RSS Feed for This Post

Bakmak,görmek,anlamak: Sanat’ta ayrıntı (1)

Louvre müzesinde

İki çocuk yatakta, yüzlerinde korku ve umutsuzluk… Paul Delaroche‘un yaptığı bu resime bakarken gözlerimiz ister istemez insanlara, “bizim gibi” olana odaklanıyor. Oysa önemsiz gibi görünen bir ayrıntı, o küçücük köpek gözlerimize yeni bir bakış açısı teklif ediyor, “hey, bu tarafa bak!” diyor sanki. Kulaklarını dikmiş ve korkusu vücudunun gerginliğinden sezilen hayvan nereye bakıyor? Köpeğin duruşu sayesinde daha da küçük bir “ayrıntıyı” fark ediyoruz: Kapının altından sızan ufacık ışık ve ışığın içinde daha da küçük bir karaltı… Birazdan katil içeri girecek ve çocukları boğarak öldürecek. Zira yataktaki iki çocuk 1483’te taht kavgası yüzünden boğularak öldürülen iki prensi temsil ediyor!

Ne oldu? Bir An’ın görüntüsü ayrıntılarla anlam kazandı. Öncesi ve sonrası ile Zaman’a yayıldı. Tek karelik resim esnedi, uzadı. Korkulu bir bekleyiş yani bu tablonun Anlam’ı bu kareyi  bir öykü ile doldurdu, adeta bir filme çevirdi… Anlatılması ve anlaşılması gereken. Ressam meselâ Delacroix gibi bir av, bir kafa kesme, gırtlaklama sahnesi resmedebilirdi. Ama bu kanlı sahneler Paul Delaroche‘un gözünde belki de fazla kısa. Fazla anlık. An’ın içine hapsedilen sanat Zaman’ı kaybediyor. Ressam bunun yerine Alfred Hitchcock’un Psikoz filminde yaptığı gibi şiddeti Zaman’a yayarak Mutlak Korku‘ya fırçasıyla dokundu. Gözlerimizi bu dokunuşa davet ediyor işte bu resim.

Yoksa ressam bestecileri mi kıskandı? Eserlerinde Zaman’ı “mecburen” barındıran o Müzik yapıcılarını? Bir tabloya şöyle bir göz atabilirsiniz ama Mozart’ın 40cı senfonisine “şöyle bir” kulak atamazsınız. Ne kadar sürüyorsa o kadar. Biraz hızlı çalınabilir ama saniyelere sıkıştıramazsınız bir senfoniyi.

Oysa resim yapıcının eseri göz sahibinin insafına kalmış. Meselâ Louvre müzesini koşarak gezer bir çok ziyaretçi. “Parasını verdik, hepsine BAKALIM”. İtalyan Rönesansı, Hollanda okulunda ışık, Eski Mısır hiyeroglifleri, Selçuklularda maden işlemeciliği, Osmanlı çinileri… “Koş hanım koş! Daha otele dönüp üstümüzü değişecez. Lido var bu akşam”. Turistler televizyonda ve internette defalarca BAKTIKLARI şeylerin orijinallerine BAKIYOR şimdi. Sayar gibi, bir süper markette salça ve makarna kutularının envanterini yaparcasına. “Hah, bu da burada. Tam da ilkokul kitabındaki gibi. Ah! Ne kadar küçükmüş. Ben daha büyük sanıyordum”. Mona Lisa’nın önünde bir kuyruk. “Makul” bir süre BAKAN çıkıyor. Genelevde bir aşk(!) kuyruğu sanki. 16 numarada Mona Lisa Bacı sesleniyor müşterisine Japonca, Almanca, Arapça: “Hadi Aslanım, elini çabuk tut! Akşama kadar daha on bin kişi BAKACAK… Sıradakiiiii! Uyuma!”

Bir arkadaşa bakıp çıkacam!

Louvre müzesini bir saatte gezen turist-insan Kâinat müzesini (bir ömür boyu) gezerken ne görüyor?  Hazcı-hedonist ziyaretçiler için kurulmuş bir eğlence parkı? Hänsel ve Gretel masalındaki gibi duvarları şekerden, kapısı çikolatan yapılmış bir ev? Şöyle diyor turist oğlu turist, modern insan:

“Elma yenir, gül koklanır, arı sokar, köpek ısırır. Vakit nakittir. Sayıyla, formülle  ifade edilmeyen, ölçmediğin şey yoktur. Para özgürlüktür. Çevre denizdir. Kirletmeyen domuzdur. Deniz  kirliliği balıkların, fakirlik fakirlerin, din imamların, sanat sanatçıların, zulüm ise ezilenlerin sorunudur(!) Ben turistim, buraların yabancısıyım. Bir arkadaşa bakıp çıkacam!”

Analitik zekâmız, adı üstünde bazen biraz fazla analitik. Gördüğü her şeyi  parçalayarak anlama gayretinde. Bütün = parça + parça + parça + … ilkesi yürürlükte ve bunun dışında bir “anlama” kabul etmiyor. 1789 model , çok modern(!) bir eğitim gördük biz, alternatif düşünme yollarına kapalıyız.

Gerçekten de “ayrıntı” kelimesi çoğu kez “olmasa da olur” denen, ihmal edilebilir bir parçayı, bir örneği temsil etmiyor mu? Birbiriyle yer değiştirebilir, detay, eşantiyon… Kırık bir çömlek parçası, bir puzzle. Bütünü anlamak için öteki parçaları da bulmak lazım. Bu tamirci, bu sök-tak zihniyet, bu LEGO-zekâya  göre ayrıntı bütünü “çağırıyor”. Ayrıntı pazarda annesini kaybetmiş bir çocuk… Sahipsiz, anlamsız, Önce’siz ve Sonra’sız.

Bütün = parça + parça + parça + … formülü gerçekten doğru ise nasıl oluyor da anlamsız + anlamsız + anlamsız = Anlamlı olabiliyor? Bir okyanus sadece su mudur? Balığı, yosunu,  batık gemileri, sesi ve kokusu yok mudur okyanusların? Onlar için yazılmış şiirler ve okyanustan uzak kalmış bir balıkçının hasreti Okyanus’tan ayrı ve gayrı mıdır?

Paul Delaroche‘un tablosuna geri dönelim bu sorularla. Kapının altından sızan ışığı veya köpeği silmiş olsak tablonun bütün anlamı kağıttan bir şato gibi çökecek. Ya bu ayrıntıları tek başına sergilesek? Tablonun geri kalan kısmı olmadan bir değeri olur mu? Peki gözümüzdeki körlük nereden kaynaklanıyor?

Turist-insan’ın cenazesi nasıl olmalı?

Kanaatimce Modern bir “körlük” yaşıyoruz. Bakıyoruz ama görmüyoruz. Üstelik çok iyi gördüğümüzden eminiz! Oysa pikselleştirilmiş görüntü bu sadece. Her şeye aynı derecede önem veren, eşitleyici, perspektifi, nüansı kaybeden,  ayrıntıları  önemsizleştiren. Yani turist-insanın gördüğü her şeyi ve bu arada mekânı tekdüze bir “şey” kabul etmesi söz konusu. Bir ısı kamerası veya röntgen cihazı gibi “görüyor” turist-insan. Seçici, ölçücü ve bu arada lüzumsuz(?) şeyleri eleyici bir görüş bu. Bir tür detektör. Bir karınca yerdeki şekeri, bir kene emeceği köpeği nasıl “görüyorsa” turist-insan da öyle “görüyor” Kâinat’ı. Yani göryor!

Ekonomi kitaplarına göre homo-economicus‘un sonsuz ihtiyaçları ve sonlu imkânları var. Belki de bu sebeple sadece görmesi gerekenleri(!) yani kendine (ekonomik/sosyal açıdan) faydalı olanları görüyor. “Vakit nakittir” şeklindeki zokayı yutmanın bedeli ne ağırmış meğer.

Limandan çıkar çıkmaz fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi turist-insan. Yıllardır seyir halinde ama yol almadı henüz. Limanın hemen önünde dalgalarla boğuşuyor senelerdir, mürettebat yorgun, yakıtı bitti, dümeni kırıldı ama daha bir kilometre bile yol almış değil. Turist-insanı küçücük bir tabutla gömmek gerekecek. Tabutun içine oyuncaklar  ve emzikler koyacağız. 90 yaşında bir bebek gibi, hiç yaşamamış gibi.(a)

 “Göz” denen bu ilginç organı basit bir bar kod okuyucusu gibi kullanmak ne kadar yazık, bilmem anlatabiliyor muyum?

Albert Camus de Düşüş adlı romanın (bana göre) çekirdeği sayılabilecek bir paragrafta bu “faydacı” körlüğe işaret ediyor: Adam gece yarısı bir kız arkadaşının yanından çıkmış yürüyordur. Zihni hâlâ tensel hazlarla(b) meşgul iken köprünün üzerinden suyu seyreden bir genç kadın görür. Kadının hoş bir ensesi vardır ve vücudunun çıplak olan bu bölgesi siyah kıyafetlerin arasından dikkat çekiyordur. “Yağmurla ıslanmış ve taze” tene kayıtsız kalamaz adam. [Belki gözleriyle biraz haz alabilmek için] kısa bir duraklamanın ardından yürümeye devam eder. 50 metre kadar uzaklaşmıştır ki bir gecenin sessizliğinde bir vücudun suya çarpan sesini duyar. Ardından çığlıklar. Kim bilir hangi sıkıntılardan bunalan genç kadın kendini nehrinin soğuk sularına atmıştır…

Modern körlüğün tek sebebi faydacılık mıdır?

Faydacılık modern körlüğün sebeplerinden birincisi. İdrak edilmesi halinde “tedavisi” nispeten kolay. (Bkz. Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi?) Ama ya modern körlüğün diğer sebebi? Bunun alt edilmesi daha zor kanaatimce. Zira ayrıntıya bakışımızı değiştirmemiz gerekecek. Ama önce bu ikinci körlüğün tarifini bir deliden dinleyelim:

 “Doktor Bey, kendimi size emanet ediyorum. Ne isterseniz yapın beni. Size garip ruh halimi içtenlikle anlatacağım. Bir hastahaneye yatırılmam gerekir mi? Siz karar verin. […]

Herkes gibi yaşıyordum. Gözlerim açık, hayata bakarak, insana kör, şaşırmadan, anlamadan. Hayvanlar gibi yaşıyordum, hepimizin yaptığı gibi, inceleyerek, gördüğüne ve bildiğine inanarak. Etrafımdaki dünyayı anladığıma inanarak. Bir gün fark ettim ki hepsi yanlış.

Çünkü duyu organlarımız dış dünya ile aramızdaki tek bağlantı. Bu demektir ki içerideki varlık yani BEN, dışımdaki dünyaya bir kaç sinir ağıyla bağlanmış vaziyetteyim.

Göz bize boyutları, şekilleri ve renkleri bildiriyor. Bu üç konuda aldatıyor bizi. Göz bize sadece insana kıyasla orta boy şeyleri gösterebilir. Biz de bazı şeylere “büyük” diyoruz, diğer bazı şeylere ise “küçük”. Zira göz kendisi için fazla büyük ve fazla küçük şeyleri göremiyor. Bütün bir Kâinat gözümüzden saklı. Ne uzaydaki yıldızları ne de bir su damlasının içinde yaşayan hayvancıkları görebiliyoruz.

Demek ki büyüklükle ilgili fikirlerimiz yanlış. Çünkü gerçekte büyüklük ya da küçüklükte bir sınır olamaz. Yani gördüklerimizin büyüklüğü ve şekliyle ilgili fikirlerimizin mutlak olarak hiç bir değeri yok. Bu fikirleri belirleyen şey bizim görme organımızın kuvveti ve kendimizle yaptığımız karşılaştırma. Bu ise gerçeği yansıtmıyor, bizim gerçeği görme şeklimizi yansıtıyor.

Renk de böyle. Işık ile maddenin karşılaşmasını göreceli olarak yorumluyor gözümüz. Maddenin kimyası ışığın emilmesi üzerine bir etki yapıyor ve oluşan farkları göz bize renk olarak gösteriyor. [..]” (Bir delinin mektubu adlı eserin başlangıcından özet çeviri, Guy de Maupassant)

Yazımızın başından beri ip uçlarını verdiğimiz gibi LEGO-Zekâ görmemizin önünde büyük bir engel. Ancak bir delinin bu teorik açıklamasına saplanıp kalmayalım derim. Meseleyi somut bir şekilde kavramak  için Güzellik Matkabı’ndan  alınmış şu üç örneğe dikkatle bakalım:

Bir akşam yemeğinde olduğunuzu hayal edin. Komik bir fıkra anlatıyorsunuz. Herkes gülmekten kırılıyor. Ev sahibesi mutfakta olduğu için duymamış. “Ne oldu? Ne oldu? Neyi Kaçırdım?” diyerek geliyor. Komik olan şeyin ne olduğunu anlatıyorsunuz ama ev sahibesi de dahil kimse gülmüyor. Neden? Çünkü neyin komik olduğunu analitik bir biçimde çözdü, öğrendi, kutuladı. [ama anlamadı] artık gülmesi imkânsız!

   İnsan’ı kimyasal bir formül ile ifade edecek olsak:

 İnsan = 7x1025H2O + 9x1024C6H1206 + 2x1024CH3(CH2)14 + … yazabiliriz.

 Zira birinci bileşik su ve ikincisi olan şeker vücudumuzda bol miktarda var.

   Mehmet Âkif İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdı? Şair önce bir “K” koymuş, ardından bir “O”…  Eee? İstiklâl Marşı = K+O+R+K+M+A+S+Ö+N+M+E+Z… demek gibi bir şey bu. Gerçek şu ki kelimeler hatta duygular harften önce gelmiş. Savaşlar olmuş, insanlar ölmüş, şairin yüreği yanmış, kavrulmuş.

Teknik sanat, kültürel sanat burada, öteki sanat nerede?

Yapılacak “sanatbilim” incelemeleri ancak teknik  seviyede kalabilir. Meselâ kullanılan boyanın türü, hatta kimyasal etüdü, x ışınlarıyla incelenmesi bize yapıldığı dönem, kullanılan malzeme hakkında sadece ve sadece BİLGİ verir.. Resimde kullanılan sembolik dil ise kültürel/tarihî ve/veya dinî açıdan ele alınabilir. Ama bu da bir anlamda “arkeolojik” bir bakıştır ve yine objektiftir. Kıymeti teknik seviyeye eşdeğerdir, öteye geçemez.

Bu “arkeolojik” bakışı daha iyi anlamak için konuyu bir örnekle açalım: Hristiyan sanatında yaygın bir tema olan Beşaret-i Meryem(c) hadisesini resmeden Rogier van der Weyden‘in şu tablosunu bir müddet inceleyin.

Gözlerimizin çekildiği yer elbette öncelikle Hz. Meryem ve ona müjdeyi getiren Cebrail (A.S). Ancak sol üst tarafta bir detay, ağzı mühürlü ufak bir şişe belki de daha “öğretici” bir amaçla konulmuş oraya. Ağzının mühürlü olmasına rağmen içine giren ışık acaba Hz. Meryem’in bir erkek eli değmeden hamile kalmasını mı temsil ediyor? Gün ışığının mühre rağmen camı kolaylıkla aşması gibi İlâhî bir nur da Anne’nin bedenini nurlandırmış… Namus’u temsil eden mühürü açmadan…

Peki Sanat’a ve Hayat’a dair bütün problemler bu şablona göre okunabilir mi? Teknik analizleri zenginleştiren arkeolojik bakış, semboller, kutsal kitaplar yeter mi Sanat’ı kuşatmak için? Sebep-sonuç zincirleri Sanat’ı bağlar mı? Daha genel bir bakışla, objektif sanat olur mu?

 İnsanî Sanat’ı ararken

Yazının başından itibaren “ördüğümüz” fikrî zemin bize ne öğretiyor?

  • 1789 model “modern” insan faydacı bir körlükten muzdariptir,
  • Analitik zekâmız bütünü parçalar ama parçaları birleştiren LEGO-zekâ sadece şekil inşa eder, anlamı kaybeder.
  • Sanat tekniği ve Sanat bilgisi sanatı kelimelere, kavramlara hapseder. Müzelerde, açık arttırma salonlarında ürünleşerek, kokteylleşerek can çekişen sanat işte bu objektifleştirilmiş sanattır. Okulda kitaplardan öğrenilebilen sanat artık sanat değildir.

Kelimelere, kavramlara hapsedilen objektif sanatın alternatifi elbette İnsanî sanat‘tır. İyi ama sanatı sanat yapan insanî boyuta erişebilmek için kelimelerin ve kavramların hapishanesinden nasıl kaçacağız? Enver Gülşen’in “Sinemaya Müslümanca Bakmak” adlı yazısından öğrenelim:

“…İnsanoğlu, diğer insanlarla iletişimini dil üzerinden kurar. Felsefenin, bilimin, günlük iletişimin, velâkin her türlü insan eyleminin değişik türlerdeki diller üzerinden olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda dil, Heidegger’in söylediği gibi insanın evidir. Ancak dil, insanın, kaybettiği “asıl ev” ile arasına perde gibi giren bir hapishanedir aynı zamanda. Asıl ev nedir peki? Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’nin ilk 18 beyitinde dile getirdiği gibi, kamışlıktan koparılan neyin özlemle ve inleyerek andığı yerdir! İnsanın, bu dünyadaki hayatında, ancak “aşk hâli” ile deneyimleyebilmesi mümkün olan asıl ev, tanımlanmaya veya başkalarına anlatılmaya kalkışıldığında, kalem yazmaz, dil konuşmaz olur. İnsanın evi gibi gördüğümüz bu dil, bu şekilde, asıl hakikat karşısında çaresiz bir şekilde suskunlaşır. Dile getirmek istediği hâli, başkalarının anlayabileceği bir şekle dönüştürmek yerine perdeler arasına daha da gizler…

Dilin oluşturduğu hapishaneye rağmen insan, hakikate olan iştiyakını anlatabilmek ve deneyimlediğini diğer insanlarla paylaşabilmek ister. Sanat, bu iştiyakın ve hakikate karşı susuzluğun “dile geldiği” mecradır bu anlamda. Paradoksal bir şekilde dil hapishanesinden kaçma teşebbüsü… Ancak dil hapishanesinden kaçmak söylendiği kadar kolay bir şey değildir. Has sanatçılar bile dil hapishanesinden kaçmakta zorlanırlar. Çünkü dile getirilmezi dile getirme çabası insanı çoğu zaman çaresiz bırakır…

Bir sanat eserinin ortaya çıkmasını mümkün/kaçınılmaz (?) kılan koşullar anlaşılmadan o esere sadece bakılabilir. Ama eser görülemez. Neden? Çünkü sanat eserini “üreten elin sahibi” ve onu “takdir eden gözün, kulağın sahibi” yani VEREN ve ALAN insanlar eserde buluşurlar. Sanatçı çoktan ölmüş olabilir. Asırlar önce, binlerce kilometre uzakta yaşamış olabilir. Giuliano Carmignola ile ibadet adlı yazıda aktardığımız gibi sanat özünde kültürel, etnik, inançsal, politik, zamansal ve mekânsal perdelerin yırtılmasına müsade eden bir insanlık hâlidir. Dünya hayatına ait olanın silinip atılması, insanlığa dair olanların ortaya çıkarılması fırsatıdır:

“… Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…  Zekâ gözümüzü kapatıp akıl gözümüzü açmak için gönderilmiş bir davetiye!

 Sanatçı ise bilim adamlarında ve filozoflarda bulunmayan bir aydınlatma kapasitesine sahip insan olabilir ancak. Sanatçının eserleri zamanın akışını durduran tılsımlı bir cisim olmalı, deney ve gözlem yoluyla öğrenme imkânımız olmayan bilgiyi ve bilgeliği bize aktarmalı. Beşerlikten İnsanlık’a giden bir köprü olmalı her sanat eseri.[…] Deney ve gözleme dayalı (ampirik), doğa kurallarıyla önceden belirlenmiş (determinist) bir dünya dışında VAR olduğumuzun farkına varmak. Immanuel Kant’ın “Ding an sich” terimiyle işaret ettiği ve Saf Aklın Eleştirisi’nde sayfalarca anlattığı şey tam da bu değil mi? İnsan’ın ve Varlık’ın olduğu gibi gibi algılanması.  …” (Bkz. Ayıp sanat olur mu?)

Peki sanat bu “arındırmayı” nasıl mümkün kılar? Eser ve sanatçı kadar ve esere bakan gözlerin öznelliği  (sübjektif, herkes için farklı olan değeri) hesaba katılmadan Sanat’a dair hiç bir şey yapılamaz kanımca. İşte insanî sanat derken kasdettiğim budur. Aşk gibi, iman gibi, adını herkesin bildiği ama her insanın farklı biçimde yaşadığı sanat… Yine Enver’in Tasavvuf ile Sinema arasında kurduğu paralellik ile bir kâl ilmi değil hâl ilmidir Sanat:

 “…

  • – Karına neden aşıksın?
  • – Sarı saçları var, boyu uzun, ayrıca çok zeki ve tahsilli.
  • – Daha uzun, daha sarışın, daha zeki bir kadın bulursan boşanacak mısın?

Elbette ilk soru yanlıştı, aşkın objektif bir sebebi olsaydı herkes aynı kişilere aşık olurdu.

 …” (bkz. Zina da böyle bir şey işte…)

Sanat bilgisinden koparken…

Andrea Mantegna’nın Hz İsa(A.S) tasvirine odaklanalım şimdi: Çarmıha gerilmiş veya indirildikten hemen sonraki anı resmeden çoğu tablonun tersine buradaki Hz İsa(A.S) bir insan olarak temsil edilmiş. Kilise resimlerinde Hz İsa(A.S)’nın yaraları kırmızı lekelerle simgelenir. Adeta yara olmayan yaralardır bunlar. Leke gibidir. Yüzünde de ızdırap yoktur. Bu resimler Vatikanizmin bir tasdik etmek için yapılmış gibidir: “Tanrı’nın oğlu(!) ölemez, öldürülemez”.

Oysa Mantegna’nın tablosunda el ve ayaklardaki yaralar o kadar gerçekçi biçimde resmedilmiş ki elimizle dokunsak parmaklarımız içeri girecek. Yaraların ve ayak parmaklarının gerçekçi işlenişi, bir “insan” olarak Hz İsa(A.S)’nın öne çıkarılışı.

Hafif çatık kaşları ızdırabının şahidi gibi. El ve ayakları, özellikle gevşemiş ayak parmakları her insanda ölümü takip eden katılaşma öncesi gevşekliğe işaret ediyor. “Her insan” gibi… Mermer yatakta mermerimsi bir yastık ve çarşaf ölümün soğuk yalnızlığında bedeni sarmış. Başında ağlayanlar iyice kenara itilmiş. Bu resimde sadece Hz İsa(A.S) var, İncil sayfalarının  çizgi romanı gibi yapılan Vatikanist resimlerdeki doktirin kaygısı olmadığı için insan etkileniyor. Bütün insanlığıyla karşımda duruyor Hz İsa(A.S). İnsanca yaralı, insanca ölü.

Mantegna bu tabloyu yaptığı dönemde oğlu ölmüş, yüreği gerçekten evlat acısıyla yanmış. Bir bebek teni gibi hassas, ince biçimde işlenmiş  ayak altları ressamın ölen evladına duyduğu şefkatin işareti olabilir mi? Ya ağlayanlar arasında Aziz Yohanna’nın simasının aslında Baba-Ressam’ı yansıttığı doğru mu?

Ayrıntıları parçalamadan, Mesnevî gözüyle görmeye çalışıyorum… Yansımalar ve yansımaların yansımaları ile doluyor içim. Güzellik ne bende ne de tabloda. Güzellik benim tablo üzerinden ressam ile kurduğum ilişkide, insan-insana yaşanan yansımalarda. Güzellik baş harfi büyük yazılmak üzere İnsan’dan yansıyor. Kaynağına şahitlik eden bir ırmakmış meğer İnsan.  Kendini Yaratan’ı işaret ediyor.

Bu tabloya bir bütün olarak bakınca Mantegna ile aynı düzlemde buluyorum kendimi. Ben de bir baba olduğum için Baba Mantagna’nın sızlanışını kulaklarımda duyabiliyorum. Ya evlât acısı tatmış bir insan ne hisseder bu tablo karşısında?

Sanat’a yaklaştık şimdi. Zira her insan kendine özel, tekil biçimde aşık olduğu gibi her bir sanat eseri de ona bakanları ayrı ayrı etkilemelidir. Bu etki şayet tek tip, homojen olursa bu bir bilgi, reklâm, iletişim meselesi olur. Tavada kızaran bir sucuğu gören, cozurtusunu duyan herkesin ağzı sulanır. Kanaatimce Sanat bu ağız sulanmasının aşıldığı noktada başlar. Faydacı körlük ile sanat bilgisinin eklemlendiği noktadayı işaret ediyor bu evlat acısı/sucuk cozurtusu ekseni.

Sanatçı şaşırTabilmeli, sanatsever de şaşırAbilmelidir. Bu “ilk” hayret olmadan Sanat’ın boyacılıktan kurtulmasına imkân yoktur  kanaatimce. Giuliano Carmignola ile ibadet‘e yorum yazan değerli dostumuz Abdurrahim İslamoğlu’ndan dinleyelim:

“Yunus’un deyişiyle ‘cümle yerde Hak nazır…Bunu ancak hayret makamında insan her an tecrübe edebilir.
Zira Hayret etmek fark etmektir. Sanat insanı Hayret’e düşürmüyorsa sadece tüketilen modern/post modern bir ameliyeden öteye geçmez.İnsan ruhu lahuti bir aleme müzikle, sinemayla,yazıyla, resimle vs. kanatlanıyorsa o müzisyen,o yazar, o sinemacı, o ressam artık sanatçıdır. Böylece sanatçı Gerçek Sanatkar’ın cemalinin, kemalinin, vs. birçok Esması’nın tecellilerini yansıtan bir ayna olur.Bu yüzden Dostoyevsky, Tarkovsky,Vivaldi,Kitaro önemlidir.
Dilimizde Allah güzeldir güzeli sever diye meşhur olan hadis (Allahü teâlâ cemildir. Cemal sahiplerini sever,Müslim)den de anlaşılacağı üzere tüm güzelliklerin ve sanatların kaynağı SANİ-İ Vahid Bizden güzellik bekler ve biz bu güzellikleri tatmak üzere bahşedilmiş Tüm duyularımızı kullanırken yaratılış gayelerine uygun şekilde güzel gıdalarla beslemekle mükellefiz.”

İnsanî Sanat ve Ayrıntı: Körlükten çıkış

Şu halde Sanat’ta ayrıntı nedir? Ne kadar önemlidir? Ne zaman parçalamak gerekir? Analitik Zekâyı kullanAmadığımız yerlerde nasıl düşüneceğiz?

Bu noktada yeni bir “ayrıntı” tarifi yapma ihtiyacı doğuyor. Çünkü gözlerimiz sadece ayrıntıları görebiliyor. Yani Bütün’ü hiç bir zaman göremiyoruz. Arkamızı, uzağı, yakını, sislerin içini ve perdelerin arkasını hatta gözlerimizi bile göremiyoruz. Oysa aklımız kendini akledebiliyor, zekâmızla hem kendi zekâmız hem de başkalarınınki üzerine düşünebiliyoruz(d)

Şu halde Bütün’ü ayrıntı sayesinde görmeyi öğrenmeliyiz. Yani ayrıntıyı eksik-kopuk bir şey değil de Bütün’e açılan bir pencere, yeni bir bakış açısı olarak kabul etmeliyiz belki de? Bir şehirde gezerken nasıl değişir perspektif? Bir sokaktan diğerine, bir caddeden ötekine geçince? Pencereleri ve sokakları birbirinden koparmadan şehre bakmanın yolu yok mudur? Her köşede yeniden hayret ederek, o şehre ilk defa gelmişçesine…

Bu konuyu da gelecek bölüme bırakalım.

Dip notlar

Lucius’a Mektuplar ve Hayatın kısalığı üzerine (Seneca)  adlı eserlerden uyarlama.

Orjinal metinde geçen yumuşak/ılık kan (sang doux) tahmin ediyorum ki bu anlamda kullanılmış:  “J’étais heureux de cette marche, un peu engourdi, le corps calmé, irrigué par un sang doux comme la pluie qui tombait.”

Hz. Meryem’e Hz. İsa(A.S)’nın doğumunun Cebrail (a.s) aracılığı ile önceden bildirilmesi Âl-i İmrân Suresi 45-47ci ayetler : Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! ALLAH seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryemoğlu İsa Mesih’dir. Dünyada da, Ahiret’te de itibarlı ve ALLAH’a çok yakın olanlardandır.” “O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır.” (Meryem), “Ey RABBİM! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi.  ALLAH, “Öyle ama, ALLAH dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir” dedi.

Leibniz, Bergson, Maslow ve Gazalî Hazretleri’nin fikirlerinin kesişim noktasında doğan bir “ayrıntı” tarifi.

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:eg Tarih: Şub 17, 2010 | Reply

    “Albert Camus de Düşüş adlı romanın (bana göre) çekirdeği sayılabilecek bir paragrafta bu “faydacı” körlüğe işaret ediyor: Adam gece yarısı bir kız arkadaşının yanından çıkmış yürüyordur. Zihni hâlâ tensel hazlarla(b) meşgul iken köprünün üzerinden suyu seyreden bir genç kadın görür. Kadının hoş bir ensesi vardır ve vücudunun çıplak olan bu bölgesi siyah kıyafetlerin arasından dikkat çekiyordur. “Yağmurla ıslanmış ve taze” tene kayıtsız kalamaz adam. [Belki gözleriyle biraz haz alabilmek için] kısa bir duraklamanın ardından yürümeye devam eder. 50 metre kadar uzaklaşmıştır ki bir gecenin sessizliğinde bir vücudun suya çarpan sesini duyar. Ardından çığlıklar. Kim bilir hangi sıkıntılardan bunalan genç kadın kendini nehrinin soğuk sularına atmıştır…”

    düşüş’ü okumuştum ama aradan yıllar geçti ve çoğu ayrıntısı aklımdan çıkmıştı. yukarıda alıntıladığın kısmı okuyunca ilk hissettiğim şey tüylerimin diken diken olması ve gözlerimden uzulca kontrolsüzce boşalan birkaç damla yaş oldu…aklıma bresson’un mouchette filmi geldi senin bu yazdıklarından ve tüm yazından sonra.

    mouchette filminin finali aynen düşüş’teki gibi faydacı bakışın, ya da “ilgisiz” bakışlarımızın kirlettiği hayat ile ilgilidir. filmin final sahnesinde, annesinin öldüğü gün hayatla kalan son bağını da koparmaya niyetlenen genç kızın son bir umudunun, nasıl bir vurdumduymazlıkla suya düştüğünü görürüz. Mouchette intihar etmek için bir göl kenarına gider. Amacı suya atlayıp kendisini orada boğmaktır. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır. İkincisini denemeden önce ilerideki yoldan bir traktör geçiyordur. Kız, hayata tutunma isteğinin küçücük de olsa bir karşılığını bulmak istiyordur, insanlarda küçücük de olsa bir merhamet kırıntısına şahit olmak! Traktör şoförüne elini kaldırarak selam verir. İster ki bir küçük karşılık görsün ve hayata tutunacak bir sebebi olsun; ama traktör şoförü Mouchette’in el selamını görür ama kafasını çevirip yoluna devam eder. İntiharla biter film.ve bu bitiş de bende senin camus’dan alıntıladığın bölüm gibi çarpmıştı.

    yazın defalarca okunacak kadar güzel bir yazı mehmet. devamını merakla bekleyeceğim..

  3. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Şub 17, 2010 | Reply

    Muhteşem olmuş. Çok etkilendim. Louvre’daki halimi düşündüm, çok güldüm. Hakikaten kainattaki turistliğimiz de aynı gaflet üzere. Parça-bütün ilişkisi; sanattaki anlam, tecelli… Eline, dimağına sağlık.

  4. Yazan:MY Tarih: Şub 17, 2010 | Reply

    Eyv. Yazma istegi geliyor insana:))

    ALLAH nasib ederse Füsus’taki bazi temel kavramlardan bahsetmek istiyorum gelecek bölümde, Fransa’da bazi filozoflar Deleuze’ün Leibniz yorumlarindan yola çikarak yeni(?) ufuklara yelken açmaya çalisiyorlar. Akimin ismi Transandantal Ampirizm!

    Aslinda birlesmezi birlestirmek gibi görünse de ilginç bir çikis noktasi. Zira Bergson da zamaninda “Metafizik tecrübenin bütünüdür (integrité)” mealinde birseyler söylüyordu.

    Eh, aklin yolu bir, adi ne olursa olsun, Hakikat’e giden yollar hedefe yaklastikça birbirine yakinlasiyor sanki 🙂

  5. Yazan:sq Tarih: Şub 18, 2010 | Reply

    Altta bulunan Mantegna’nın İsa’sı beni de her zaman etkilemiştir. Buradaki önemli noktalardan biri sanırım kompozisyonun açısı. Teknik açıdan bakarsak, İsa’nın resmedilme biçimi, en zor açı olan rakursiden çizilmiş, yani tam karşıdan olduğu için deforme olmuş bir açıdır bu. Resimdeki gerçeklik algısı bundan da kaynaklanıyor olabilir çünkü kendinizi tam da orada, aynı odada, yatağın hemen karşısında hissediyorsunuz aradaki mesafe kaldırılmış gibi, dolasıyla aynı düzlemde hissetmek daha kolay ifade edilebilir belki.

    Aslında çoğu zaman İsa’nın çarmıha gerilme ya da çarmıhtan indirilişi sahnelerini resmeden ressamların hissiyatını düşünmüşümdür. acaba bir süre sonra yabancılaşıp, anatomi, ışık gölge gibi değerler ve onlarca taslak arasında herhangi bir insan figürü çizimine mi dönüşüyordu? Okuldayken Mantegna gibi sanatçıların yaptığı çizimlerin kopyalarını yapıyorduk bazen. Bana da bir renkli fotokopi kağıdından bakarak bembeyaz kesmiş yüzüyle yaralarından kanlar akan İsa’nın başını tutarak ağlayan Meryem’in motomot kopyasını yapmak düşmüştü. isa’nın yarı kapalı gözkapaklarının kavislerini ve altta azıcık da olsa gözüken gözlerini hatırlıyorum Sanırım böyle durumlarda detayla fazla meşgul olmaktan bütüne yabancılaşmak kolaylaşıyor. Dolayısıyla bir sanat “nesne”sine, izleyicinin değil de eseri üretenin hangi duyguyla yaklaştığı bir noktada kafa karıştırıcı ve bir bilinemezlik taşıyor. Bu durumda bireysel bazda izleyicinin yaşam deneyimleri ile beraber ne algıladığı elimizdeki tek şeye dönüşüyor. Mesela Mantegna’ya bir “baba” figürü olarak hiç bakmamıştım, muhtemelen kırk yıl da düşünsem aklıma gelmezdi.:)

  6. Yazan:sq Tarih: Şub 18, 2010 | Reply

    Bu arada Enver Bey,
    bugün ispanyol yönetmen Julio Medem’in “Chaotica Ana” isminde bir filmini izledim ve çok etkilendim, spoiler gibi olmasın ama sonu beni dağıttı.
    Eğer izlediyseniz bir yorumunuz var mı merak ettim.

  7. Yazan:eg Tarih: Şub 18, 2010 | Reply

    sq,
    julio medem benim, hakkında hep ikircikli olduğum bir yönetmen. kaotik ana’yı seyrettim. çok detayıyla hatırlamasam da önceki hayatlarını ve ölümlerini gören hipnozdaki Ana’yı hatırlıyorum. çok güzel bir genç kız olduğunu:) ama tüm medem filmleri gibi bu filmde de çıplaklık rahatsız edici düzeyde. ve kaotik ana’nın okültizmden(önceki hayatlarında erkekler tarafından acı çektirilmiş ana’da temsil edilen kadın figürü fazlasıyla feminist bir figür gibi gelmişti bana.),politik konulara (ırak savaşı filmin içinde önemliydi hatırladığım kadarıyla)ve resim sanatına (filmdeki tablolar medem’in ölen kızkardeşine aitmiş. filmi de ona adıyordu galiba filmin sonunda) herşeye gireyim derken ipin ucunu fazla kaçıran ve dağılan bir film olduğunu düşünmüştüm izlediğimde. sonunu hatırlıyor musun diye sorarsan vallahi hatırlayamadım şimdi. zira hipnoz seansları ve aşırı çıplaklık belirli bir süreden beni filmden tümüyle koparmıştı. hatta festivalde izlerken filmi, nasıl çıksam diye düşündüğümü de hatırlıyorum. ama oturduğum koltuk ortalarda bir yerde olduğu için çıkamayıp sonuna kadar izlemiştim:)) bütün düğümün çözüldüğü son hipnozda şok edici bir son olduğu aklımda hayal meyal kalmış…ama ben şok olmamış, iyice sıkılmıştım diye hatırlıyorum:)) yani çok uğraştım ne olduğunu hatırlamak için ama hatırlayamadım:))

    medem’in “kutup çizgisi aşıkları” filmi ile “red squirrel” filmi benim sevdiğim filmleridir. ama tüm filmlerinde özellikle rüya ortamı ve lineer olmayan yapısıyla çok yetenekli bir yönetmen olduğunu da düşünüyorum medem’in. keşke biraz daha az gösteriş yapsa ve biraz daha sade olabilse. bir de filmlerinin “aslında” erotik filmler olduğunu düşündürebilecek özelliklerini kırpsa ve bu yüzden erotizmin gölgesinde kalan bölümleri daha ön plana çıkarsa daha iyi olacak. zira tüm filmlerini izledim. sinema ve sanata aşk derecesinden meraklı birisi olmasam rahatlıkla pornografik film diyebilirdim bu filmlere…

  8. Yazan:MY Tarih: Şub 18, 2010 | Reply

    “Mantegna’ya bir “baba” figürü olarak hiç bakmamıştım, muhtemelen kırk yıl da düşünsem aklıma gelmezdi.:)” (SQ)

    🙂

    Aslinda çok güzel yakalamissiniz, Oxford yayinlarindan bir kitap okudum geçen yaz, Bilinç üzerine, yazari Susan Blackmore.
    “Yarasanin ne oldugunu anlamak biz insanlar için imkansiz” diyor yazar. Uçan, kendi sesinin yansimasini kulaklariyla hissedip karanlikta önünü “gören” bu hayvani ANLADIGIMIZI nasil iddia edebiliriz? (Argüman ilk defa 50’li yillarda ortaya atilmis ama 1974’te Amerikali filozof Thomas Nagel’in kaleminde ün kazanmis)

    Tabi o kadar uzaga gitmeye gerek yok, mesela karima her hangi bir konuda “seni anliyorum” diyebilir miyim? Kadin ve anne olmadigim müddetçe mükün degil bu 🙂

    Söz Hristiyanliktan ve Annelik’ten açilmisken… çok etkilendigim müziklerden biri de Giovanni Battista Pergolesi’nin eseri Stabat Mater (18ci yy).

    Besteci Hz Meryem’in izdirabi üzerine teffekür eden bir metinden çikmis yola, (metin 13cü yüzyildan). çarpici bir nokta ise Pergolesi 26 yasinda veremden ölmüs. Bu beste de ölmeden bir kaç ay önce bitirdigi son eser. Hayatinin baharinda ölecegini biliyordu genç besteci büyük ihtimal, belki kendi ölümü ile ilgili olarak duydugu korku ve üzüntü de yansidi eserine. Bakin yine bir sübjektivite yakaladik…

    Neyse. Eseri dinlerken gerçekten bir annenin evlâdini o halde görmekten duydugu izdirabi hissediyorsunuz. Bende bir kaç degisik kayit var ayni metinden yola çikarak bestelenmis. Vivaldi’nin ki de çok güzel.

    Sanat’in açtigi bu sübjektivite kapisindan bakabilecek miyiz bir gün PKK’li teröristlere, onlarin annelerine, escinsellere, Kemalistlere, Kürtlere, Alevîlere, Basörtülü kadinlara, Ermenilere? Cevap “evet” ise bunun ahlâkî ve siyasî sonuçlari ne olacak?…

    Ahmet Erhan’in misralari dudaklarimda “bana yarinlardan, bana dogacak güneslerden söz ederler.. ben bugünleri yakistiramazken kendime”

    Buraya koyayim Pergolesi’nin Stabat Mater’inden bir parça ve biz de tefekküre dalalim baris içinde bir ülke düsleyerek 🙂 Hz Meryem’in izdirap aynasinda kendimizi görebilecek miyiz acep?


    Pergolesi - Stabat Mater - Dolorosa -
    envoyé par Quarouble. - Clip, interview et concert.

  9. Yazan:sq Tarih: Şub 18, 2010 | Reply

    Eg,

    Bazı tespitlerinize katılıyorum, kadın bedeninin sahneleşinde yalınlık, doğallık değil teşhir, seyirlik bir nesne konumuna getirme vardı bence de.
    Ama kızamadım yönetmene çünkü ele aldığı konu kadın doğasının diplerine, dehlizlerine inmiş, hatırlarsanız her tarafta kapılar vardı ve bu kapılar kollektif bilinçaltının ortak miraslarına çıkıyordu. kadınların en büyük çelişkisinin ve en büyük sancısının (ataerkilliği içselleştirenlerden bahsetmiyorum tabi) yolu aydınlatıcak bir yazılı tarihe sahip olmayışı olduğunu düşünmüşümdür hep. (Tarih vardır elbette ama gizlidir, örtülüdür). Sonra neden tarihte kadın sanatçı, filozof, vb.yok ya da bir elin parmağı kadar az diye sorarız. Biraz kendini ortaya koyan kadın filmdeki koridorda açık kapılarda gözüken sahnelerde olduğu gibi ya cadı diye yakılmış, ya aile bireyleri tarafından öldürülmüş ya tımarhaneyi boylamış ya da Sylvia Plath gibi havagazı ocağının içine kafasını sokmuştur.İşin kötüsü bu mirası derinlerinizde bir yerde her zaman hissederseniz, bu yüzden hem ilerlemek ister hem de yolunuzu tıkayacak şeylere yönelirsiniz, bu sizin enerjinizi kastre edecek, yeteneklerinizi köreltecek bir erkeğe tutulmak da olabilir, kendinden korkup kendini tamamen kapamak ya da başka bağımlılıklara yönelmek de olabilir. Ana’nın hikayesi bu anlamda hayal ürünü bir kurgu değildir, kollektif bir yazgıdır.

    Dağınıklık yorumuna katılmakla beraber, sona gelince, Arapça cümleler sarfettiği için terorist, kadim dillerde cümleler sarfettiği için cadı diye ağzı burnu dağılan Ana’nın şu lafı beni çok etkiledi “you can never defeat me because i’m the mother of good men”. Ataerkilliğin işgalcilerine, tecavüzcülerine, ayrımcılığına karşı iyi adamlar. Ben Ana’nın da öldüğünü sanmıştım ama kafasına vurulan lambanın ayağını göstererek giderayak olanca sakinliğiyle “bu sütun Dorik ve ben -aynı zamanda-Yunanım” demesi karşısında muhtemelen kendini İspanyol, Arap,Kızılderili,Yunan vb. olarak tanımlayan bu “iyi adamlarının annesi”nin meczubun teki olduğunu düşünerek bıraktılar. Oysa orada Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın yazarı Clarissa Estes’in tabiriyle “karanlık adamlar”la, bilinçdışı dehlizlerinin canavarlarıyla yüzleşilir ve açıkça bir zafer kazanılır yani başka bir ifadeyle “sağ sağlam geçer kendini”.

  10. Yazan:sq Tarih: Şub 18, 2010 | Reply

    MY,
    video paylaşımı için teşekkürler, mekanın Gothik olması da etkiyi katmerlemiş:)

  1. 7 Trackback(s)

  2. Mar 8, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  3. Mar 9, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  4. Mar 13, 2010: YAKINDA: Sanat’ta Ayrıntı (3): Tenzîh ve Teşbîh : Derin Düşünce
  5. Mar 16, 2010: Sanat’ta Ayrıntı (3): Tenzîh ve Teşbîh : Derin Düşünce
  6. Nis 2, 2010: Sen Yaratan’ın resmini yapabilir misin William?: Sanat’ta ayrıntı (5) : Derin Düşünce
  7. Nis 8, 2010: Kâinat bir su damlasına sığınca: Sanat’ta Ayrıntı(6) : Derin Düşünce
  8. Kas 6, 2010: Kitap tanıtan kitap(1) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin