynamaya itiyor… Bir kaç saat eğlencenin ardından bu düşüncelere geri dönecek olursam soğuk buluyorum onları ve yeniden içine girmeye gönlüm yok.”
İnsanları “BEN” yapan şeylere biraz daha yakından bakın: Doktor, Erkek, Genç, Bekâr, Eskişehirli, zayıf, Tavla sever, sigara kokusundan nefret eder, dostları var, komşuları, akrabaları… Hep başkalarına göre, topluma, kurumlarına, geleneklere göre inşa edilmiş bir kim?-lik. Bir an için çevresindeki herkesin o yokmuş gibi davrandığını farz edin: insanların ona bakmadığını, ondan yardım istemediğini hatta selâm vermediğini canlandırın gözünüzün önünde. Söylediği sözler dipsiz bir kuyuya atılmış taşlar gibi. Ses bile vermiyor. Günlük hayatın, alışkanlıkların ve bedensel hazların verdiği güven duygusunun silindiği bir dünya. Kim?-lik yok. “Kim?” sorusuna cevap bir sessizlik. Aynaya bakıyor ama kendini göremiyor.
“…Başrollerini Bruce Willis ve Haley Joel Osment’in paylaştıkları Altıncı His adlı unutulmaz film birbirinden çarpıcı sahnelerle dolu. Ancak hiç kimsenin aklından gitmeyen bir kare varsa o da Anna Crowe’un (Olivia Williams) elinden kocasının alyansının yere düştüğü ve kendini canlı zanneden Dr. Malcolm Crowe’un (Bruce Willis) çoktan öldüğünün (seyircilerle aynı anda) farkına vardığı sahne.
Filmin senaristi M. Night Shyamalan ölü insanlarla canlıları bir arada, aynı evde, şehirde “yaşatmak” için ilginç bir çözüm bulmuştu : Ölüler canlıları görebiliyor ama onlar tarafından görülemiyorlar ve tabi duyulamıyorlardı. İşte sözünü ettiğimiz sahnede Dr. Malcolm Crowe bu korkunç duyguyu tecrübe ediyordu : Yok sayılmak.
Bir insan için tahammülü hakaretten daha zor bir şey varsa o da yok sayılmak. Fiziksel bir saldırıya uğramak bile yok sayılmaktan daha kolay. Bir an için Shyamalan’ın atmosferinde farz edin kendinizi : Aynaya baktığınızda kendinizi göremiyorsunuz, eşyalarınızın üzerini yavaş yavaş toz kaplıyor… Sevdikleriniz yokluğunuza alışmış, siz onları görüyorsunuz ama onlar sizi görmüyor. Komşularınız size selam vermiyor. Çocuklarınız sizi çağırmıyor yere düşünce…
Bu duruma maruz kaldığınızda var olduğunuza kendinizi ve çevrenizi ikna etmek için bir şeylerin yerini, şeklini değiştirmeye çalışabilirsiniz söz gelimi. Ancak uzun süre bu durumu yaşayan bir insanın çıldırması hatta cinnet geçirerek saldırganlaşması bile beklenebilir…”(Ax! Welate min – Ah! vatanım isimli yazıdan alıntı)
İşte şizofren bu hiçlik duygusunun tersi bir çokluk hissiyle iç içe yaşıyor. Ama sonuç bakımından bi benzerlik var, kim olduğunu bilMEmek.
Çatlamış, bölünmüş anlamına gelen “şizo” (Yunanca: σχίζειν) ve zihin/akıl anlamına gelen “frenos” (Yunanca: φρεν) sözcüklerinin birleşiminden üretilmiş bu kelimenin etimolojisi bile konumuza ışık tutuyor. Şizofrenler yaptıklarının, söylediklerinin “dışarıdan” seslerle yönlendirildiğini söylüyorlar. Hatta düşündüklerinin bile aslında “başkası” tarafından düşünüldüğünü.
Şizofrenlerin dünyası işte böyle hiç bir şeyin “”kendiliğinden” gitmediği, güven verici günlük yaşamın, alışkanlıkların ve BEN algısının olmadığı bir dünya. Filozof BEN ile arasına mesafe koymayı kendisi seçtiği için şizofrene oranla daha avantajlı ama durumu garanti değil. Hume’un 5 yıl boyunca depresyonla boğuştuğunu biliyoruz. Pascal’ın şu sözleri bunu ne güzel açıklar:
“Eğlenmek kendinden kaçıştır, eğlenen insan bildiğini unutma isteğinin ispatıdır.”
Heidegger aynı kıvamdaki düşüncelerini “gevezelik” ile açıklamış, Kant ise hoş sohbet dostlarıyla düzenli olarak yemek yemeye gayret göstermesi, aynı saatte evden çıkıp aynı sokaklarda yürüyüş yapmasıyla bu düşünceleri kendi hayatına uygulamış.
Özetle acı gerçek şu ki şizofren, melankolik, depresif diye etiketlediğimiz insanların bir çoğu gerçekte hasta değiller. İnsan’a dair bir Hakikat’i hissediyorlar ama idrak edemiyorlar. BEN duvarında öyle büyük bir delik öyle beklenmedik bir anda açılmış ki Hakikat’in ışığı gözlerini kör etmiş! Korkarım intihara yeltenenler ve cinayet işleyenlerin büyük bir kısmı da buna dahil. Günlük hayatın dekorunun yıkılması bu insanlarda öyle bir güvensizlik hissi doğuruyor ki BEN’lerini “var” hissedebilmek için saldırganlaşıyorlar. Ya başkalarına ya da kendilerine karşı. Cioran bir mülakatında “bürokratik sıkıntılar kabul edilebilir tek intihar bahanesidir” derken yanılmıyordu. Biz “normaller” canına kıyan birisinin haberini alınca makul ve mantıklı bir açıklama arıyoruz, aşk acısı, işsizlik, çevre baskısı… Oysa Mutlak Korku İnsan’ın kimyasında var, pusuda bekliyor. Uygun koşullar bir araya gelince “bir” şekilde gösteriyor kendisini.
Zaman ve Mekân… Bir garip çimento
BEN’lik yanılgısı Hakikat ile aramızda örülmüş bir duvarın tuğlası dedik. Peki bu tuğlalar birbirine nasıl yapışıyor? Zaman çimentosu ile!
Türkçe’de Kim?-lik diye ifade ettiğimiz şeyin batı dillerindeki karşılığı AYNILIK. (ing. identitiy, fr. İdentité) Yani zaman içinde AYNI kalabilme kapasitesi ya da bu yalana inanma ihtiyacı. Zaman’ı(5) bir çizgi romanın kareleri gibi tasavvur etmek ve her karede aynı olmak. “Korku’nun Zaman’la ilişkisi” isimli bölümde anlattığımız gibi zihnimizde mekânlaştırdığımız bir zaman algısı var, Tik-Tak Zaman. İşte bu Tik-Tak Zaman aynasında hafıza yoluyla gördüğümüz bir akis BEN, bir yansıma, bir serap belki de. Geçmişteki BEN’in yaptığı işlerden duyduğumuz gurur, utanç, gelecekteki BEN’in umutları, korkuları KENDİMİZ’i meşgul ediyor, Hakikat’i perdeliyor.(6)
Zaman gibi çimento rolü oynayan bir başka kavram ise Mekân. Gerek BEN’lik algısı gerekse duvarımızın ikinci tuğlası olan sebep-sonuç ilişkisi için büyük önem taşıyor Mekân. Bir çok yeni kavram önerdiğimiz bu makaleyi daha zor anlaşılır bir hale sokmamak için gerek Zaman gerekse Mekân ile ilgili incelemeyi ilerideki çalışmalara bırakıyorum.
Ancak Mekân algısının (? Yanılgısının) konumuzla ilgili kısmına ışık tutabilmek ve gelecek paragraftaki uçurum kavramına fikrî zemin hazırlamak için küçük bir parantez açıyorum(7):
Mekân’a dokunmadan önce şu soruyu kendimize sormamız gerek: Eğer delirme ihtimali olmasaydı “İnsan” olabilir miydik? Delilik kavramını dışarıdan gelen ve tedavi edilmesi gereken bir hastalık gibi görebiliriz. Bu görüşün alternatifi ise “İnsan” odaklı bir bakış. Ne demek bu? İnsan’ı çevreleyen Mekân’ı harici bir oda gibi değil de İnsan’ı İnsan’a yansıtan bir ayna gibi kabul edelim. Yazının başından beri anlattığım “gerekli yanılgılar” kapsamında Mekân’ın yeri ne olabilir?
Meselâ yükseklik. Bir binanın boyu veya uçurumun derinliğini o şeylerin vasfı (ing. attribute) değil de bir ayna gibi göremez miyiz? Bu gözle bakınca yükseklik bizim Varlık’ımıza dair ne yansıtır? Hemen her kültürde, dinî metinde, şirket organizasyonunda düşüş-yükseliş,üst-alt benzeri simgesel anlamlar taşımaz mı?
Borsanın düşmesi ve yükselmesi,
Surelerin [insanlara] inmesi,
Bir şirkette yükselmek,
Gözden düşmek,
Alt tabaka insanlar
Aşağılık bir davranış
Üstün ırklar …
Eğer hareket edemeyen canlılar olsaydık şüphesiz bu simgeler başka türlü gelişecekti. Ama insan hareket edebilen bir canlı. Zaman’a ve Mekân’a referans ile düşey olarak hareket edebiliyoruz. Ancak yükseliş özel bir hareket. Meselâ yürümekten farklı. Yürürken geri dönebilirsiniz. Yolunuzu kaybettiyseniz durup düşünebilirsiniz. Yükselmek, örneğin tırmanmak ellerin de kullanılmasını gerektiriyor. Kendini aşmaya, değişmeye, dönüşmeye daha uygun bir simge. Yürürken yolunu kaybetmek ile yükselirken kaybolmak arasında da fark var. Geri dönemeyebilirsiniz. Yükseldikçe geride bıraktığınız zeminle aranız açılıyor ama o zemin hiç yok olmuyor. Gözünüz hem uçurumun dibini görüyor hem de dağın zirvesini.
Delilik nasıl insanlar içinse yükseklik korkusu da yükselebilenler için geçerli.
Mekân’ı bir ayna rolünde görünce delilik de anlam değiştiriyor. Dışarıdan bir etkiyle oluşan bir bozulma değil söz konusu olan. İç dengelerdeki bir oransızlık. Ek olarak bu denge kaybı sadece biyolojik bir sorun değil. “Deli” insanın kendine anlattığı hayat hikâyesi yani BEN’in Zaman’daki yansıması ve toplumun buna bakışı devrede. Yine aynı sebeple şu veya bu delilik belirtisini (saldırganlık, depresyon,..) konu alan parçalayıcı “bilimsel” çalışmaların çözüm getirmediğini düşünüyorum. Sadece ilaçla veya cerrahî müdahaleyle yol alma gayretindeki doktorlar bu bilimcilik sebebiyle, bilimin ideolojileşmesi yüzünden fena halde çuvallıyorlar.
Çünkü “Deli” insan şu veya bu görevi yerine getirmekte kusurlu bir makine değil. Her şeyden önce bir İnsan olan “Deli” insanın gerçek sorunu şu:
Varlığından, İnsan’lığından kaynaklanan ama birbirine zıt yönlere çeken güçler arasındaki dengeyi kaybetmiş olması.
Uçurum ve baş dönmesi
Buraya kadar BEN’in çoklu yapısını ve Mutlak Korku’yu işledik. Bu düşünceler ışığında korku ile yüzümüze kapattığımız ellerimiz bize yetmeliydi değil mi? Yemeye, içmeye, tüketmeye yönelik hedonist bir yaşam meselâ. Zira tekdüze bir yaşamda aranan şey hep aynı: Tekrar eden şeylerin BEN’e verdiği rahatlık, güven. Lüks yerlerde tatil, tatil sonrası herkese gösterilen fotoğraflar, indirimli satışlar, ucuza alınan şeylerden konuşmak, onları göstermek… (Tabi “tüketme zevki” yerine sorgulamadan körü körüne tatbik edilen bir din(!) de konabilir, şeklî, folklorik, ritüellerden ibaret bir “din” artık din olmaktan çıkmıştır kanaatimce)
Ne var ki BEN’i rahatlatmak için dört elle yapışılan tekdüze yaşam bir zaman sonra tam ters etki yapabiliyor :
“…Mobilyalarımın değişmeyen şekli, 30 yıldır aynı yerde durmaları, aşınmış koltuklarım, evimin kokusu (zira her ev zamanla kendine özgü bir koku edinir) alışkanlıklarımdan tiksinmeme ve böyle yaşamaktan kara bir melankoli duymama sebep oldu.
Ağlanacak bir şekilde her şey tekrar ediyor. Eve döndüğümde anahtarı kilide sokuşum, kibritlerimi bulduğum yer, ilk çakışımda aydınlanan odaya göz atışım kendimi camdan atma ve bu kaçamadığım tekdüze yaşama son verme isteği uyandırıyor.
Her gün traş olurken karşı konulmaz bir istek duyuyorum boğazımı kesmek için. Yanakları sabunla kaplı yüzüm… hep aynı.. beni bir kaç kez hüzünle ağlattı. (İntiharlar – Maupassant)
Neden böyle oluyor? Neden insan her hangi bir hayvan gibi, yeryüzünü bir eğlence merkezi, kendisini de bir turist olarak kabul edip yaşayamıyor? Bilerek, isteyerek bu yaşamı seçen insanları bir zaman sonra “bir şeyleri aşmak, bir şeylerin ötesine geçmek, TIRMANMAK, YÜKSELMEK(?)” çabasında görüyoruz: Ayakkabıdan şampanya içerken, uyuşturucu ya da alkol komasında, yüksek hızla bir uçurumdan yuvarlanırken… Bu insanlar toplumun geleneklerini, bedenlerinin biyolojik sınırlarını veya fizik kanunlarını delmeye çalışırken neyin delili oluyorlar? Neyi yansıtıyorlar?
Gerçek şu ki korkudan elleriyle yüzünü kapatan insan aynı zamanda parmaklarının arasından kendini korkutan şeyi görmek istiyor! Okuduğunuz bu basit cümle insanın yeryüzündeki dramının özeti. Acıklı bir durum. Zira parmaklarınızı kaparsanız güvenliktesiniz(!). Aslında kalbinizin derinliklerinden gelen bir ses kendi kendinize yalan söylediğinizi fısıldıyor. Parmaklarınızı aralıyorsunuz. Bu kez karşınızdaki sizi korkutuyor. Yeniden kapatmak istiyorsunuz. Ama daha kapatmadan biliyorsunuz ki yeniden açacaksınız. Parmaklarınızla oluşturduğunuz bariyeri delme arzunuz o bariyerin arkasında kalma arzunuz kadar büyük.
Şimdi birbiriyle çatışan bu iki isteğin neyi işaret ettiğini görmek için Alman düşünür Martin Heidegger’i dinleyelim (dikkat, yeni bir kavram geliyor, şimdiye kadar gördüğümüz uçurum derinleşecek biraz):
“…Kaygı (alm. angst) karşısında “baskı hissedilir” diyoruz. Ama bunu hisseden özne kim? Bu özneyi baskı altında tutan ne? Baskının hissedilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu söyleyemiyoruz. Her şey bizimle beraber bir tür umursamazlık uçurumu içine düşüyor. Ama bu bir yok oluş değil, bir geriye çekiliş. […] Hissettiğimiz baskı Varlık’ın bu geri çekilişinden mi kaynaklanıyor acaba? Tutunacak hiç bir şey kalmıyor. Varlık’ın bu kayması sonucunda bize yokluk kalıyor. Kaygının ortaya çıkardığı şey HİÇ. Korku ile boşlukta asılı kalıyoruz. Daha açık bir ifadeyle kaygı bizi böyle boşlukta askıya alıyor çünkü Varlık’ın bütünüyle kaymasına sebep oluyor. Biz insanlar da Varlık’ın içinde kaydığımızı hissediyoruz. Bunun için baskı altında olan ne “sen” ne de “ben”, baskıyı hisseden “biziz”, [MY: Edilgenliği içeren bir bizlik bu] . Kaygının HİÇ’i ortaya çıkardığını insanlar zaten söylüyor kaygı ortadan kalktığında. Henüz taptaze olan hafızamızı yokladığımızda kaygı duyduğumuz şeyin gerçekte… olMAdığını söylüyoruz. Çünkü… HİÇ bütün varlığıyla oradaydı….” (Metafizik nedir ? Heidegger)
Martin Heidegger’in HİÇ’i nihilist bir hiçlik değil. Sartre’ın “Nausée” ile işaret ettiği bir YIRTILMA noktası bu. İnsan’ın çoklu yapısını idrak edişi ve bu esnada hissettiği uçurum! Sonlu, ölümlü, hayvanî varlığı ile sonsuz, Mutlak, ölümsüz varlık arasındaki uçurum. Determinizmin kölesi hayvan ile özgür İnsan’ın birbirinden ayrıldığı YIRTILMA noktası. Bakın birbiriyle ilgisiz gibi görünenler nasıl birleşiyor:
Alt-Aşağı olan ile Üst-Yüksek olanın arasındaki yükseklik,
Bu ikisinin arasındaki boşluğu dolduran HİÇ,
İnsan’daki tırmanma, ana vatana dönme isteği ile yerde kalmanın verdiği güven hissi,
Bu HİÇ’i göremediği halde hem aşağı hem yukarı ZOOM yaparak akıla hizmet eden “göz”,
Bu uçuruma bakış esnasında Alfred Hitchcock‘un ters zoom tekniğinde olduğu gibi referans noktalarının kaybedilmesi!
Akıl için ne büyük bir fırsat! Aynı zamanda ne büyük bir imtihan bu! Nerenin alt, nerenin üst olduğunu unutacak kadar başım dönerse? Ayağım kayıp düşecek miyim o uçuruma?
Albert Camus’nün tabiriyle:
“Bazen en sıradan en tekdüze günlük yaşamın içinde dekor yıkılır ve adeta ilâhî bir mesaj gibi hem bu tekdüzelik hem de ondan kurtulma isteği keşfedilir”
Uçurumun dibi ve bulutların üstü
Kanaatimce bu dekorun yıkılması ve daha hakikî bir Hakikat’in keşfedilmeye başlaması sadece bazı “seçilmiş” insanlara özgü bir tecrübe değil. “Güzellik Matkabı“ isimli yazımda bizzat yaşadığım ve halen de yaşamakta olduğum bir tecrübeden bahsetmiştim. Bu yazıyı okuyan dostlarımdan bazıları bana yazarak aynı hissi çok farklı koşullarda tattıklarını söylediler ve bu kanaatimi teyid ettiler. Bazen güzellik, bazen aşk bazen de korku ile başlayabilen bir tecrübe bu. Benimki güzellikle olduğu için baştan sona keyifli idi. Korku (belki o an korkmadığım için) çabucak yok oldu. Ama kişiden kişiye değişen bir yönü de var hadisenin. Bazen “kötü” başlayıp “iyi” bitebiliyor.
Heidegger’a geri dönecek olursak… “(B)eden, (E)sas, (N)efs” isimli makalede şöyle demiştim:
“…Anıtsal eseri Varlık ve Zaman’da (40cı paragraf) yine korku ve kaygı üzerinde duruyor düşünür. Heidegger’in düşüncelerini anlamak için özenle seçtiği kelimelere dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum:
- Unheimlichkeit – Kaygı anlamında kullanılmış. (veya bu yazımızdaki Mutlak Korku) : “Harf-harf” çevirirsek “endişe verici yabancılık hissi” denebilir.
- Geworfenheit – Atılmışlık, fırlatılmışlık
- Verlassenheit – bırakılmışlık
Heidegger bu bırakılmışlık/fırlatılmışlık durumundan yola çıkarak insandaki ebedi gurbet hissini irdeliyor. İnsan gittiği her yerde kendini YABANCI hissediyor Heidegger’e göre. Düşünür mektuplarında açıkça Sigmund Freud’dan etkilendiğini de yazmış. Gerçekten de Freud 1912′de kaleme aldığı Totem ve Tabu, 1916′da yazdığı Psikanalize Giriş ve nihayet 1919′da yayınlanan Das Unheimliche isimli makalesinde bu konuyu derinlemesine irdelemiş.
Ve tabi « gurbet » deyince Mevlânâ Hazretleri geliyor akla. Kamıştan yapılan neyin ağlaması, koparıldığı gölü, sazlığı (aslî vatanını) özlemesi artık fazlasıyla ünlü olmuş bir örnektir. Ama Mesnevî bu gurbeti anlatan hikâyelerle dolu. (Bkz. Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar!)
Evet, korku hissi bir sorun değil, adeta bize verilmiş bir hediye gibi. Ancak bu hediyenin paketini açmak gerek. Nasıl? Korku hissini günlük yaşamın ihtiyacından, yeme içmenin hazzından, tekdüzeliğin verdiği güven hissinden ayrı düşünmek, arındırmak, ARITMAK ve en saf haliyle korkuya akıl parmaklarımızın ucuyla dokunmak…
Korkutan şeylerden, örümcekten, fakirlikten, köpek ısırmasından arındırabilirsek geriye kalan şey yani saf haldeki Mutlak Korku bize yukarıda işaret ettiğim bu gurbeti gösteren bir yol tabelası gibi. Korku’dan istifade ederek İnsan olmanın ne anlama geldiğini tarif edebiliriz.
Yine Mevlânâ Hazretleri’nden iki alıntı ile görelim Korku Matkabı’nın ayırd edici etkisini:
“…Eğer kaza, seni gece gibi kaplayacak ve karanlıkta bırakacak olursa, gam yeme, çünkü kaza ve kader, sonunda yine senin elinden tutar, seni aydınlığa çıkarır.Kaza ve kader, yüz kere canına kasdetse, yine sana can verecek, derman edecek odur.Şu kaza, yüz kere yolunu vursa, yine senin çadırını gökyüzünün yücesine kurar.Kazanın seni korkutmasını, kerem eseri bil…”(8)
“…Nitekim bu vesvese ile “elest demi”nden gelen vahiy, her ikisi de duygu ile değil, akılla anlaşılır. Fakat aralarında fark vardır.Şeytanın vesvesesi ile elest deminden gelen vahiy, her ikisi de gönül pazarının tellalıdır, bunlar kendi mallarını medheder dururlar.Sen de düşünceyi tanıyan bir gönül sarrafı isen, aklına geleni anla. İki fikirden hangisinin şeytanî, hangisinin rahmânî olduğunu bir esirci gibi ayırdet.Eğer şüpheye düşer de, bu iki fikri ayırdedemez isen (aldatmaca yok) acele etme, koşma…”(9)
Tuğlaların ikincisi: Sebep-sonuç yanılgısı
“…Mantıklı hindi çiftliğe varır varmaz her sabah saat 9’da yem verildiğini fark etti. Ama iyi bir tümevarımcı olduğu için hemen bir sonuca varmak istemedi. Bekledi ve her gün tekrar tekrar gözlemledi. Bu gözlemlerini değişik koşullarda tekrar etti: Çarşambaları, perşembeleri, sıcak ve soğuk günler, yağmurlu ve yağmursuz günler. Her gün yeni bir gözlem ekledi ve sonunda bir sonuç çıkardı: “Her sabah saat 9’da yemek veriliyor bana”. Fakat bir yılbaşı günü kural bozuldu: Mantıklı hindi saat 9’da yemini beklerken boynu kesildi….”
Matematikçi ve epistemolog Bertrand Russell‘ın bu basit örneği bize tümevarım yönteminin zayıflığını ne güzel açıklıyor. İçinde yaşadığımız dünyada olacak olan şeyleri bir sebep-sonuç şablonuna yerleştiriyoruz. Eskiden olmuş şeylere bakarak yakında olacak şeyleri kestirmeye çalışıyoruz.Bilimsel araştırmalar da böyle işliyor. Bir miktar deney ve gözlem yapılıyor, ardından bir “kural” üretiyor/keşfediyor bilim adamları. Bu kurallara, ilkelere dayanarak uçaklar, bilgisayarlar ve bombalar üretiyor mühendisler.
Oysa sebep-sonuç ilişkisi bir güç değil, adı üzerinde bir ilişki. Cisimlerde, varlıklarda bir şeye sebep olabilecek bir güç yok. Ama bizim insan olarak ihtiyacımız var bu ilişkiye. Psikolojik bir ihtiyaç bu. Bunun bir yanılgı olduğunu idrak etmek ise hiç kolay değil. Meselâ Newton “yerçekiminin ne olduğunu bilmiyorum, sadece çekim kuvvetinin miktarını hesaplamaya yarayan bir formül yazdım ben” dediğinde diğer fizikçiler tarafından şüphecilikle suçlanmış.
Sebep-sonuç ilişkisinin bir vehim olduğunu en güzel dile getiren düşünürlerden biri sanırım David Hume:
“…Gereklilik fikri algılarımızla teyid ettiğimiz bir şey değil. Demek ki içimizden gelen bir izlenim bu veya düşüncelerimizin sonucu.[…]Neticede gereklilik ya da sebep-sonuç ilişkisi (=illiyet) varlıklardan kaynaklanan bir olgu değil. Biz olayları gözlerken onları sebep ya da sonuç olarak birbirine bağlıyoruz. Gereklilik bizim düşünme alışkanlıklarımızın bir sonucu. “yan yana” gelen, aynı anda olan veya biri diğerinden önce meydana gelen olayları birbirine bağlamak için ürettiğimiz açıklamalar bunlar. Geçmişte olmuş olan şeylere bakarak gelecekte de böyle olacağı beklentisi içine giriyoruz. Akıl yürütme değil alışkanlıktır insanın rehberi. Eğer alışkanlık olmasaydı hiç bir şeyden emin olamazdık ve belleğimizde o an taze olanlar ve hemen o sırada algıladıklarımız dışında hiç bir şey bilemezdik. Gereklilik hissi olmasaydı insanlar ne hareket edebilirlerdi ne de düşünebilirlerdi….”(David Hume’un Human Understanding adlı eserinden serbest bir çeviri ile)
Ana konumuz olan Korku Matkabı açısından önemi nedir bu gerekli yanılgının? Sebebiyet, illiyet, gereklilik, determinizm, tümevarım kavramları etrafında kristalleşen sebep-sonuç ilişkisine yine sanat penceresinden bakalım:
Sanatçı Mutlak Korku’yu nasıl üretiyor eserlerinde?
Sebep-sonuç ilişkisinin, determinizmin ortadan kalkması ya da Mutlak olmadığının sezilmesi Mutlak Korku’yu elle tutulabilir hale getiren şeylerden biri. Meselâ Hitchcock’un “Kuşlar” filminde çıldırıp saldırganlaşan kuşların kartal gibi tehlikeli hayvanlar değil de sıradan kuşlar olması dikkat çekici değil mi? Yani “normalde” avladığımız, kafese koyduğumuz, pişirip yediğimiz kuşların birden rol değiştirip “zalim” olması ve insanların “kurban/mazlum” durumuna düşmesi…
Yine aynı filmde bir bilim adamının böyle bir saldırının imkansız olduğunu “bilimsel/ matematiksel/ mantıksal olarak” ispat etmesi ama aynı esnada kuşların saldırması da Mutlak Korku’nun üretim şekli üzerine ip uçları veriyor. Bir başka deyişle gözlenen, yaşanan gerçek ile o çok güvendiğimiz bilim (bilgi, zekâ,…) arasında bir kopma yaşanıyor. Filmin bu noktasında artık bilime güvenilemeyecek bir noktadayız, Mutlak Korku ile karşı karşıyayız. Hitchcock çiviyi daha da derine çakmak için bir sarhoşa İncil’den “kıyamet” (apocalypse) bölümünü söyletiyor. Yani dünya bir çorap gibi tersine dönmüş. Zeki bir bilim adamı saçmalıyor, bir sarhoş yaşananlara uygun, “mantıklı” konuşuyor. Yanılmaz(!) bilimin yanılması ayaklarımızın altından kayıp giden bir halı gibi. Sarhoş’un “dinî” açıklamaları ise insanların tutunabileceği bir dal değil. Adamın sarhoş olması yetiyormuş gibi ne olan biteni anlamaya yarıyor bunlar ne de bir “çözüm” getiriyor.
“Bilimin” çaresizliği ve “inancın yetersizliği” arasında bir uçurum hissi, bir boşluk var. Ama nihilist olmayan bir boşluk bu: Heidegger’in, Sartre’ın “hiç” kavramına benzeyen, içimizdeki yansıması idrak olan, öğretici bir hiçlik! Özü yokluk olmayan bir hiçlik…
Dikkat ederseniz klişelerden girip sebep-sonuç zincirini gözümüzde yok eden bu şema artık bir çok korku filminin ana iskeleti haline geldi. Masumiyetin simgesi bebeklerin, küçük kızların saldırganlaşması eğlence yeri olan lunaparklarda, sirklerde palyaçolar tarafından işlenen cinayetler, neşeli gençlerin tatil için gittiği bir evde testereli sapıklara rastlaması, bizi iyileştiren hastaneleri mekân edinen şırıngalı katiller… Hep bu zıtlığın, hiçliğin peşindeler. Çünkü hortlaklar, testereli sapıklar ve azgın köpek balıkları ile insanları 2 saat boyunca korkutamazsınız. Seyirci alışır 10-15 dakika içinde. Ama eğer izleyicinin “normal” yaşantısı sırasında güvendiği, eğlendiği, sevdiği şeyler ile ilgili sebep-sonuç ilişkisini (ekranda) ortadan kaldırabilirseniz onu Mutlak Korku’nun kucağına atarsınız. Filim artık korkutucu bir şey göstermekten çıkar, insanların içindeki Mutlak Korku’nun aynası olur. Bu zıtlıklar yoluyla film yapan yönetmen bize şöyle seslenir:
“Ey seyircim, cep telefonunda yarınki hava durumu, evinde sağlıklı çocukların ve seni seven bir eşin var. Garajda otomobilin, bankada dolgun hesabın, karının kolunda altın bilezikler var. Etkili ve yetkili dostların sana güven veriyor. Yazlıktaki kayığın gibi hayatın(!) bile sigortalı. İyi ama ya bunların hepsi bir aldatmaca ise? Ya fakirsen ve yalnızsan? Daha da kötüsü! Ya aynada gördüğün evli, barklı, Türk, erkek, sarışın… bir aldatmaca ise? Ya bunların hepsi senin kendi kendine söylediğin koskoca bir yalansa?”
Gazalî Hazretleri’nin Makasıt-ül Felasife adlı eserinde dediği gibi “ateş pamuğu yakıyormuş gibi görünse de ateşte kudret yoktur. Olsaydı su ateşi söndürmezdi”.
İlliyet kavram olarak zamansız düşünülemez: Tik-Tak Zaman’ın yansımasında gördüğümüz çıkarım yansımaları ki sadece tümevarımdan ibaret değil bu, bize güven verir. Tik-Tak zaman olmasaydı “mümkün – imkânsız” denen yanılgılar da olmayacaktı. Bergson’un deyimiyle biz insanlar gelecekte “olabilecek” olayları mümkünler dolabının çekmecelerine özenle yerleştirilmiş olarak hayal ederiz. Ama adı üzerinde bir hayaldir bu.
Bir lunapark eğlencesi gibi doğru ipi çekince istediğimiz oyuncağı kazanacağımızı vehmederiz. Yaşam süremizin önemli bir kısmını da doğru ipleri bulmak için hesap kitap yaparak ziyan ederiz. Geleceği ve “imkân dahilindeki” olayları birbirine iplerle bağlı oyuncaklar gibi vehmetmek nefsimizin ihtiyaç duyduğu bir yalandır. Hayat süresi ve Kâinat bir lunapark olmadığı gibi bizler de eğlenmeye gelmiş bayram çocukları değiliz. Ama bunu böyle zannetmeye muhtacız.
Kaderin araştırılması hatta merak edilmesi dahi yasak olduğundan ben de bu noktada frene basıyorum ve sonuç bölümüne geçiyorum.
Mutlak Korku Zaman ile birlikte “Sebep-Sonuç” ve “Ben” algısına bağlı. Ya da yanılgısına. Bu gerekli yanılgılar zekâ duvarımızın tuğlaları işte. Zaman ve Mekân ise bu tuğlaları birbirine bağlayan bir çimento gibi düşünülebilir. Tik-Tak Zaman hakiki Zaman’ı saklamasa “BEN” algısı oluşamaz. Zira hafızamız, hatıralarımız, tecrübelerimiz, kişiliğimiz, geçmişimiz, ve geleceğe dönük planlarımız, umut ve korkularımız Tik-Tak Zaman ile birbirine yapışabilir ancak.
Aynı biçimde sebep-sonuç ilişkisi de Tik-Tak Zaman olmadan vehmedilemez. Tıpkı mekân gibi. Pozitif bilimlerin bizi rahatlatıcı etkisi de bu Tik-Tak Zaman ve Mekân sayesinde sanal (sanmaktan kaynaklanan) bir “varlık” bulabiliyor.
Bu zekâ duvarının varlığı Hakikat’i görmemizi engelliyor ama yokluğu bizi hazırlıksız yakalarsa depresyona, şizofreniye, intihara sürükleyebiliyor.
Değerli bir yorumcumuz kendisiyle “Zina da böyle bir şey işte” isimli yazının ardından yaptığımız özel bir yazışmada şöyle diyordu:
“…evet korkunun bir lütuf olduğunu düşünüyorum.Unutulan, ehemmiyet verilmeyen,şartnameleri çok da akılda tutulmamış olan akdi hatırlatan alarm zili gibi. Bilmemekten kaynaklanan değil de daha çok “bildiğini unutmayı tercih ettiğinin farkında olma” halinden dolayı zaman zaman duyulan bir his/anımsama hali “korku”. Korku o zina yapılan ikili akdin bağlarından biri. Her şeyde olduğu gibi korkunun da aşırı olma hali insanı zıvanadan çıkarabilir….”
Korku Matkabı’nın sonuna geldik. Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabı çıktı ortaya. Korku Matkabı zekâ duvarını delebilir. O delikten bakınca dışarıyı görmeden önce deliğin kendisini görürüz. Yani bizden Hakikat’i saklayan yanılgıların iç yapısını : benlik tuğlası, sebep sonuç tuğlası, zaman-mekân çimentosu…
Güzellik Matkabı’yla beraber okunduğunda bu yazı “Nefsini bilen RABB’ini bilir” hadisinin oldukça yüzeysel bir açıklamasıdır. Bu hadisi daha derinlemesine anlamak isteyen dostların Toshiku İzutsu tarafından yazılan ve Rahmetli Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre tarafından çevirilen “Ibn Arabî – Füsustaki Anahtar Kavramlar” adlı esere başvurabileceklerini hatırlatalım. Bu eserin 3cü bölümü söz konusu hadise ayrılmıştır. Özemre’nin adeta ibadet edercesine, bizlere örnek olacak bir ihtimamla Türkçe’ye çevirdiği bu kitaptan, İzutsu’nun sözleriyle bitirelim yazımızı:
“İbn Arabî, bu bakımdan, insanın kendi nefsi hakkındaki bilgisi aracılığıyla Hakk’ı bilip tanımasının yollarını kabaca ikiye ayırmaktadır. Birincisi “Hakk’ı senin sen olduğun gibi bilerek elde edilebilen bilgi”; ikincisi ise de Hakk’ı senin sen olduğun gibi değil fakat senin O olduğun gibi bilerek senin aracılığınla elde edilebilen bilgi”. Birinci tür bilgi akıl ve muhakeme yolu olup, Allah’ı, senden yâni yaratılmışlardan itibâren istidlâl eder, fehmedersin. Daha somut bir biçimde ifâde edilecek olursa bu, “sen”in mahlûk olma tabîatına has özelliklerinin bilincine sâhip olmak ve sonra da akıl ve muhakeme yoluyla Hakk’ın sûretini bütün eksikliklerden tenzîh edip O’na, bunlara zıt bütün özellikleri yakıştırmak yoluyla Hakk hakkında bir bilgiye erişmekten ibârettir. Meselâ, kendinde “hudûs” (yâni sonradan olma) görüp Hakk’a bunun zıddı olan “kıdem”i izâfe etmek; kendinde “iftikâr” (yâni fakirlik) görüp Hakk’a bunun zıddı olan “gınâ”yı (yâni zenginliği, kendi kendine yeterliği) yakıştırmak; kendinde sürekli “tagayyür” (yâni değişiklik) görüp Hakk’a ezelî ve ebedî sâbitli i izâfe etmek…ilh… gibi. İbn Arabî, bu türden bilginin felsefecilere ve ilm-i kelâm’cılara (teolog’lara) mahsûs olduğunu ve, her ne kadar bu da bir tür “nefsini bilerek Rabb’i bilmek” ise de bunun, Allah hakkında son derece düşük düzeyde bir bilgiyi temsil ettiğini söylemektedir.
İkinci tür bilgi ise, O’nun “sen”in aracılığınla bilinmesidir. Fakat bu hâlde üzerinde önemle durulan “sen” değil O’dur. Bu, her ne kadar özel bir şekilde dahi olsa, Hakk’ın, insanın doğrudan doğruya Hakk’ın tecellîsinin bir sûreti olan kendi nefsini bilmek ve tanımak sûretiyle
bilinip tanınmasından ibârettir. Bu, Allah’ın kendini insanın kendi nefsinde izhâr ettiğinin bilincine sâhip olmakla Allah’ın bilinip tanınmasını sağlıyan bilgi usûlüdür.”
UYARI: Yazımızın konusu olan keşif bir amaç değil bir araç olarak görülmelidir. Zira günlük yaşantısındaki temizliği arttırmadan bilgisini arttıran ancak ALLAH ile arasındaki mesafeyi arttırmış olur.
Çağrışım ve ilham kaynakları
Kur’an (Nefsin tarifi, nefis mücadelesiyle ilgili ayetler)
Mesnevî, Mevlânâ Hazretleri
Varlık ve Zaman, Martin Heidegger (Özellikle 40cı paragraf)
Kaygı Kavramı, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Søren Kierkegaard
Derin Düşünce okurlarıyla yaptığımız sohbetler
Ek olarak Güzellik Matkabı’nın kaynaklarını, dipnotlarını ve düşünürler hakkındaki açıklamaları okumakta fayda var.
Dipnotlar
1a° Contra-zoom tekniği konusunda MetaCafe ve YouTube sitelerinde bir kaç örnek görebilirsiniz.
1b° Bu yazı dahilinde “Mutlak Korku” ile kasdettiğim şey batı dillerinde “angst” (ing. alm.) veya “angoisse” (fr.) ile ifade buluyor. Türkçe çevirilerde bu kelimelere karşılık olarak “kaygı” kullanılmış ama bu bana tatmin edici görünmediği için Zahirî (görünen, algılanan, ampirik) ve Mutlak olmak üzere iki farklı korku tarif etmeyi daha işlevsel buldum.
1c° “Temel Tasavvuf Klasiklerinde Hâl Kavramına Toplu Bir Bakış“ isimli makaleden aydınlatıcı bir alıntı: “..terim anlamı içerisinde hâllere götüren bir araç olarak irâde, insandaki bilinç değişiminin gerçekleşmesi için sûfîlerin başlangıçta vurgu yaptığı en önemli insan donanımıdır. Bu çerçevede vakt, içinde bulunulan ânın değerlendirilmesini gerektirmekte, bu da sâlike farklı bir zaman bilinci kazandırmayı hedeflemektedir. Buradan, sûfîlerin, sâlikin hâlleri yaşayacak aşamaya ulaşabilmesi için doğru bir zaman algısına sahip olması şartı üzerinde durdukları anlaşılmaktadır. Bu durumda vakt kavramı içinde ele alınan zaman bilinci, madde karşısında oluşması gereken bilinçten bir sonraki adımı oluşturmakta ve böylece bu kavram, madde karşısındaki bilinçle ileri düzeydeki dînî tecrübe arasında, tasavvuf terimleriyle ifâde etmek gerekirse, mücâhede ile hâller arasında anahtar bir konuma oturmaktadır. Nitekim bilindiği gibi tüm sûfîlerin ittifakla tasavvufu mücâhede esasına dayandırmaları esası, maddeye ve topluma, ama aslında onlar üzerinden benliğe karşı, onu öncelikle anlamayı, daha sonra dönüştürmeyi hedefleyen bir tavır alışın başa konmasıyla ilgilidir….” (Zafer Erginli, Yrd. Doç. Dr., Rize Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı)
2° Çin atasözü.
3a° Orjinal metin Fransızcadır. Uykuya düşmek (fr. tomber) günlük Fransızca’da kullanılan bir ifade. Ancak yazar çukura düşmek – ölmek -mezar ile kelime oyunu yapıyor. Uyku/dinlenme anlamına gelen repos (istirahat) aynı zamanda ölüm için de kullanılır “ebedî istirahat” ifadesindeki gibi. “Tombe” kelimesi aynı zamanda mezar anlamına gelir. (je tombe tout à coup dans le repos, comme on tomberait pour s’y noyer, dans un gouffre d’eau stagnante)
3b° Hikâyenin devamından öğrendiğimize göre sandalın durmasına sebep olan şey boynuna taş bağlayarak intihar etmiş olan bir kadının cesedidir. Sandaldaki insanın korkusu bir yerde “haklı” çıkmış oluyor ama yazarın bunu “sebebi bilinmeyen” şekilde başlatması, “ölümün kendisiyle karşılaşacağını” biliyormuş gibi korkması sembolik açıdan düşündürücü.
4° Hermann Hesse Birinci dünya savaşının ilk yıllarına tekabül eden bu sıkıntılı döneme girmeden önce Alman milliyetçiliğine yönelik eleştirel bir makalesi yüzünden ateşli bir polemiğin içinde bulmuş kendisini. Psikolojik tedavi görmeye başlamış ve yoğun bir psikanaliz çabasına girişmiş. Yine bu dönemde analitik psikanalizin kurucusu kabul edilen Carl Gustav Jung ile tanışmış. Bu tanışmanın ardından çok verimli bir döneme girdiği söyleniyor. Yazar 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
5° Zaman’ın önemi ve derinliği çimento rolüne indirgenemez elbette. Biz makalenin çerçevesi olan Korku’yu aşMAmak için fazla derine girmiyoruz. Zaman’ın Hakikat’i oldukça karmaşık ve sırlı bir konu. Nasib olursa ileride bu konuya özel bir çaba sarf etmek daha isabetli olur.
6° Bu konuda Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri’nin güzel bir sözü var:
“Geçmiş ve gelecek ALLAH’ı bizim gözümüzden saklar. Her ikisini de ateşe atıp yakmak lazım. Sûfî İbnü’l-vakittir. Fakat vakitten de kurtulmuştur halden de…”
7° Bu paragrafı yazmak için Heidegger, Daseinsanalyse ve şizofreni tedavisi(?) konularında kıymetli çalışmaları olan Françoise Dastur’un bir kitabından özellikle de Ludwig Binswanger ile ilgili saptamalarından istifa ettim. Ludwig Binswanger(1881-1966) fenomenolojik psikiyatrinin kurucusu kabul ediliyor. Husserl ve Heidegger gibi düşünürlerin bilinç, kimlik, benlik ve varlık gibi konulardaki fikirlerini psikiyatri alanında uygulayan bir bilim adamı ve pratisyen. Daseinsanalyse özünde çok derin bir konu. Makalemizde biraz merak uyandırabildiysek ne mutlu bize. Daseinsanalyse ile yoğun biçimde ilgilenen okurlar l’Ecole française de Daseinsanalyse’den Philippe CABESTAN’a ulaşabilirler: 32 bd Richard Lenoir, F-75011 Paris -philippecabestan@mageos.com ).
8° Mesnevî, Cilt I, beyit 1258-1261 (Aslında Mesnevî’de Korku-insan ilişkisine ışık tutan bir çok bölüm var. Bunlardan biri Sultan Mahmud ile Hindli kölenin hikâyesi. Bu hikâye dünyevî korkuların insanı nasıl hedefinden uzak tuttuğunu, aldattığını benzetmeler yoluyla anlatan bir örnek olarak sunulabilir. Kısaltarak benzetmelerin gücünü azaltmak istemediğimden okurları doğrudan eserin orijinaline yönlendirmeyi tercih ediyorum)
9° Mesnevî, Cilt III, beyit 3490-3494
Tercüme ederken Şefik Can’ın bu beyitler için düştüğü dipnot dikkate değer:
İbn-i Mesûd hazretlerinden rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfi buraya almadan geçemeyeceğim: “Ademoğullarına şeytanın vesvese vermesi de, ilham etmesi de vardır:
Şeytanın verdiği vesvese, şer ile korkutmaktır ve Hakk’ı inkâr ettirmektir. Meleğin ilhamı da hayrı, iyi işleri hatırlatmak ve Hakk’ın varlığına inandırmaktır. Meleğin ilhamını hisseden, onun Allâh tarafından olduğunu bilsin ve Allâh’a hamd etsin. Şeytanın vesvesesin; duyan da (Eûzu billâhi mine’ş-şeydânirracîm) diyerek şeytandan Allâh’a sığınsın.” Bundan sonra peygamber efendimiz Bakara Sûresi’nin şu meâldeki 268 numaralı âyetini okumuşlardır: “Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder. Allâh ise nafaka husûsunda size kendisinden bir yargılama ve bir bolluk vaad ediyor. Allâh ihsanı geniş olan, her şeyi hakkıyle bilendir.”
Şizofreni hakkında ezber bozan bazı çalışmalar
1. Davidson L. Living Outside Mental Illness. Qualitative studies of recovery in schizophrenia. New York University Press, New York 2003.
2. Corin E.E., Lauzon G. From symptoms to phenomena : the articulation of experience in schizophrenia. J Phenomenol Psychol 1994.
3. Corin E.E., Lauzon G. Positive withdrawal and the quest for meaning : the construction of experience among schizophrenics. Psychiatry : J Stud Interpers Process 1992.
4. Bottéro A. Un autre regard sur la schizophrénie, de l’étrange au familier. Odile Jacob, Paris 2007.
7 Yorum
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
mehmet çok güzel, çok derin ve çok emek sarfedilmiş bir yazı. eline, aklına ama özellikle gönlüne sağlık. yazıya çok daha uzun yorumlara yazacağım ama biraz toparlayınca:)
Yazan:captainbilly Tarih: Oca 10, 2010 | Reply
”KORKU AKLI ÖRTER”
Yazan:su Tarih: Oca 13, 2010 | Reply
Kainat Kitabına bakanlar Onu okumasını bilenler hep aynı şeyleri görmüşlerdir görmesınede vardıkları yerler NEDEN farklı olmuştur….
yazılarınızı süreklı takıp edıyorum benım anlam veremedıklerıme yazılarınızda anlam buluyorum çok tşk ediyorum
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Oca 14, 2010 | Reply
Selamlar Su,
Ben de size tesekkür ediyorum, “yazar” yarim yaratilmistir, onu okuru tamamlar.
Muhabbetle
Yazan:imce Tarih: Oca 16, 2010 | Reply
güzel bir yazı ayrıntılar güzel yedirilmiş.
korku bilinmezliğin, yarını görememenin, sonraki adamının bilinememesinin üzerinizde bırakacağı etkiden ibaret. bilinemezin üstü giderek açılıyor. korkunun evreni giderek daralıyor. ilkel insandan itibaren yırtıcı hayvanlardan, hava durumundan, depremden ve diğer coğrafi felaketlerin korkusunun bırakacağı etkiden giderek kopardı. modern çağda sadece bireylik ve pirestij korkusu kaldı kendine ama beyni hala ilkel adamın beyniyle aynı kodlarla çalıştığı için korkularını sanatla yaşatmakta (sanat bu noktada sapkındır ve gericidir aslında) ve hayatta kalma güdüsünü tetiklemektedir (geçiş sürecindedir ve yaşama gayesini icat edememiştir henüz). insanın ilerlemesi için nedensellik elindeki tek tutunacak daldır insanın. nedenselliğin tahtını yıkmak için bile nedenselliğin argümanlarını kullanarak yandaş bulmak zorundasındır. insan metafizik olana referanslar vererek afaki anlamda varlığını ve kalan varlığı çözmeye çalışıyor. onun yerine kodlarının nasıl çalıştığını çözse varlığını da çözmüş olacak. o noktadan sonra korkuya ihtiyacı kalacağını sanmıyorum.
Yazan:ruhan Tarih: Oca 29, 2010 | Reply
SEVGİLİ MEHMET YILMAZ
ÇİN İĞNESİ DİYE ADLANDIRILAN BİR NAKIS TÜRÜ VARDIR.
İŞLEMESİ ÇOK ZORDUR.RENKLER FEVKALEDE BİR UYUM İÇİNDEDİR.BUNUN SONUNDA ORTAYA MUHTEŞEM BİR GÖRÜNTÜ ÇIKAR.SİZİN BU YAZINIZDA BUNU ALGILADIM.ARAŞTIRMALARINIZI VE DÜŞÜNCELERİNİZİ OKUYUCUYA AKICI
BİR ŞEKİLDE VE BIKTIRMADAN AKTARMAYI BAŞARMIŞSINIZ. KUTLARIM.YANLIZ BENİ ELİNDEKİ BIÇAKTAN KAN DAMLAYAN RESİM RAHATSIZ ETTİ.SANDAL İSE DÜŞÜNDÜRDÜ VE HOŞUMA GİTTİ.ÖRÜMCEKTEN ÜRKTÜM İSKELETLER BENİ ETKİLEMEDİ ÖLÜMÜ OLAĞAN KARŞILADIĞIMDANDIR HERHALDE.KSACA BU YAZINIZ DAHA ETKİLEYİCİ.FELSEFENİN İÇİNE ÇEKMEYE BAŞLADINIZ BENİ…
Yazan:MY Tarih: Oca 29, 2010 | Reply
Ruhan Hanim Selam,
güzel sözleriniz için tesekkür ediyorum, elbette böyle bir yaziya resim seçerken zorlandim, güzellik matkabi çok daha kolay ve zevkli olmustu 🙂 Tahmin edersiniz.
Elindeki biçaktan kan damlayan küçük kiz çocugu aslinda korku filmi yönetmenlerinin kullandigi bir kliseyi temsil ediyor: Masumiyet beklenen yerden gelen bir saldirganlik. Yani bir kez daha zekâmizin “korkma” dedigi bir bebek ile “kork” dedigi kanli bir biçak.
Tipki contra-zoom teknigi gibi, zekâmizi devre disi birakma yoluyla MUTLAK KORKU’ya erisme…
Selam ve saygi ile