Kadın merkezli bir İslamcılık okuması
By Aysenur Bulut on Şub 16, 2010 in Kadın, Toplum
İmam hatip yıllarımdan beri hem kendi durduğum yeri hem de başkalarının durduğu yeri sorguluyorum. Bu sorgulama herhangi bir mecburiyetin, ödevin, sorumluluğun yansıması değil; aksine, var oluşumun olmazsa olmazıydı. Nefes alırken herhangi bir mecburiyet hissetmeyiz ama yaşamak nefes almaktan
ayrı düşünülemez ya, onun gibi. Son on yıldır büyük tecrübelerin içinden geçtiğimi hala da geçmekte
olduğumu düşünüyorum. Benimle beraber buna her insan dâhil, ülkem, tüm dünya… Tecrübelerin içinden geçmek, bir kumbarada onları sonra kullanmak üzere biriktirmek gibi… Tek kapitalist yönüm budur sanırım.
Din insanlar gibi tecrübeler kazanan değil, bir tecrübeler alanıdır; çünkü pratiğe bakan yönünde bir inancı doğurur ve aslında tek şey söylese de birçok düşünceye/tecrübeye ruhsat tanır. Bu kadar basit iken
dinin ontolojisi, bu tanıma uzak ya da yakın kimi insanların omzunda taşınan bir Türkiye İslamcılık tecrübesi var önümüzde.
Yaşadığım tecrübelerin aynısını ya da benzerlerini hatta daha
fazlasını yaşayan insanların anlatacakları bu yazıya sığmayacak kadar
çok. Özellikle seksenli ve doksanlı yılların genç kuşaklarının
İslamcılık üst başlığı altında her biri kendine has öneme haiz olmakla
birlikte genellemeye tabi tutulan tecrübeleri var. Bunların sosyo-kültürel
ve dini analizleri ise Cihan Aktaş’ın İslamcılık kitabında yer alıyor.
Aktaş İslamcılık kavramını bir hayat tarzı olarak ele alıp
eleştirilerini yöneltiyor. İki binli yıllar için de söyledikleri mühim,
en çok önceki 20 yıla ait tecrübelerin paylaşıldığı sayfalar var. Alt
başlıkta din, kadın, feminizm, modernizm, gelenek, muhafazakarlık ve hayat
tarzları…
İnsanlar yaşadıkları tecrübelerin sadece kendilerine has olduklarını ve
en büyüğünü yaşadığını sanırlar. Ablalarımı dinledikçe, gazete ve
televizyon programlarındaki söyleşilerde o dönemleri anlatan başörtü
kızları okudukça tecrübe kapısının hiç kapanmayacağını, tüm bu
tecrübelerden/imtihanlardan yola çıkarak ideal olana ulaşma gayesinin, yani
mümkün olan en doğru İslam okumasının yapılmasının zaruriyetini
taşıyorum.
Cihan Aktaş İslamcılık tecrübesini genelde başörtülü İslamcı kadın
üzerinden okumuş, o dönemlerin yakın şahitlerinden biri olarak içeriden
gözlemler yapmış ve dini akıp giden hayattan soyutlamamış. Hatta öyle ki
Hollywood filmlerinin Müslümanlar üzerindeki etkisi, fiskos masa modasının
Sultanbeyli hanımları arasında yayılması, Amerika’nın dünyayı saran
fikirlerinin Türkiye etkisi, sol sloganların İslamcıların söylemindeki
vurgusu vs. Sosyal bir varlık olan insanın- ki Aktaş kitabına böyle
başlar- içinde bulunduğu dünyadan etkilenmemesi mümkün değil ve din
okumaları, inanç dediğimiz hadise inanç-sosyal hayat gerçekliğinde
mevcuttur. Ama ne var ki bu gerçeklik her zaman iyi sonuçlar vermedi. Çünkü
kimi iyi niyetlerle kimi radikal eğilimlerle İslamcılar, dini hayata
uygularken hata yaptılar. Yaşadıkları tecrübelerin çarelerini ararken
raflardan indirdikleri kitaplarda kendilerini yerleştirebilecekleri sayfalar
aradılar. Hâlbuki istenen yeni kitaplar yazmaktı.
Bu kitabı okurken hep iki karakter canlandı gözümde: Biri o dönemleri
görmüş bir anne, diğeri aynı annenin iki binli yılların İslam
tecrübesini yaşayan genç İslamcı kızı. Bu iki karakter hep birbiriyle
muhatap bir şekilde kendi dönemlerini tartışıyor, birbirlerinin
dönemlerini yarıştırıyorlar. Her ikisinin de haklı olduğu yanları var.
Genç kız, “kendisine aktarılan” tecrübelere dayanarak annesinin
gençlik dönemlerinin yanlışlarını anlatıyor: Annesinin döneminde
İslamcı erkeklerin nasıl zorda kalan kızlara ikinci eş olma teklifleri
götürdüğünü ve kızların bunu kabul ettiğini, hatta kimilerinin kendi
elleriyle kocalarına yeni eşler aradığını, duydukları iki üç ayet ve
hadislerle cihad peşinde koştuklarını ve cihadın sıcak harpten ibaret
sandıklarını, sadece tek tür bir tesettür anlayışlarının olduğunu,
sade ve mütevazı olsalar da başörtü bağlama şeklinin sabit olduğunu,
belli kitapları okuduklarını, herkesin vaiz kesildiği, tek bir İslami hayat
anlayışlarının olduğunu ve bunu insanlara dayattıklarını, hemen her tür
sanat dalı ile ilgilenmenin zaman kaybı olarak görüldüğünü,
reddediklerinin aslında moderniteye ve feodaliteye bir başkaldırı
olduğunu… O dönemleri bizzat yaşamış anneye, öğrendikleriyle konuşan
genç kızın itirazları böyle ve haklı noktaları var. Çünkü İslami
okumalar nefsin isteklerine uyduruldu kimi zaman(çok eşlilik mevzusu) kimi
kadınlar bunu büyük bir dini fedakarlık algısıyla yaptı. Kimi zaman
tarihsel bir okuması zorunlu ancak tarihe hapsedilmesi felaket olan din
anlayışlarının tezatlıkları yaşandı. ( İslam’ın kadına bakışı,
cihad, devlet vs)Genç kız haklıydı çünkü kimi zaman anneler dinin ne
dediği ile toplumsal algıların ne söylediğini karıştırır hale
gelmişti. Ataerkil yapı, kadının ilave cins olarak görülmesi ve mantı
açan anneler… Hidayete eren huriler nasıl bir hayat yaşıyor da sonunda
saçlarını süpürge eden cadılara dönüyor. Böyle soruyor Milan
Kundera…
Annesinin kızı için değerlendirmeleri ise tamamen modernizm üzerinden…
Çünkü sosyal yaşamın etkileşimden kaçamayan insanın bu tecrübesi su
götürmez bir gerçek olsa da başörtülü genç kızların annelerinden daha
farklı imtihanlardan geçtiği bir gerçek: modernite. Derinlik, tevazu ve
sadelik görüntüsünden uzaklaşıyor başörtüler, İslami görüşler bazı
konularda daha yumuşar hale geliyor; liberal, sosyalist terimlerle bir cümlede
geçiveriyor. Sanatın her dalı tali olmaktan çıkıyor. Demokrasi ve halk
egemenliğinin daha görünür olduğu bu süreçte başörtülüler henüz
kamusal alanlarda olamasa da güzellik merkezlerinde yer alabiliyorlar.
Genç kızın atladığı bazı hususlar vardı: 28 Şubat darbesini ana kız
beraber yaşasalar da anne daha ağır bedeller ödedi, egemen resmi ideolojik
kadın daha dominanttı anne üzerinde, köyden şehirlere göçleri anne
yaşadı, o zamanlar henüz yeni yükselen orta kesimin gücü tesettür
üzerinden dışlanmak isteniyordu. vs.
Genç kız sadece İslamcıların değil tüm Türkiye’nin içinden geçtiği
derin kırılmaların farkında olarak, genç sivillerle Taksim Meydanı’nda
beraber yol alıyor. Nevevi’den aldığı fetva ile bebeğini emzirmenin bile
zorunlu olmadığı gibi kanaatlere sahip oluyor. Feminizm diye bir şey vardı
ve bu geleneksel ilave cins kadın tabusunu yıkmaya yardım edebiliri!
Kafasını en çok bunlar için yoruyor…
Cihan Aktaş sahip olduğu tüm sosyolojik çerçeveden her iki tarafı
dinleyip yanılsamaları gösteriyor, niyet okumaları değil zihin okumaları
yapıyor. En çok da aynı dönemde geçen diğer sosyal olayları
ıskalamaması kitabın ilgi çeken özelliklerinden.
İlk kez bir kitap ve o kitabın bendeki izlenimlerini yazarken bir haksızlık
yapma tereddüdü yaşıyorum. Çünkü İslamcılık ne bu kitapta
anlatılanlardan ibaret ne de ben sadece bu kitaptaki anlatılanları bile
layıkıyla yazamadığımı düşünüyorum. İslamcılığın geçmişi son 30
yıla da dayanmıyor şüphesiz. Bu kadar derin bir mevzunun, bir kütüphane
dolusu mahiyete sahip bir gerçeğin benim gibi on yıllık tecrübeye sahip
biri tarafından değerlendirmesine bakılmaksızın okunması gerekiyor.
Gençlerin bu yönde büyük isteklerinin olması şart. Geçmişin
tecrübelerini şimdinin din okumalarıyla birleştirerek miras bırakacakları
bir “islamcılık” için…
… Bu makale ilginizi çekitiyse…
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış
2 Yorum
Yazan:cb Tarih: Şub 16, 2010 | Reply
sevgili Ayşenur hanım,
yazınızı okudum,katıldığım noktalar olduğu gibi eleştireceğim noktalarda yakaladım,üstüne yorum yazacaktım ancak aklımdan geçirdiğim bir taslak yazı fikrinin üzerine sizin yazınız taslağı netleştirme açısından etkili oldu,dolayısı ile üstüne bir yazı yazmayı tercih ederim,kaleme aldığınız duyarlı yazınız ve benim taslağa netleştirme etkinizden dolayı teşekkür ederim
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Şub 17, 2010 | Reply
Ayşenur hanım,
Uzun zamandan sonra tekrar merhaba. Güzel bir analiz/özet olmuş, teşekkürler. Son 10-15 yılda acayip bir sosyolojik başkalaşıma uğradı müslümanlar. Birçok olumsuzluğu oldu şüphesiz ama birçok saçmalıklarını da farkettiler. Dinle hayatın aynı şeyler olduğunu anlayan, İslam’ı hayat ile öpüştüren bir anlayış yerine hayata İslami sos katan ve acayip bir kokteyl sunan tuhaf bir yaklaşım vardı. Çok sağlıklı bir düzleme oturdu, ama değişim devam ediyor. Görünen olumsuzluklar da giderek törpülenecek, toplumdaki kafa karışıklıkları, güvensizlikler giderek yerini bir itminan ve güven haline bırakacak.