Niçin hedef seçildim? / Hrant Dink
By Özlem Yağız on Oca 19, 2010 in Basın günlüğü, Devlet Terörü, Ergenekon Nedir?, Ulus-Devlet, Ulusalcılık, vicdan
19 Ocak 2007 günü, adeta “göstere göstere” düzenlenen bir suikastla aramızdan ayrılan Hrant Dink, öldürüleceğini hissetmiş gibi yazılar kaleme almıştı. Dink’in Agos Gazetesi’nde yayımlanan, kendisini hedef haline getiren süreci anlattığı yazısı aşağıda.
_____________
Başlarken bir not:
Hiç işlemediğim “Türklüğü aşağılamak” suçundan 6 aya mahkum oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM’in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM’e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten herşeyi paylaşmak galiba en iyisi…
Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil… Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink niye 6 aya mahkum oldu?”
Hafif atlatılanlar…
Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil. Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, “Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?” diye az takla atılmadı. Kimine göre Adalet Bakanlığı’nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı. Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk’a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp “Ben böyle bir şey demedim” demesi için çağrılarda bulundu. Sonuçta “Pamuk davası”nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk’un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu. Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı. Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak’ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak’a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu. Benzer “Hafif atlatmaları” Ermeni Konferansı’nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar.
Cevaplanamayan…
Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım. Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant Dink davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar Hükümet’e bir tür obsiyon verdi ve 301’in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği’nin baskısı karşısında, “Sonuçları güzel” bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak Hükümet’in 301’e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant Dink’in mahkumiyet almış olması oldu. Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi. Sahi, “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink, üstelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin 6 aya mahkum oldu?”
Ermeni olmamın rolü
Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim. Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım. Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (8 aylık) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum. Alay komutanımın odasına çağırıp, “Üzülme, bir sorunun olursa gel bana” deyişi hâlâ belleğimde bir yara. 301’den yargılanış, aklanış ya da mahkum oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz. Dolayısıyla “Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi”, hele hele de “Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi” arayışında asla olamam. Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim: “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”
Bildiklerim ve sezdiklerim
Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet. Özeti de şu: Birileri karar verdi ve “Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı… Ona haddini bildirmek gerek” diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir. Ne var ki benim ruhsal algılamam bu… Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor. İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz.
Haddimin bildirilmesi
Öncelikle Hrant Dink’in “Çok olmasına” biraz açıklık getireyim. Dink zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu. 1996 yılıyla birlikte, AGOS’u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmi tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS’ta yayınlanan “Sabiha Gökçen” haberi oldu. Dink imzasıyla ve “Sabiha-Hatun’un sırrı” başlığıyla verilen haberde Gökçen’in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı. Bu haber, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde AGOS’tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye’de yer yerinden oynadı. 15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı yazılı açıklama oldu. Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” açıklamasıyla tepki koyuyordu. Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı. Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant Dink? Ona haddi bildirilmeliydi!
Resmi sohbete davet
Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı. Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi. O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak birşeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı. Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum. İstanbul Vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi. “Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?” sorduğumda ise “Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek” şeklinde yanıtladı. Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum. “Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını” telkin ettiler.
Dikkatli olmalıydım
Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte Vali Yardımcısı’nın yanına gittim. Hayli nazikti Vali Yardımcısı. İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe “Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?” sordu. “Bir mahzur görmediğimi” söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım. Hiç beklemeden girişi yaptı Vali Yardımcısı. “Hrant bey” diyordu “Siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği’nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa’da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?” Vali Yardımcısı’nın bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı. Vali Yardımcısı’nın sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi. Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu: “Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz” diyerek de beni kerelerce uyarıyordu. Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim. Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi. İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum. Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu! Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini farkettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim. Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi. Haddimi bilmeliydim… Dikkatli olmalıydım… Yoksa iyi olmazdı!
Artık hedefteydim
Hakikaten de sonrası iyi olmadı. Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz’in başını çektiği bir grup ülkücü, AGOS’un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu. Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. AGOS içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı. Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi AGOS’un önündeydi. Grubun kullandığı sloganlar çok netti: “Ya sev ya terk et”, “Kahrolsun ASALA”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” Grubun lideri Levent Temiz’in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: “Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.” Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi. Belli ki Ülkücü grubu AGOS’un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle- almayı başarmıştı.
Tehlikenin eşiğinde
AGOS’un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” olarak adlandıran grup tarafından yapıldı. Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Av. Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye’nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu. Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım. Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri… Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.
Hrant Dink
12 Ocak 2007
AGOS Sayı: 563
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Normal bir ordu kaynaklarını emrinde olduğu milletten sağlar… Efendisi olan bu milletin gönüllü katkısıyla silah alır, asker toplar, YABANCI DÜŞMANLA savaşır.
Normal ordular efendilerini yani milleti, o milletin vatanını korurlar ya da ganimet getirebilecekleri ülkeleri işgal ederler. Yine efendilerinin emri ve izniyle yaparlar bunu.
Anormal ordular ise üniformalı eşkıyalardır. Disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. Üniformalı eşkiyalar ülkenin zenginliklerini tüketirler, geleceğini mahvederler.
Kendisini ülkenin sahibi zanneden üniformalı eşkıyaların hakim olduğu ülkeler yabancı orduların işgali altında gibidir. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar.
Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler.
Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
9 Yorum
Yazan:cb Tarih: Oca 19, 2010 | Reply
bu ülkeye bu utanç yeter
Yazan:özlem Tarih: Oca 19, 2010 | Reply
Öldürülüşünden sadece bir hafta önce yazılmış bir yazı. Ne kadar acı. Göstere göstere işlenmiş bir cinayet bu:(
Yazan:özlem Tarih: Oca 19, 2010 | Reply
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. (…)
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim…
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş, hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi… İşte size bedel… İşte size bedel…
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar?.. Bilir misiniz?..
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında… (…)
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “hazır cennetler”e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ıstırabı…
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem… Hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
Yazan:eg Tarih: Oca 19, 2010 | Reply
Allah rahmet eylesin. güzel insandı ve bu dünyada çok fazla güzel insan kalmadı…
Yazan:hrant dink Tarih: Oca 19, 2010 | Reply
allah rahmet eğlesin
Yazan:eg Tarih: Oca 19, 2010 | Reply
bugünkü yeni şafak’ın yorum sayfasında yayımladığım hrant dink ile ilgili yazıyı ayrı bir yazı olarak değil ama neden hedef seçildim diye soran bir yazının altına koymak istedim.
*****************************
Eski Yunan’da “parrhesia” diye bir tabir kullanılırdı. Foucault bunu “konuşmanın, özgürlüğü kullanmak ve göz boyama yerine dürüstlüğü, yalan veya sessizlik yerine doğruluğu, yaşam ve güvenlik yerine ölüm riskini, yalakalık yerine eleştiriyi, menfaat ve ahlaki duyarsızlık yerine ahlakî görevi seçmek” olarak yorumluyor. Parrhesia, yani “doğruyu söylemek” eylemini, hiç dolanmadan, aklına ve kalbine sansür koymadan direk cesurca söyleme eylemini yapanlara parrhesiastes adının verildiğini söylüyor.
Hrant Dink gerçek anlamıyla bir parrhesiastes idi bence. Ona ceza verenler, ya da yazdıklarını yanlış anlayanlar, kalplerindeki alçak geçiren filtrelerle yazılanların içindeki üsluba ya da kelimelerin dış anlamlarına taktılar. Asla altında ne demek istendiği veya nasıl bir acıyla yazıldığıyla ilgilenmediler.
ÇIPLAK ELLE ATEŞİ TUTMAK
Dünya, büyük zulümlerin ateşiyle yanarken, bu yangını söndürmek için çıplak elle ateşin içine elini sokmaya niyetlenir bazıları. Bu cesarete sahip çok az insan tanıdım. Ancak, tarihi olumlu anlamda değiştirenler, değişik türde ateşlerin içine ellerini sokan insanlardır. Hakkaniyetli insanlar işte bu cesarete sahip olan insanların arkasında sıralanırlar çoğunlukla. Hrant Dink ateşin içine elini sokabilecek cesaretiyle bu ülkedeki en önemli şahsiyetlerdendi bence. Sayıları tarih boyunca çok az olmuş “parrhesiestas”lardan birisiydi. Bu yüzden, katledilmesi, yanlış anlaşıldığı için değil, tam da doğru anlaşıldığı için oldu. Çünkü güç ve iktidarı amaçlayan, bu iktidarın baki kalması için her türlü şeyi yapmaya meyilli olanlar doğruyu söyleyenlerden hoşlanmazlar.
Hrant Dink bir “parrhesiestas”tı; çünkü ezici ve yok edici iktidarın baskısına karşı azınlığın, ezilenin, mazlumun söylemini dile getiren cesaretli bir insandı. Hrant Dink o ateşe elini sokandı. O her şeyden önce tüm dalların toplandığı ve bütün kainatın ucuna bağlandığı köke direk ulaştıran bir başka kök olan Aşk’tan besleniyordu. Hayatının anlamıydı bu. Tüm kâinatın tutunduğu kökün hissedilebilmesi demekti bu aslında.
BÜYÜLÜ BİR HAYATIN İZLERİ
Hrant Dink’in hayatı sanki bu büyü ile şekillendirilmiş gibiydi. Çocukluğundan itibaren yaşadıkları, sürgünler, acılar hep kanayan bir şey oldu yüreğinin ta ortasında. İşte bu duygu çok uzaklarda çekilen acılar için bile yüreğinin acımasına sebep olan şeydi. Bir acı içecek gibi insanın canını yakan bu duygu, kalpte hep daha büyük, hep daha güçlü bir sızı açardı. Belki de Hrant’ı bu toprakların güzel meyvesi haline getiren bu yaşadıkları ve yaşadıklarının sonucunda oluşan katıksız Aşk’tı. Aşk, insanları sevmek için de daha geniş bir alan açıyor insanın kalbinde. Kalbin daha geniş bir alanını kendi kapladıkça, tuhaf bir tezat ve tüm fizik yasalarına aykırı şekilde başka sevgilere de daha çok yer açılıyor.
Sevgide bu dereceye gelmiş bir insan, nerede bir haksızlık olsa, bunu, sanki bütün dünyanın problemi buymuş gibi anlatmaya koyulur. Bu çığlıklar önce “ne diyor acaba, ne kadar da yüksek sesle çığlık atıyor” tarzı tepkilerle karşılanır. Sonrasında çığlıklara “ne kadar da rahatsız edici çığlıklar canım, sussa artık” türü tepkiler gelmeye başlar. En sonunda artık bu çığlıklar kanıksanır ve kimse duymaz olur söylenenleri. İnsan bir nevi mahallenin delisi olur ve “eh işte o öyle söyler bir şeyler dert etmeyin” tarzı sözlerle karşılanır artık. Ancak, çoğunluk bu tür çığlıklara kulağını kapasa da, bir grup vardır ki, bu çığlıkların bir gün toplumda duyulur hale gelmesinden korkmalarından dolayı çığlık atana karşı plan program içinde olurlar. Haksızlığa karşı çığlık atan Hrant’a, bu çığlıkları çoğunlukla görmezden gelen ve Hrant’ın “bu toplumda güvercinlere dokunulmaz” diyerek tanımladığı toplum tarafından değil belki ama onların sessizliğini fırsat bilen plancılar tarafından kıyıldı.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından gelen bir iki hafta boyunca çok üzgün olduğumu hatırlıyorum. Öldüğü yerdeki resminin kafamda oluşturduğu imgesi çok canımı yakmış, çok sarsılmıştım. Evvel ezel tepkisizliğinden şikâyet ettiğim insanlardan, tepkisizliğin yanında zulme ortak olabilecek tepkiler gelmişti o dönemlerde. Ingeborg Bachmann’ın dediği gibi küçük cinayetlerin, insanların günlük hayatlarında fark etmeden yaptıkları küçücük zalimliklerin, daha büyük cinayetlere ve faşizme yol açtığını düşündüğüm için, bu küçük cinayetlere olanca gücümle tepki vermeye çalışmıştım.
ÖLÜMÜNDEN ÖĞRENDİKLERİM
O günlerde çok sevdiğim bir arkadaşıma, bu cinayetle ilgili neden hiç yorum yapmadığını sorup, zulme karşı susanın “dilsiz şeytan” olduğunu söyledim. Karşılığında “Abi zahirle hüküm verirsen nice Mansurları darağacına gönderirsin” diye bir cevap almıştım ve bu cevap beni son derece derinden sarsmıştı. Bu sarsılma, her türlü acının sonrasında, acı duyanın büyük sorgucuya dönüşme tehlikesini ortaya koyması açısından önemli bir sarsılma oldu benim için.
Net ve açık bir zulmünü görmediğim bir insana, adeta “gel beraber acılarımızı yarıştıralım, sen mi daha çok acı çektin ben mi?” der gibi bir böbürlenme tam da Hrant’ın uzak durmaya çalıştığı gösterişçilikti hâlbuki. Acıyı, sevgiyi “bakın ben ne kadar acı çekiyorum, sevgim de ne kadar büyük” der gibi insanların gözüne sokmak nasıl bir edepsizlikti, işte o gün anladım. O gün düşünmüştüm; çok sevdiğimiz birisinin hunharca öldürülmesi bir başka cinayeti haklı kılar mıydı? Tek problemi suskunluk olan insanların, susmalarının sebebi bence “dilsiz şeytan” olmaları ve haksızlığı onaylamalarıydı o zamanlar; ama bir de Hallac gibi susanlar vardı. Hallac’ı konuşturabilmek kimin haddine olurdu ki, benim haddime olsun?
Mansur’u, Hrant’ı ve nice böyle insanları darağacına göndermemek için, sadece haksızlığa karşı sesini çıkarmanın yetmediğini; aynı zamanda güvercin suskunluğunu anlamanın da gerekliliğini anladım o günlerde. Zira haklı olmanın felsefesi ve edebiyatını yapmaya başlayınca insan çabucak zalim haline gelebiliyordu.
İşte o gün, bazı insanları suçlayan, bazılarını farkındasızlıkla itham eden, vicdandan, sevgiden dem vuran hareketlerimden, sözlerimden, yazılarımdan oluşmuş, her biri görkemli bir ağacın bir dalında keskin kokulu, parlak renkli tomurcuklar gibi duran şeyler tek tek kokusunu yitirdi, renkleri sarardı ve tek tek ağaçtan düşüp kayboldu. Bu ağacın tomurcuklarının yitip gitmesi gibi, küçülmeye, sararmaya, solmaya ve içime dönmeye başladım. Anladım ki “ben” küçüldükçe vicdan demek olan “Ben” büyüyordu. Sanırım Hrant’ı, tam anlamıyla o gün, o dostumun büyük tokadıyla anladım ve bu haliyle daha da saygı duydum.
Yazan:özlem Tarih: Oca 20, 2010 | Reply
bir de susumayan ama bizim üzüntümüzle bizim sevgimiz ya da merhametimizle alay edip parça parça eden yaralayanlara ne demeli acaba.:( keşke hissetmeyişleri hiç olmazsa suskunluk olarak tecelli etse. 🙁
Mesele şu ki Hrant pek çok iyi insandan biriydi. Ama iyi olduğu için değil hakkını arayan bir iyi olduğu için kendisine sunulana razı olmadığı için öldürğldü. Nice milliyetçi zehir taşıyan sesler ve nice iyi adamlar öldürülmedi oysa. Bir kenarda kendi kendine iyi olmuşsun ne yazar.
oysa biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık. İşte işin sırrı bu cümlede…
Acıyı onurla sırtlayıp taşımak diyordu bir başka yerde. Acımızı onurla sırtlayıp taşıyalım.
Yazılarını okudukça anladım ki o bir ahir zaman bilgesiymiş. Ahmet Kaya nın sesi ile şarkıları ile yaptığı sağaltıcı etkiyi yapıyormuş bu iki yakın ve iki uzak halka.
Hrant ı hep Ahmet Kaya nın şarkıları ile beraber hatırlıyorum. Onun yetimhanesinde dostları ile şakalaşmaları hep ahmet kaya nın olmasaydı sonumuz böyle şarkısı ile beraber canlanıyor zihnimde. Bir toplum kendi evlatlarını, namuslu insanlarını ve kendi umutlarını böylesine nasil yer. Akıl alır gibi değil.
Bu toplumun sessizliğinden kuvvet alan karanlık ne evlatlarını yedi oysa kimleri karanlık kuytulara gömmedi ki. Meti Yüksel i hatırlayanımız var mı. Ya zavallı Gonca Kuriş in suçu neydi. Yaşasalar bugün belki iyi bir yazar ya da stk önderi olabilecek belki de fazlası namuslu insanlardı sadece. Ve nice ismlerini bilmediklerimiz, bir asit kuyusunda yitip gidenler…
İnsan her ölenle beraber bir parça da kendi ölüsüne ağlar. O eller üzerinde taşınıp giden kendi hayatı o gömülen kendi canı cananıdır aslında. Hrant sadece Hrant değildir, Ali Şeriatidir, Naci el Alidir, RRachel Corriedir ,Seyyid Kutuptur, Kirkor Zohraptır, Der Zordur, Bosnadır…
Kısaca bu dünyadan haksız yere alınmış, sevdiklerinden koparılmış, bir kaldırıma düşmüş tüm canlardır.
Seni kınayan seninle alay eden kendi yolundan öte yol, kendi doğrusundan öte doğru tanımayanlara nasıl anlatırsın. Nasıl izah edersin bu vatan bizim, vermeyiz, satmayızzzlı konuşan kalabalıklara hiç bir şeyin bize ait olmadığını bu can dahil bir gün tüm emanetleri sahibine vereceğimizi. Nasıl anlatırsın haksız yere bir cana kıydığında öldürülen bütün bir insanlıktır ayetinin dehşetini.
Enver Bey kaleminize sağlık. Arat ın konuşmasını dinleyince çok doldum. biraz gevezelik ettim ben de:(
Yazan:eg Tarih: Oca 20, 2010 | Reply
özlem hanım,
demişsiniz ya aklıma bir olay geldi. ben arçelik’te çalışıyordum hrant öldürüldüğünde. neyse ben ve iki arkadaşım hrant’ın cenaze törenine katılmıştık. neyse cenaze töreninden sonra (belki herkesin elinize geçmiş olan emaillerden birisi)bana arçelik’te birçok ayrı arkadaştan (zira okumuş etmiş insanların oluşturduğu sıradan faşizm çoğunlukla bu kanalla yayılıyor)bir email gelmişti.
hatırladığım kadarıyla email şöyleydi 🙁 beyoğlu’nda cansu adından bir eşcinsel öldürüldü. cansu’nun cenazesi için şu tarihte beyoğlu’nda toplanacağız. ve yürüyüş yapılacak ve ‘hepimiz cansu’yuz, hepimiz “ib.e”yiz diye bağrılacak’ hepinizi yürüyüşe bekliyoruz) bu emaili gönderenler arasında (ki buna ben forward medeniyeti diyorum. zalimliin en steril versiyonları bu forward medeniyeti) benim çok sevdiğim arkadaşlarım da vardı. ben o emailler üzerine çok sert bir cevap yazmış ve bu insanların insanlıklarından utanmalarını gerektiğini söylemiştim. böyle emaillerle hesapta hem hrant’ı, hem onun cenazesine gidenleri, üstelik bu işte hiç dahli olmayan başkaları aracılığıyla bir kez daha vurarak bir taşta birçok kuş vuracaklardı. şimdi bu emailleri birbirine forward eden insanlar odtü boğaziçi, itü mezunu masterli doktoralı tipler. ama insanlıkla okumuş etmişliğin bırakın orantısız olmasını ciddi manada ters orantılılığa doğru evrildiği bir türkiye’de yaşıyoruz o gün bunu çok daha net anlamıştım. sıradan faşizmin en vahşi versiyonlarında…
Yazan:murat Tarih: Nis 3, 2010 | Reply
ASLINDA HIRANTA SIKILAN KURŞUN TÜM İNSALIĞA SIKILMIŞTIR DAHA ÇOK KÜRTLERE VE TÜRKİYEDE YAŞAYAN TÜM EZİLEN HALAK SIKILMIŞTIR BUNLAR YAPTIKALRINI HEABINI VERMİYENE KADAR BU ÜLKÜDE HİÇ BİR ZAMAN DEMOKRASİ YERLEŞMEZ