RSS Feed for This Post

Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2)

Ön hazırlık: Bu sayfadaki okyanus fotoğraflarına bakarak zihninizi boşaltın. Sizi meşgul eden sorunları iki saatliğine askıya alın. Ocakta yemeğiniz, mama bekleyen çocuğunuz olmasın. Aşağıdaki videodaki dalga seslerini fon müziği olarak dinleyebilirsiniz. Olmazsa Bach ya da Vivaldi iyi gidecektir.

 

Okyanusun bir sesi var mıdır?

 Atlas Okyanusu kıyısındaki La Rochelle şehri yakınlarındayım. Uzaklarda şimşekler çakıyor. Yağmur yağacak gibi. Türkiye’de iken deniz kıyısında hiç duymadığım bir ses, okyanusun* “uğultusu” kulaklarımda. Hava kapalı, buz gibi bir şubat rüzgârı esiyor. Sahile yaklaşıyorum. Yanılmışlar meğer. Kulaklarımın uğultu zannettiği aslında dalga ve rüzgâr sesinin karışımı imiş. Bir de limandaki teknelerin metal direklerine vuran iplerin sesini ayırd edebiliyorum şimdi. İskeleden uzaklaşıp iki yanı kayalarla çevrili bir kumsala yaklaşıyorum. Kulaklarım yine yanılmış. “Dalga sesi” etiketiyle zihnimde inşa ettikleri şey de gerçekte yokmuş. Körfez girişinde bir metre yüksekliğe kadar kabaran ve rüzgârla karşılaşınca “şhuuu!” yapan en büyük dalgalardan tutun da kıyıda çakıl taşlarına çarptıkça  “şıp şıp” sesi çıkartan minnacık dalgacıklara kadar bir sürü FARKLI sesin aritmetik ortalaması(?) imiş meğer “dalga sesi”. Yani sadece kafamın içinde olan, soyut bir kavram, bir vehim, bir illüzyon?

Atlas Okyanusu’nun gerçek sesini duymak için hangi mesafede durmalıyım? 500 metre? 5 metre? Suyun üstü? İçi? Hangi derinlikte meselâ?

Okyanusun gerçek sesi, hakikî, otantik sesi nasıldır? Hayatı denizde geçen balıkçıların oy birliği ile “hah işte bu ses” diyebilecekleri “objektif” bir Okyanus sesi yok mudur?

Okyanusların ve denizlerin bizimle böyle “dalga geçmesi” münferit bir olay değil. Dalgayı duymak kadar görmek de zor! Kafamda görsel bir “dalga” tarifi var elbette ve bu şablona uyan her şeye “dalga” diyebilirim. Ama ya kum tanelerinin arasında yaşayan bir böcek olsaydım? Ya da bir balina? O zaman “dalga” tarifim ne olacaktı?

Dalgalara yakından baktıkça her dalganın daha küçük dalgalardan oluştuğunu görüyorum.  Ve bana göre çok büyük sayılabilecek bir sürü dalga peşpeşe, daha da büyük bir gel-git dalgasının üzerinde kıyıya doğru geliyor. Ay’ın ve Güneş’in okyanuslara uyguladığı çekim gücüyle geniş bir kara parçası her gün bir kaç saatliğine su altına girip çıkıyor çünkü. Bir saat önce aralarında gezdiğim yan yatmış tekneler yüzüyor şimdi. Az önce yürüdüğüm yerlerdeki suyun derinliği belki boyuma yaklaşmıştır. Kumlar arasındaki böcekler kadar küçük hissediyorum kendimi. Okyanus ölçeğinde çok küçüğüm. Bir AYRINTI olabilirim ancak!

Okyanus adeta bir Kâinat modeli gibi. Her şeyi bir anda göremeyen biz insanlar için bir maket! Neden? Çünkü dev gel-git dalgasından kıyıdaki minik çırpıntılara kadar en ufak bir kesinti yok. Dalga hep “var”. Ama boşluk yok okyanusta. Yokluk? Yokluk var. Dedik ya Kâinat’ın modeli diye. Dalgalar katlanıp açılıyor ve her katlanıp açılma yeni dalgalara gebe. İki dalganın arasındaki çukur bir tür TERS DALGA. Sırtımı okyanusa dönüyorum, küçük çocuklar gibi ellerimi yere koyup bacaklarımın arasından bakıyorum. Hayret! Gökyüzü ile kumsal yer değiştirmiş. Bizim TERS DALGA düzeliyor. Yokluk dediğim Varlık olmuş, Varlık ise Yokluk.

“Mozart’ın müziği bittikten sonra takip eden sessizlik de Mozart’tandır” diyordu Sacha Guitry. Haklı olduğunu ispat etmiş olduk ters dalga yöntemiyle. Ya Bethoven? O meşhur Beşinci senfoniyi hatırlayın, ilk 4 notayı: Pa-pa-pa-pam! Ve izleyen sessizlik. O ses YOKluğu olmasa ilk 4 nota neye yarar? Beşinci senfoninin ihtişamından ne kalır geriye? O yokluğu oraya koymak ancak bu kadar büyük bir ustanın aklına gelebilirdi!

“…Otuz kiriş bir tekeri oluşturabilir ama göbeğindeki boşluktur tekere işlevsellik veren.

çömlekçinin attığı kil değildir kaba kullanışlılığını veren ama şeklin içindeki boşluktur kabın yapıldığı.

Kapı olmadan bir odaya girilemez ve pencereler olmadan karanlıktır.

işte budur var olmamanın yararlılığı…” (Var Olmamanın Yararlılığı, Tao Tê King, Lao-Tzû)

işte böyle bu Atlas Okyanusu, adamın kucağına bırakıveriyor Kâinat’ın en büyük sırlarından birini! Lao-Tzû ‘nun deyimiyle “Var olMAmanın faydası!” Minnacık meşe palamutları ararken kocaman bir Diyarbakır Karpuzuna toslayan sincap gibi hissediyorum kendimi… Kâinat’ın küçültülmüş modeli karşımda bir ders kitabı gibi açılıp kapanıyor. Kitap bütün küçüklüğüne rağmen vücuduma oranla sonsuz büyüklükte. Kıtalara sığmayan okyanus aklıma nasıl sığmış? Kendini göremeyen gözüm okyanusu nasıl görmüş? Sürrealist bir film bu! Okyanus, ben ve hayretim başrollerdeyiz.

Öğretmenim X ışını

Okyanus bir ders kitabı, bu doğru. Neden? Çünkü dalgaların gerek ses gerekse görüntü olarak uçan-kaçan bir halde oluşları Kâinat’a dair bir şüphe uyandırıyor zihnimizde. Bize şöyle bir soru yöneltiyor okyanus kitabı: “Süreksiz, kesintili olarak gördüğün cisimlerin, katıların, sıvıların ESASEN olarak böyle olduklarından emin misin?”. Yerinde bir soru. Elma, armut, telefon, ev, bulut, dağ, deniz… Nesnelerin sınırları, kenarları DEĞİŞMEZ, KESİN sınırlar değil. Bizim beklentilerimizin ve kapasitemizin birer yansıması.  Gördüklerimiz (ya da gördüğümüzü sandığımız) şeyler günlük ihtiyaçlarımız çerçevesinde ve bedensel imkanlarımızla şekilleniyor. Nasıl bir kaptan Bütün Okyanus’u değil de sadece gemisine yaklaşan dalgaları görüyorsa biz de yiyebileceğimiz elmaları ve tırmanabileceğimiz merdivenleri görüyoruz. Yani Bütün’ü görmüyoruz. Bergson’un çok sade içimde özetlediği gibi “algıladıklarımız eylem kabiliyetimizin bir işlevi, fonksiyonudur.”

Fayda-imkân bıçağı ile hadım edilmiş Et-Göz’ün gördüğü, birbirinden koparılmış AYRINTILARIN zihnimize bir bereket getirmesi elbette beklenemez. Açalım bu noktayı biraz:  Meselâ bir X ışını ya da radyo dalgası olsaydım bu yazıyı yazan ellerimi nasıl görecektim? İçinde çalıştığım binayı ve iş arkadaşlarımı? “Aşılmaz” duvarları aşmak için konmuş kapılara ihtiyacım olacak mıydı?

Bu X ışını üzerinde duralım bir parça. Zira X ışınları da okyanusun dalgaları gibi bize bir şeyler öğretmek için sıralarını bekliyorlar. X ışınlarının dünyası oldukça basit: İki tür varlık vardır: İçinden geçilebilenler ve geçileMEyenler. Yani X ışınlarının kapasitesi onların “görme” biçimini tayin eder.Fakat bu kapasite olayının doğurduğu şu kutuplaşma, zıtlık da dikkat çekici değil mi? Bizler de sıcak olmadan soğukluğu, sert olmadan yumuşaklığı düşünemeyiz. Peki “cisimler varlıklarını zıtlarına borçlular” denebilir mi? Hayır. Biz bir şeyleri algılayabiliyorsak bunu “görünen” zıtlıklara borçluyuz. Doğrusu bu. X ışınları gibiyiz!

İyi ama … Meselâ soğuk kime göre soğuk? Antalya’da yaşayan bir insanla bir Kanadalının zihninde “soğuk” aynı soğuk değil ki. Hatta bizim Antalyalının üşüyüp ellerini kalorifere dayadığını farz edelim bir an. “Ay! Elim yandı” diyerek çekecek bir süre sonra. İyi ama ne zaman, hangi anda soğuktan sıcağa geçti? Kalitatif, niteliksel sıçrama hangi anda gerçekleşti?

“…Tao’yu dinlemede,

arif olan öğrencinin işi çalışkanlıktır;

vasat öğrenci hatırına geldikçe bu çalışkanlığa katılır;

akılsızınki ise bunlara gülmektir.

ama aklımızdan çıkarmayalım ki

ani kahkahalar olmazsa,

o iş doğal olmaz.

o yüzden derler ki:

“an olur aydınlık bile göze karanlık görünür;

ilerleme göze gerileme görünür;

kolaylık göze zorluk görünür,

ve değer de göze boş, yetersiz, güçsüz görünür;

an olur pak olan göze kirli görünür;

ve hatta gerçek göze yalan görünür,

ve karenin köşeleri varmış görünür;

büyük itibar fayda etmez olur,

en tiz nota işitilemez olur;

biçimli göze biçimsiz görünür,

ve doğanın yolu insanın görüş alanından çıkmış olur”.

işte bu anlarda dahi,

her şeyin gereğinin yapılabileceğinden,

umudunu kesmez doğa. (Benzerlik ve farklılık ,Tao Tê King, Lao-Tzû)

Lao-Tzû’nun net bir biçimde ifade ettiği gibi “görme” sürecinde göz sadece bir araç ve baş rol oyuncusu aslında akıl. İnsan Hipermetrop, astigmat gibi tıbbî sorunları nasıl gözlük ya da lens kullanarak çözüyorsa AYRINTI’ya bakarak BÜTÜN’ü görmek için de akıl gözlüğünü kullanabilir.

Akıl gözlüğünü takarken

Geçen bölümde eleştirdiğimiz  “Bütün = Parça + Parça…” ilkesinden  gözlerimizi kurtarmak üzereyiz şimdi. Okyanus kitabının dalgaları bize ne öğretiyor? Zıtlıklar sayesinde algıladığımız dünyanın Hakikî olmadığını! Yani sıcak-soğuk, ilk-son, sert-yumuşak zıtlıkları ile düşünmeye alışık analitik zekâmız. Oysa sıcaklarımız ve soğuklarımız ESAS değil. Tıpkı okyanus dalgalarını gördüğümüz gibi görüyoruz Kâinat’ı. Et-Göz’ün getirdiği parçaları zihnimizde birleştirerek, kavramlar inşa ederek: Faydalı, diğer insanlarla paylaşılabilir yani objektif hatta ölçülebilir şeyleri teknik sınırlarımız içinde, dil hapishanesinde görüyoruz. Parmaklıkların ardından…

Evet, gözlerimiz… Işık olmadan göremeyen o gözlerimizin aklımızdaki zıtlıklara da ihtiyacı var. Cisimlerin sınırlarını, başlayıp bittiği (izafî?) sınırları göremeyiz yoksa. Kısacası aklımız olmasa beyaz bir karanlığın içinde debelenip dururuz:

“…Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle.İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakîkati göstermemek kabahati, ancak uğursuz nefsin parmağına âittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. […] İnsan, gözden ibârettir. Geri kalan deridir, ceseddir…”(Mesnevî, Mevlânâ Hazretleri)

İyi ama neyi göreceğiz? Doğru, tam, esas, hakikî gördüğümüzden nasıl emin olacağız? Zıtlıklara muhtaç olma halinden, faydacı körlükten ve diğer engellerden nasıl kurtulabiliriz? Sanat ve Sanat’taki AYRINTI bize nasıl yardım edebilir?

Geçen bölümde ağırlıklı olarak faydacı körlükten bahsetmiştik. Yazının sonunda ise “teknik körlük” diyebileceğimiz ikinci bir körlüğe işaret etmiştik şu sözlerle:

“Bu noktada yeni bir “ayrıntı” tarifi yapma ihtiyacı doğuyor. Çünkü gözlerimiz sadece ayrıntıları görebiliyor. Yani Bütün’ü hiç bir zaman göremiyoruz. Arkamızı, uzağı, yakını, sislerin içini ve perdelerin arkasını hatta gözlerimizi bile göremiyoruz. Oysa aklımız kendini akledebiliyor […] Şu halde Bütün’ü ayrıntı sayesinde görmeyi öğrenmeliyiz. Yani ayrıntıyı eksik-kopuk bir şey değil de Bütün’e açılan bir pencere, yeni bir bakış açısı olarak kabul etmeliyiz belki de? Bir şehirde gezerken nasıl değişir perspektif? Bir sokaktan diğerine, bir caddeden ötekine geçince? Pencereleri ve sokakları birbirinden koparmadan şehre bakmanın yolu yok mudur? Her köşede yeniden hayret ederek, o şehre ilk defa gelmişçesine…”

Bizi Bütün’e yaklaştıracak bir AYRINTI oluşturmalıyız zihnimizde. Yani analitik zekâmızın uzaklaştırıcı etkisini tersine çevirebilecek, Bütün’den kopuk olmayan yeni bir AYRINTI. Kurtulmamız gereken parazitin tarifini yapalım önce ki geri kalan kısmı daha iyi kavrayalım:

Et-Göz’e hitab eden AYRINTI

Gözlerimiz  kulaklarımız neticede birer et parçası. Bu et parçaları tıpkı hayvanlar, bitkiler gibi Tabiat kanunlarına tâbi. Ne bulurlarsa getirip önümüze atıyorlar. Uzuvlarımızın kendi teknik sınırları içinde görebildikleri ayrıntılar, o anki ihtiyaçlarımız, korkularımız, bilgi seviyemiz… Kendi’miz ve Ben’liğimiz doğrultusunda bu “getirilenleri” birleştiriyoruz. Yani gözümüzle değil aklımızla görüyoruz ve duyuyoruz. Aklımızın yapay olarak inşa etiği bir şey”görme/duyma”… Fotoğraf makinesi gibi objektif ve fiziksel bir olay değil. Demek ki baştan beri sözünü ettiğimiz “görme bozukluğu” uzuvlarımızın değil bizim meselemiz. Göremediklerimiz ise akıl gözlüğünü takmadan bakmamızdan kaynaklanıyor kanaatimce. (Bkz. Ekrem Senai‘nin Türkçe’ye çevirdiği Hamza Yusuf’un “Araf Dağına Tırmanış” isimli makalesi)

Kendi haline bırakılan bir göz ise sahipsiz bir at gibi oradan oraya geziyor. Çekici hale getirilmiş, estetize edilmiş her görüntüye takılıp kalıyor. Ne demek istiyoruz “çekici hale getirmek-estetize etmek” ifadesiyle?

“…Gerçek hayat hızla etrafımızda olup bitiyor ve ayrıntılar üzerinde durup yoğunlaşmaya vaktimiz yok. Yaşadığınız şehrin karmaşasını düşünün meselâ. Ama uydudan çekilmiş bir fotoğraf ya da bir gece manzarası gözünüzü ister istemez çekiyor. Zira şehrinizi gerçekten GÖRME imkânı veriyor size bu fotoğraf.

[…] Yine bu sebeple romanlarda en ince ayrıntılarına kadar anlatılan bir kır gezintisi o olayın zihninizde gerçekten VAR olabilmesini sağlar. Kırlardaki çiçeklerin kokusu, güneşin ışıltısı, rüzgârın serinliği… Gerçekten yaptığınız bir piknik öyle değildir oysa. Çocuklarınızdan birini arı sokar, hanım dolma tenceresini evde unutmuştur, güneşten ısınan araba koltukları kötü kokuyordur, giderken yolunuzu kaybetmiş, dönüşte trafiğe takılmışsınızdır…

 Sanat teknisyeni bize gerçek hayattan daha çekici hayat dilimleri sunar. Bunun için biz onun ürünlerine bakarız, dinleriz, okuruz… Bu sayede gerçek hayatı daha iyi anlamayı umarız. Ama böyle çekici hale getirilmiş her ürün bir sanat eseri sayılabilir mi? Bu ayrı bir konu…”( Ayıp sanat olur mu?, “Sanatçı başka, boyacı başka!” isimli paragraf )

 Meselâ 1910’larda New York’ta işlenen cinayetleri belgeleyen polislerin çektikleri şu fotoğrafa bakın. (Büyütmek için üzerlerine tıklayabilirsiniz)

Savcıların arzusu doğrultusunda polis memurları tek bir fotoğraf karesine azamî miktarda AYRINTI alabilmek için fotoğraf makinesini merdivene benzer yüksek ayakların üzerine koymuşlar. Zaman sanki durmuş. Suçla, polisle ilgisi olmayan biz sıradan insanlar için oldukça “çekici” bir görüntü bu. Cinayet anında orada olsaydık korkudan saklanacak yer arardık. Ama şimdi rahat koltuğumuzda seyrediyoruz. Hani biraz daha baksak çözeceğiz cinayeti, katili yakalatacağız. Asansör boşluğuna benzer bir yerdeyiz. Halkaları bizden uzaklaştıkça küçülen zincir tıpkı ayaklar ve duvarlar gibi perspektif algımızı, haliyle fotoğrafın “gerçekliğini” güçlendiriyor. İhtimal uzun pozda (? ve ışığa hassasiyeti yüksek bir filmle) çekilmiş olan fotoğraftaki insanlara uzansak dokunabileceğiz sanki. Sağ üst köşede kare dışında kalmaya çalışmış bir polisin ayakları ve pantolon paçası görünüyor. Siyah kostümlü adamın şapkası savrulmuş. Yerdeki kağıt parçalarının olayla bir ilgisi var mı? Ya zencinin sol elinin altındaki çivilerin?

İşte bu AYRINTI analitik zekâmın konusu, et-Göz’üme hitab eden AYRINTI. Problem çözen, analiz ve sentez yapan Lego-Zekâ bu. Faydasız mı? Tam tersine! Faydalı. Zaten fayda eksenli olduğu içindir ki beni Bütün’e götüremez bu AYRINTI.

Derin-Göz’e hitab eden AYRINTI

Bütün’ü görmemizi sağlayacak “hakikî” AYRINTI nedir? Kâinat’ı dolduran varlıklar hakkında biraz düşünmek gerekiyor bu aşamada. Okyanus dalgalarından bahsettiğim ilk paragrafta baş aşağı durduğum sıradaki Hayret’i hatırlayın. Aynı Hayret’ten Güzellik Matkabı‘nın giriş kısmında da bahsettim. İnsan’ın insanlığından kaynaklanan bir şaşırma kapasitesi bu. Yani bir kedi yavrusunun veya bebeğin Et-Göz şaşkınlığından ve yetişkinlerin kaosundan ve absürdünden de çok farklı. Hatırlama ile şaşkınlık arası bir duygudan bahsediyorum. Bir bilinç seviyesinde çelişkili gibi duran ama bir başka seviyede çelişkili olmayan bir şey. “Bilgili bir cahillik” gibi… Bir sanat eleştirmeni düşünün meselâ.  Her sergi gezişinde bildiklerini KASITLI olarak unutan ve bu “temiz” gözle, şaşırmak isteğiyle, Hayret hasretiyle eserle bakan bir sanatsever.

Et-Gözümüz kurallar, ilkeler, sebep-sonuç zincirleri doğrultusunda beklentiler üretir. Bu beklentiler ona güven verir. Bu güven benliğe hizmet eder, Korku Matkabı‘da anlattığımız gibi duvarlaşır. Şaşırtıcı bir olay karşısında Et-Göz kuralları değiştirir, yeni beklentilere girer. Çünkü belirsizliğe tahammülü yoktur. Et-Göz için hayret sadece beklenen şeylerin yerine başka şeylerin gerçekleşmesidir. Kaos, karmaşa… Bunlar vücud sahibi MUTLAK varlıklar değil Et-göz’e ait hayretin Kainat’tın aynasından yansımasıdır, illüzyondur, gölgedir. Sabahtan akşama kadar dükkân dükkân gezip arpacık soğanıyla vaşinkton portakal bulamayan kadının vehminden ibarettir kaos: “Ay! Koca çarşıda HİÇ  BİR ŞEY YOK!”.

Bir düş kırıklığının meydana gelebilmesi için kırılacak düşler olması gerekir. İşte bunun için kaos, (kırılmış) düşlerimizin bir uzantısıdır, bir vehimdir diyorum. Felsefedeki absürd/saçma da böyledir. İnsan’ın, sorduğu MÜTHİŞ sorulara Kâinat’ın verdiği MÜTHİŞ cevapları duyamadığı zamanki kaprisidir, tatminsizliğidir. Kâinat’ın suskunluğu zannedilen gerçekte bazı insanların sağırlığıdır. Kaotik veya absürd durum Vücud’un vasfı değil insan’ın Vücud ile kurduğu bozuk ilişkinin vasfıdır. Siz hiç bir depremin fizik yasalarını çiğnediğini gördünüz mü? Ekonomik krizler ekonominin temel yasalarının teyidi değil de nedir? Delirmenin bile yasaları vardır. Hiç bir deli bunları çiğneyemez! (Bkz. Korku Matkabı)

Et-Göz’ün hayretini böylece çerçeve dışında bıraktıktan sonra Sanat’tan istifade edelim ve bizi AYRINTI’ya götürecek hakikî Hayret’e yönelelim şimdi.

“…[Eserlerimin] temelindeki fikirler bizi çevreleyen dünyanın ahengi karşısındaki hayretimi ve hayranlığımı yansıtıyor. Hayret edebilen bir mucizeyi idrak eder…”

Hollandalı sanatçı Maurits CornelisEscher (1898-1972) bu Metafizik Hayret’i sadece kelimelerde bırakmamış. Eserleri aracılığıyla insanlarla paylaşmasını da bilmiş. Meselâ bir sergide gemi resmine bakan adama bakan adama bakan adama bakan… adam bunlardan biri. Eserde resmedileni kelimelerle ifade ettiğinizde resimdeki sonsuzluğu cümlenize yansıtmış oluyorsunuz.

Aslında bulunduğu mekâna ve kendine bakan adam bu yazının başında sorduğumuz bir soruyu soruyor gibi kendine: Gözüm kendi kendini göremezken nasıl oluyor da Kâinat’ı aklıma sığdırabiliyorum?

Escher’in bir çok tablosu gibi bu da Gazalî Hazretleri’nin Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği) adlı eserindeki şu sözleri hatırlatıyor (sf. 75-77)

“…Göz kendini göremez, akıl ise kendinden başkasını da, kendine ait özellikleri de idrak eder. […] ayrıca kendisinin bilgi sahibi olduğunu idrak ettiği gibi kendinin bilgi sahibi olduğunu bildiğini, kendisinin bilgi sahibi olduğunu bilişini bildiğini… sonsuza dek idrak eder. Bu özellik cisimler vasıtasıyla idrak eden göz için tasavvur edilemez…”

Ressamın ailesinde çok sayıda matematikçi var. Bu sebeple Escher’in topolojiye, kompleks sayılara ve perspektife ilgi duyması elbette şaşırtıcı değil. Ancak eserlerinin yıllar içindeki evrilişine dikkatle bakınca o çok sevdiği Hayret’i hiç terk etmediğini ve insanlarla cömertçe paylaşma gayreti içinde olduğunu hissediyorum. Yerde sıradan bir su birikintisinde (Büyütmek için üzerine tıklayabilirsiniz) bütün bir ormanın, gökyüzünün hatta Ay’ın yansıması (?sığması) bizim baştan beri aramakta olduğumuz AYRINTI’ya işaret ediyor sanki? Yetim olmayan, Kâinat’tan kopmamış, tersine Bütün’e işaret eden bir AYRINTI. Hatta elinde metal  bir küre tutarken resmedilmiş şu “otoportre” de aynı fikri uyandırıyor bende.

Özellikle su birikintisi yanlışlıkla çekilmiş bir fotoğraf karesini andırıyor. Süje yok. Yani resmi yapılan bir ESAS kişi/hayvan/peyzaj yok. Başrolde bir ŞEKİL olmayınca bu boşluğu MADDE doldurmuş. Çamur, tekerlek izleri ve ayak izleri. Hiç bir ağaç tam olarak çizilmemiş. Dallar ve yapraklar da çamurla maskelenmiş. Ne yürüyen adamı ne de tekerlek izlerini bırakan kamyonu görüyoruz. “Bu neyin resmidir?” diye sorulsa verecek cevabımız yok. Bir okyanus dalgasının katlanışı gibi “raslantı” sonucu bir araya gelmiş AYRINTI’lar resmedilmiş. Aynı şeyleri küre için de söyleyebilirim. Oda içindeki eşyalar geri plana atılmış. Küreyi tutan adamın yüzü de adeta karikatür gibi, her hangi birisi gibi çizilmiş. Yani Mona Lisa gibi bir portre yok karşımızda. Resmin süjesi adam değil. Oda? Değil. Küre? Değil.

Bu iki örnekte resmedilen yansımanın adeta ana figür olması da dikkate değer. Yani ne orman, ne ağaçlar, ne küre ne de bir başka şeyin resmi değil bu gördüklerimiz. Escher ŞEKiL’i silikleştirerek MADDE’yi resmetmek istemiş sanki. MADDE’yi ve onun vasıflarını ŞEKiL’inin önüne geçirmiş. Dalgaların katları arasında Okyanus’un ESAS sesini arıyor gibi Escher. Mesafelerden, yağmurdan ve rüzgârdan bağımsız, otantik bir okyanus sesi…

Esher’in ŞEKiL’i aşıp MADDE’ye dokunma çabası için acaba bir tür dil hapishanesinden kaçış diyebilir miyiz? William Degouve de Nuncques tarafından yapılan “Kanalda gece” isimli bu tablo da bende aynı izlenimi uyandırıyor. Ressam ŞEKiL hapishanesindeki insanlarla alay edercesine bir resim yapmış: “Siz körler ŞEKiL istediniz, alın size ŞEKiL. Ama ben de binanın camlarını kırdım, boyalarını eskittim, çatısını kesip tualin dışında bıraktım, ağaç yaptım ama hepsi birbirinin aynı. ZAMAN’ı temsil etmek için bir nehir ve Bir kayık çizdim ama olmasa da olurdu. ZAMAN’dan, GECE’den ve YANSIMA’dan başka bir şey yok bu resimde bakılmaya değer, onlar da zaten ŞEKiL-siz!”

Sanat’ta ayrıntı konulu yazı dizimizin ikinci bölümünü burada bitiriyoruz. Baştan beri İnsan Gözü’nün basit bir et parçası olmadığını savunduk. Sanat’tan istifade eden İnsan AYRINTI sayesinde Kâinat’ı ve bazı sırları görebilir. Bunun için seyahat etmesi, uzaklara gitmesi, yükseklere çıkması gerekmez. İnsan aklı ve meselâ Hayret gibi hisleri sayesinde (ya da güzellik, korku,…) gözlerine yeni bir görme kapasitesi kazandırabilir.

Tao seyahat etmeden de / bilinip gözlenebilir;

göklerde olan biten de / pencereden bakmadan görülebilir.

ne kadar uzağa gidilirse / o kadar az olur bilinen.

ondandır bilge kişinin bakmadan her şeyi görmesi,

ve kendini geliştirme kaygısı olmadan çalışarak,

Tao’nun bütünlüğünü keşfetmesi. (uzakları keşfetmek- Tao Tê King, Lao-Tzû)

Gelecek bölümlerde Hayret’i bir anahtar gibi kullanmanın, “açılmaz” kapıları açmanın yollarını arayacağız. Escher ile olan beraberliğimiz sona ermedi. Aramıza başka ressamlar katılacak,Macar József Rippl-Róna‘nın “bozuk” perspektifinden bahsedeceğiz. Muhtemelen Fransız Lucien Lévy-Dhurmer, Belçikalı Léon Spilliaert, Amerikalı Edward Hopper ve tabi İngiltere’nin ışık ustası William Turner da bize öğretmenlik yapacak. ALLAH izin verirse Turner’a özel bir bölüm ayırmak istiyorum. İslâm Alemi’nin sanatlarından da bahsedeceğiz. Ama bunların “boya” boyutu değil “mânâ” boyutu ile ilgileneceğiz. Et-Göz’den kurtulup Derin-Göz’ü açmak için Hat, Ebru, Minyatür… Sıraları geldikçe girecekler sahneye.

Yolumuz Vatikan’dan, Konya’dan, Hannover’dan, El Hamra Sarayı’ndan geçecek.Doğulu ve Batılı resmedicilerin Sanat’ı sayesinde yapacağımız bu yolculuk sonunda sırlı gibi görünen bir kapıyı daha açmaya çalışacağız: Bu kapı yukarıda Mesnevî’den aktardığımız beyitlerden biri olacak: “Dünyayı görmemek ayıbı, hakîkati göstermemek kabahati, ancak uğursuz nefsin parmağına âittir”. Bu sözlerin mânâsını Füsus-ül Hikem’de arayacağız. Prof. Dr. Toshihiko Izutsu’nun yardımıyla tabi.

(*) Dalga metaforu, katlanma ve katların açılması, analitik aklın dayattığı, cisimlerin kesintili olma haline (fr. discontinuité, ing. discontinuity) bir alternatif olarak sulardaki sürekliliğin konulması oldukça eski bir fikir. İbn Arabî Hazretleri, Mevlânâ Hazretleri, Nicolas de Cusa, Leibniz, Deleuze okumalarımın yoğunlaştığı bir dönemde fikirlerimi en iyi ifade eden metaforun okyanus dalgaları olması şüphesiz bir rastlantı değil. Konuyu daha derinlemesine incelemek isteyen okurlarımız hem Deleuze derslerinden hem de Deleuze’ü Kant, Nietzsche, Hume, Bergson, Simondon et Spinoza perspektifinde değerlendiren Anne Sauvagnargues‘ın “Deleuze. L’empirisme transcendantal” isimli kitabından fazlasıyla istifade edeceklerdir.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:eg Tarih: Mar 9, 2010 | Reply

    devam(lar)ını merakla bekleyeceğim güzel bir dizi oluyor.
    “Kâinat’ın suskunluğu zannedilen gerçekte bazı insanların sağırlığıdır. Kaotik veya absürd durum Vücud’un vasfı değil insan’ın Vücud ile kurduğu bozuk ilişkinin vasfıdır.” sanırım “görme” ile ilgili söylenebilecek sözlerin en güzel özeti bu kısım olmuş. wittgenstein’in “…olarak görme” diye çevrilebilecek bir kavramı vardır. özellikle kimi din felsefecileri, Allah ile ilgili “rasyonel” ve analitik kanıtlar sürmenin gereksizliğini wittgenstein’dan yaptıkları bu alıntı ile anlatmaya çalışıyorlar. Allah’a “inanmak” rasyonel olara bir başkasına aktarılabilecek birşey değildir. zira o kişinin Allah ile ilişkisinde bir başkasına aktarılamayacak bir deneyimi söz konusudur. sanattaki durum da benzer bir durum sanıyorum. aynen ayette (Ey iman edenler, iman ediniz…) buyurulduğu gibi imanımızda (ya da yolculuğumuzda) derinleştikçe her safhada bir başka tür “…olarak görme” makamına erişiriyoruz. bu yolda ilerledikçe suskunluk sandığımız şeyin sağırlığımız olduğunu, absürd dediğimiz şeyin de kendi şaşılığımızın bir yansıması olduğunu farkediyoruz.

    bir not düşmek istiyorum: yazıda sık sık çeşitli alıntılarla asıl görenin “akıl” olduğu söyleniyor. belki mehmet daha iyi açıklayacaktır ama ben bu “akıl”dan rasyonalistlerin anladığı aklı anlamıyorum. tradisyonel akımın önemli isimleri aklı iki farklı şekilde ayırırlar (aslında islam düşünürleri ve mutasavvıfları ve doğu hikmet geleneklerinin büyük isimleri de aynı ayrımı yaparlar, başka isimlerle)birincisi gelenekselcilerin tabiriyle “reason”a karşılık gelir;ki bu analitik ve bence sınırlı olan akıldır. aydınlanma sonrası batının üzerinde önemle durduğu ve bunun “cılık”ını yaptığı da bu “reason” olan analitik akıldır. ancak mehmet’in bahsettiğini sandığım akıl, reason değil gelenekselcilerin “intellect” dediği guenon’un “entelektüel sezgi” dediği şey olmalı. ya da kimi mutasavvufların tabiriyle “akleden kalp”…

    bu yazıların çok değerli mehmet. bütün o politik kavga döğüş içinde bir vaha gibi geliyor bana bu tür yazılar. zira sağırlığın da, absürdlüğün de üzerinde perde olup hakikatle ilişki kurmamızı engelleyen perdeler haline gelebiliyor günlük politik kavgalarımız. o yüzden bu tür yazılara ihtiyacımız var hepimizin.

  3. Yazan:MY Tarih: Mar 9, 2010 | Reply

    “…wittgenstein’in “…olarak görme” diye çevrilebilecek bir kavramı vardır. özellikle kimi din felsefecileri, Allah ile ilgili “rasyonel” ve analitik kanıtlar sürmenin gereksizliğini wittgenstein’dan yaptıkları bu alıntı ile anlatmaya çalışıyorlar. Allah’a “inanmak” rasyonel olara bir başkasına aktarılabilecek birşey değildir. zira o kişinin Allah ile ilişkisinde bir başkasına aktarılamayacak bir deneyimi söz konusudur. sanattaki durum da benzer bir durum sanıyorum. aynen ayette (Ey iman edenler, iman ediniz…) buyurulduğu gibi imanımızda (ya da yolculuğumuzda) derinleştikçe her safhada bir başka tür “…olarak görme” makamına erişiriyoruz….”(EG)

    Evet abi, tam bu. Yani BATIN, kimse göremez! Ama ZAHIR. Kör bile olsan görMEmezlik edemezsin :))

    bir “akil düzleminde” (ya da suur hâli diyelim) geçersiz olan bir kural bu. Yani ayni sey hem siyah hem de beyaz olamaz. Ama bir baska akil düzleminde öyle olMAmasi imkânsiz! Tabi ki Füsus’tan ve Mesnevî’den okuyup anladiklarimizla bunu idrake yaklasabiliyoruz. Ama en çok hissettiklerimizle.

    “Sanat dinin kiz kardesidir” lafi var ya! Ahh o laf var ya. Beni uyandiran çalar saatlerden biri bu :)) Senin bu yorumunda vurgu yaptigin sübjektivite… üzerinde derin derin düsünülmesi gereken bir nokta bu.

    Akil konusundaki hassasiyetin ayrica önemli. Eski yazilarimi okumamis dostlar için bir toparlama yapayim:

    Batida RAISON (fr) = REASON (ing) kelimesi hem analitik zekâ anlaminda kullaniliyor hem AKIL.

    Sanirim sebep, neden kelimelerine de karsilik gelmesinden dolayi bir kirlenme olmus.

    Meselâ RASYONEL bir biçimde 2ci dünya savasini bitirmek için atom bombasi yapip yüzbinlerce sivili katletmisler Hiroshima’da.

    Bize de bulasmis bu kirlilik. AKILCI çözüm, AKILLI OL… (dünyevi, ampirik çikarlarini kolla!)

    Miskat-ul Envar’da Gazali Hazretleri (mealen) söyle diyor “akil Insan’a verilmis ilâhî bir nûrdur”. Bu sözden aldigim ilham ile Derin Insan kitabindaki makalelerde ve Sanat’ta Ayrinti serisinde yapmaya gayret ettigim seylerden biri AKIL ve ZEKA’yi ayirmak. Entelektüel olarak bir rahatlama sagliyor bu. Daha iyi bir modelleme imkani veriyor. Zekan sayesinde atom bombasi yaparsin ama aklin sayesinde kullanMAyabilirsin!

    Zekâ’yi et, kemik, haz, para, dünyevi çikarlari kollamaya yönelik bir fonksiyon,

    Akil’i ise iyi-kötü, güzel, adalet, vicdan ve haliyle Ahiret’e yönelik çikarlarimi kollamaya
    yönelik bir fonksiyon olarak kabul ediyorum.

    Zekânin menzili ölümle bitiyor. Aklin menzili öldükten sonra da devam ediyor.

    Zekâ’nin ödülü haz, Akil’in ödülü kalp huzuru. Zeka nefsimin, bindigim atin (gerekli bir varlik, beslemek, kollamak lazim ama kontrol altinda tutulmali) Akil ise üstündeki binici. Son sözü o söylemeli. Yoksa at binicinin sirtina çikabilir.

    bu yazidaki et-Göz ile akil-göz (derin göz) ayrimi da bunun dogal bir uzantisi oldu 🙂

  1. 4 Trackback(s)

  2. Mar 9, 2010: Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2) : Derin Düşünce
  3. Mar 16, 2010: Sanat’ta Ayrıntı (3): Tenzîh ve Teşbîh : Derin Düşünce
  4. Nis 2, 2010: Seni Yaratan’ın resmini yapabilir misin William?: Sanat’ta ayrıntı (5) : Derin Düşünce
  5. Nis 8, 2010: Kâinat bir su damlasına sığınca: Sanat’ta Ayrıntı(6) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin