Tantavi’nin Çuvaldızı Hepimize!
By eg on Mar 11, 2010 in Mısır, Ortadoğu, siyonizm, Zulüm
Bu akşam Samanyolu televizyonunda bir habere denk geldim. Mısır’daki ünlü El Ezher İslam Üniversitesi’nin şeyhi Tantavi’nin ölüm haberiydi bu. Samanyolu televizyonu Tantavi ile ilgili detayları övücü bir şekilde verdikten sonra “biz de bu ‘değerli’ âlime Allah’tan rahmet diliyoruz!” sözleriyle bitiriyordu haberi.
Bu haberi izledikten sonra, nedense bir ara televizyonlarda yayımlanan bir reklam filmi geldi aklıma. Benim en değer verdiğim gazetelerden birisi olan Yeni Şafak’ın reklamıydı televizyonda izlediğim. Bir adam koltuğuna kurulmuş gazetesini okuyordu. Gazete sayfalarında dolaştıkça, o haberlerle ilgili yerlerde görünüyordu adam. En sonunda da, bir savaşın tam ortasına düşmüş şekilde, savaşta yapayalnız kalmış gözleri yaşlı bir kız çocuğuna bakarken birden kendi kız çocuğu yanına geliyordu adamın. Ve adam gazetenin kendisini dolaştırdığı dünyadan kendi hayatına dönüveriyordu böylece. Reklamın en sonunda adam, kendi çocuğunu kucağına alıp sıcak salonuna geçerken, gazeteyi okuduğu sırada “gittiği yerlerden” ceketinin üstüne bulaşmış olan tozları eliyle silkeleyerek temizliyor ve günlük hayatına dönüyordu.
Tantavi’nin ölüm haberiyle, Yeni Şafak’ın reklamı arasında beynim nasıl bir ilişki kurdu diye düşünüyorum akşamdan beri… Açıkçası ölüm haberinde, Tantavi ile ilgili “değerli âlim” sözleri rahatsız etmişti beni; ama bu rahatsızlık bana neden reklamı hatırlattı diye düşünürken, aklıma takılan hep o “ceket sahnesi” oldu. Üzerimizden küçük bir el hareketiyle temizleyiverdiğimiz dünyanın tüm acıları, haksızlıkları ve yanlışlıkları kafama takıldı. Müslüman duyarlılığı olan bir televizyonun, sırf kimliği “Müslüman âlim” olduğu için Tantavi’ye “değerli âlim” demesini kaldıramamıştım besbelli! Çünkü Tantavi, daha çok yakın zamanlarda, Gazze’deki insanların aç,susuz, ilaçsız kalmalarına fetva vererek “dini onay” vermiş bir insandı. Gazze’den Mısır’a bağlanan tünellerin kapatılması amacıyla, Mısır hükümetinin yapmaya başladığı çelik duvarlarla ilgili bir fetva vermişti Tantavi. Kameralar önüne geçmiş, çelik duvarın inşasını destekleyen bir konuşma yapmış ve duvar yapımına karşı çıkanın günaha gireceğini öne süren fetvayı okumaya başlamıştı utanmadan! Üstelik bunu din adına yapıyordu. Günah, sevap mekanizmasını bile belirlemişti üstad! Duvara karşı çıkan günaha girecekti bu “büyük âlime” göre… Duvarın öte tarafında açlıktan, ilaçsızlıktan ne kadar insan ölürse ölsündü ona göre! Nasılsa vicdan ve fetva, sahibinin sesini duyurmakla mükellefti Tantavi’nin meşrebince…
Bu haberin veriliş tarzı, Samanyolu televizyonundaki bazı başka haberlerin veriliş tarzı gibi rahatsızlık vericiydi. Ama bu tarz “biz Müslümanların” unuttuğu tevhidi hatırlatması açısından faydalı bir “yanlışlık” olarak değerlendirilebilir de bir başka açıdan. Çokluklara ne derece teslim olduğumuzu, çuvaldızın en büyüğünü bize batırarak gözümüze sokabilir belki de!
Neydi o teslim olduğumuz tutarsız çokluklar peki? Tantavi’den büyük bir İslam âlimi diye bahsedebilecek ve ölüm haberini detayıyla verebilecek kadar Müslüman’dık; ama onun Gazze’de yol açtığı zulme kulaklarımızı tıkayacak kadar da moderndik! Cuntacıların zulüm planlarına karşı direnecek kadar Müslüman idik; ama Ceylan’ın benzer zalimlerce paramparça edilmiş vücudunu haber yapmayacak kadar da milliyetçiydik… Kandil gecelerinde gözyaşlarımızı oluk oluk akıtacak kadar dini bütün idik Elhamdülillah! Ya da El Ezher Şeyhine saygıda kusur etmezken… Ama Gazze’deki çocuk çocuğun hakkına girmiş bir insana âlim diyebilecek kadar da moderndik. Çünkü âlim, bilgi sahibi demekti bizim nezdimizde; bilgisini hakikate ulaşmak için bir araç olarak kullanan, vicdanıyla amel eden, bilgisini ve vicdanını üç kuruşa satmayan âlimleri unutmuştuk epey zamandır! Darbe planlarına en sert muhalefeti yapacak kadar anti-militarist; darbeyle ilgili haberleri “şanlı ordumuzun içine sızmaya çalışan hain cuntacılar” üslubuyla verecek kadar da militaristtik! Pozitivistler kadar bilimci, çağdaş ruhçular kadar da fantezi mahkûmu olduk! Acılar, arkasında sadece biraz toz parçası bırakabiliyor artık bizim için. Onları da silkeleyerek üstümüzden atıveriyoruz zaten! Velâkin parça parça olduk. Aslında ne olduğumuzu bile hatırlamıyoruz! Hakikat, üstümüzde ancak bir toz parçası kadar yer ediyor artık!
Tantavi’nin ölüm haberinin veriliş tarzıyla, Yeni Şafak reklamında “ceketten silinen tozlar” arasındaki ilişki; “biz Müslümanların” dünyaya, adalete, vicdana, hakkaniyete, ahlaka dair söylememiz gerekenleri unuttuğumuza dair bir hayal kırıklığının zihnimde yarattığı bir ilişki sanırım. “Yanlış hayat doğru yaşanmaz!” diyen Adorno’ya inat; yanlış hayatı doğru bir hayata çevirebilmek yönünde verebileceğimiz devasa katkıları unutmuş olduğumuz için; yanlış hayata teslim olmuş ve onu doğru yaşamaya kalkan bizlerin yenilgisinin dışa vurumu… Doğru yaşadığımızı sandığımız hayatta başkalarının acıları, sadece bir toz zerresi kadar iz bırakıyor vicdanımızda. Bugün Gazze’de acı çekenler için samimi gözyaşları döküyoruz, yarın onların canına okuyanları baş tacı ediyoruz! Ve acı çektirenler “bizden” diye gördüklerimiz olunca Darfur’daki gibi, o zaman suskunluğumuz vicdanları yırtıp paramparça ediyor tüm hayatımızı…
Hâlbuki “Tevhid” medeniyetinin çocuklarıydık bizler. Tevhid içi boş bir kelime değil; her yaptığımızın üzerinde yansıması gereken bir ayna. Üzerine yansıttığımız vicdanımız paramparça olmak ve dağılmak yerine birleşiyorsa, işte o zaman doğru yolda olduğumuzu anlayabileceğimiz şaşmaz bir ölçü… Çoktandır o ayna küstü bizlere. Paramparça ettik onu çünkü. Artık hakikate dair hiçbir şey yansımıyor oradan… Eskiden o “eşsiz” ayna kırılmasın diye her şeyi yapardık. Aynanın üzerinde ilk defa bir çatlağa denk geldiğimizde içimizden bir şeyler kopmuştu sanki. Artık o ayna paramparça oldu. Vicdanlarımız, ayna kırıldıkça kaynaklandığı yeri unuttu. İşin en vahim tarafı, artık o aynanın kırılmış olmasından herhangi bir rahatsızlık, acı da duymuyoruz. Sadece nostaljik bir figür olarak duruyor evlerimizin bir köşesinde!
Tantavi öldü… Üzerinde binlerce yetimin, öksüzün, mazlumun ahı yüklü olarak gitti ebediyet diyarına… Bu ölüm bile vicdanların sahibini hatırlamanın zamanı geldiğini düşündürmüyorsa bize; bu ölüm bile üzerimizdeki tozları silmek yerine o tozlarla yaşamanın aciliyeti üzerine bir şeyler söylemiyorsa, çoktan treni kaçırmışız demektir!
11 Yorum
Yazan:özlem Tarih: Mar 11, 2010 | Reply
Elinize sağlık Enver Bey çok güzel bir yazı olmuş. Son zamanlarda bu toplumsal ikiyüzlülük meselesi beni çok düşündürüyor. Sadece idndarlar açısından değil toplumun tüm kesimlerine yayılmış birr alışkanlık ve samimiyetsizlik hali sanki bu. “Dindarlar” da bunun bir başka cephesi.
Tantavi’nin Filistin halkına ettiği de evet apayrı bir facia.
İşin kötüsü bir Tantavi gider bir başka tantavi gelir. Tantaviler başımızın tacı olduğu sürece bu böyle gider durur.
Yazan:beytullah emrah Tarih: Mar 11, 2010 | Reply
stv kıstaslarıyla “değerli bir alim” olmayan rachel corrie’nin yedinci ölüm yıldönümü yaklaşırken yaşadığımız hissiyatı bu ölüm haberinin ne şimdi ne de sonra neden yaşatamayacığını o kadar güzel özetleyen bir yazı olmuş ki… elinize yüreğinize sağlık.
tantavi, bizdeki diyanet’in “alim”lerini hatırlatıyor… yıllarca her türlü zulmün yaşandığı bir coğrafyada, cuma namazı hutbelerinde suya sabuna dokunmayan; ırkçı mahyaları ramazan’da camilere asmaktan utanmayan, başörtüsü yasağı devam ederken “haydi kızlar okula” vaazları veren diyanet camiasını… cuma’ya gitmediğim için kızan arkadaşlar, gönül huzuruyla dinledikleri bir hutbe örneklendiremedi bugüne dek…
enver bey’in de güzelce işaret ettiği gibi maalesef hakikati, imanı, vicdanı kompartımanlara ayırmış bir topluma dönüşüyoruz… ya da hep öyleydik de şimdi hayat her yönden o kadar çok ayna tutuyor ki daha çok yüzleşir olduk. ve görüntü o kadar korkutuyor ki bizi kendimizi yalanlarla avutmaya çalışıyoruz sadece…
Yazan:hasan mert Tarih: Mar 11, 2010 | Reply
elınıze sağlık guzel bır yazı …ümmet faydalansın inş.dünyada belam baurlar..devam edıyor..el hezerin modern yüzü peçeyidi yasakladı bu ünüversitede…
Yazan:Suat Tarih: Mar 11, 2010 | Reply
Eline saglik abi.
Yazan:MY Tarih: Mar 11, 2010 | Reply
Tantavi TV’ye çikip “pazartesi günleri domuz yenebilir” ya da “sarisinlarin zina yapmasi yasak degil” deseydi seyirciler kabul edecekler miydi?
yazinin menzili Misir’in ulusal sinirlarini ve Tantavi’nin derisini asiyor, bir kaç bin km ve bir kaç yüz asir kadar…
dinler kurumsallastikça, objektif bilgiye, folklorlesen rituellere hapsedildikçe olmasi gerekenin tam tersi oluyor.
Vatikanizm, Diyanetizm(Beytullah’in dedigi gibi)
Ben-bilmem-imam-bilirizm… Vicdanimi-Führere-sattimizm…
Kalp ve akil (“reason” degil Nûr olan akil) ile tasdik edilmeyen din korkarim dinsizlikten beter 🙁
Yazan:eg Tarih: Mar 12, 2010 | Reply
MY)
sevgili mehmet aslında bu söylediğinin tam tersi bir şeyin doğru olduğunu düşünüyorum(ama ifadesi çok ama çok zor bir konu bu. bir ara belki bir yazıyla dini kurumlar ve temsil ettikleri objektivite ile ilgili yazmak isterim. ama kelimelerimi bulunca:) şimdilik kayıplar çünkü). yani kurumsallıkta ya da objektif bilgide değil bence sorun. sorun bu kurumsallaşmanın altyapısında. dini gelenekler kendileriyle birlikte kimi kurumlar yaratırlar. bu kurumların altyapısı ne kadar çok vahiyle desteklenirse o kadar sağlam olarak ayakta kalırlar bence. ama modern dini kurumların vahiyle ilişkisi çok ikincil vaziyette. zira modern bilginin üstüne kurulan “haklandırmalı söylem” dediğim ne idüğü belirsiz bir yapı üzerine bina ediliyor bu kurumlar. vahiy bu kurumların altyapısında sadece yapının haklandırılması için boya görevi görüyor. içselleştirilmiş bir vahiy ve bu vahiyden kaynaklı bir ahlakın oluşturduğu bir durum söz konusu değil bu modern “dini” kurumlarda. eskiden ne derece vardı diye de haklı bir soru sorulabilir. ama modern öncesi çağlarda, günümüzle kıyaslanmayacak kadar sağlam dini kurumlar da çıkabildiğini düşünüyorum. yani dini açıdan sorun “otorite” sorunu deildir. zira otorite illa modern anlamıyla bir gücün ileticisi bir şey olarak düşünülmek zorunda değildir. dini otorite daha çok “muhammed’ül emin” tanımlamasıyla görünür olması gereken birşeydir. emin olduğumuzun bizde otoritesi olması bizi hakikate biraz daha yaklaştırır sanıyorum. bugün asıl yok olan şey o “emin” olma durumu bence. zira o kadar çok kirlendik ki; kendimden bile emin olamadığım bir dünyada emin olabileceğim bir dini otorite bulmak çok zor gibi…yani o otoriteyi kendi mecrasında herhangi bir güç ilişkisi dışında oluşturabilen derin gelenek ortadan kalkıp da yerine uçucu olan bir “şey” girince, aslında otorite sandığımız bu durumun tam tersi bir liberal subjektifliğie dayandığını anlayabiliriz kanımca. bir masum insanın öldürülmesini tüm dünyayı öldürmekle bir tutan bir vahyin, tantavi’nin verdiği fetvaya kaynak olabilmesi mümkün mü? değil elbette. sorun tantavi’nin fetvalarını kimlerin ciddiye aldığı ve tantavi’yi kimlerin otorite kabul ettiği sorunudur. burada da modern liberal devletin gözlerimizden maharetle gizlediği ve çıkarlar ağını görebiliriz biraz daha deşersek…
objektif bilgi için de benzer şeyler söylenebilir bence. din bir mutlaklığın, objektif bilginin üzerine oturan birşeydir son tahlilde; yani vahyin! uçucu değerlerin değil, mutlak hakikatin üzerinde filizlenir. sorun bu hakikatte ya da objektiflikte değil, sorun dini bilginin bir tür “ne olsa gider” türü liberal bir tuhaflığa evrildirilmesindedir kanımca. tantavi’nin yaptığı ne olsa gider tavrı değil de nedir ki zaten? ve de bu tavır, bu “büyük alimi”, ultra-liberal ve modern yapar bence…aynen israil gibi…
Yazan:Murat Tarih: Mar 12, 2010 | Reply
Hakikaten yaziniz bir izdirabin disa vurumu hem de cok samimi bir sekilde. Tesekkürler azizim…
Yazan:Sinan Tarih: Mar 12, 2010 | Reply
Bu “hocaefendi” vakti zamanında Sarkozy’ye de Fransa’da liselerde türban yasağının olabileceğine ilişkin bir fetva da vermişti.
STV’nin yaptığı da “ölünün ardından kötü söz söylenmez” işgüzarlığı. Bu aralar STV haberleriyle gerçekten kamuoyunun tepkisini olumsuz yönde çok çekiyor.
Bense bütün bunların sebebinin sorgulamak yerine biat kültürüne tabi olmalarına bağlıyorum.
Yazan:ikbal Tarih: Mar 12, 2010 | Reply
Sayın Enver Bey yazınız ve arkasındaki yorumunuz bugünkü müslüman kimliğimizin hasarlı noktalarından birine ve belkide en önemlisine iyi bir teşhis tedavisi nasıl olur bilmiyorum.Akşam yemeğinde haber dinleyen bizler en kötü haberleri bile yemeğimizle birlikte sindiriyoruz.Ölümleri birer rakam olarak kabul ediyoruz müslüman kimliğimizi bırakın insani özelliklerimizi bile kaybediyoruz merhametten yana. Aslında için içinde kemiriyor bu hissiyatsızlık bizi. İçimizde bir boşluk emin olma halini özlüyor, kendimizden bile şüphe eder hale geldik ne eski din anlayışı ne de reformist yaklaşanların din anlayışı tatmin etmiyor giderek acıkan ruhlarımızı… Medyatik hocalar daha da işin içinden çıkılmaz hale getiriyor kendimiz takılsakta takılmasakta bu sözlere müslüman müslümanın aynasıdır ve bizde birbirimizden etkileniyoruz.
Allah’ın boyasını bırakıp modern dünya boyalarıyla boyandık tutmadı aktı…Zaman bendedir ve mekan bana emanettir anlayışımızı kaybettik şimdi dünyanın heryerinde canı yakılan kardeşlerimiz var ve biz gözlerimizi kapattık görürsek şahid yazılmaktan hesap verememekten korktuk. Görmezsek işitmezsek ve konuşmazsak sorumlu olmayız belki diye…İspanyada zulmedildiği için gemilerle yahudileri getiren ve yer yurt veren vicdan nerde? şimdi müslümanlardan esirgiyoruz bu merhameti aynı topraklarda yüzyılladır beraber yaşadığımız insanlara üsten üsten bakıyoruz kibirle burası bizim ve bizim kalacak gibi faşizan sözlerle eziyoruz karşılıklı olarak.Emin ve Emanetini nerde bıraktık?
Ölenin arkasından konuşmak istemiyorum evet ama sizin belirttiğiniz ne yapsak olur mantığı ile yaptığını düşünmüyorum hani su katılmış bir islam anlayışımız var ama bu o değil bence daha acımasız bişey bu resmen Kerbela’da yezid taraftarlığı müslümanlar orda hertürlü kıyımdan geçerken kapıları kapamak zalimlikten başka bişey değil
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Mar 12, 2010 | Reply
Hüsnü Gayr-i Mübarek’in sadık adamıymış belli ki. Diktatörler koltuk altlarında böyle istediği fetvayı verdirecek adamlar bulundurmayı severler. Bizde de birçok geçmiş örneği var.
Kural 1: Eğer bir adam/kurum devlet kontrolündeyse ondan uzak duracaksın.
Kural 2: Bir adam dinle ilgili yaptığı işlerden para kazanıyorsa o adamın dinle ilişkisi netamelidir. İkinci bir işi, farklı bir geçim kapısı olacak. Adam İmam-ı Azam’ın ismi üzerinden kendine yat, kat alıyor… o adamın namaz 5 vakittir demesinden bile şüphe ederim. “Ben tebliğime karşı sizden bir ücret talep etmiyorum” ayetinin masadakı sadece resuller değil herhalde. Ezher imamı kim ya? Tanımam imam filan. Bizde papalık mı var öyle şahısların ağzından çıkan fetvalara göre amel edeceğiz? Bu adamlar fetva verdikçe ümmet “sen kim oluyorsun, fetvaya yetkin yok kardeşim!” diyebilmeli. Demeyince işte böyle her sakallıyı dedemiz zannetmeye devam ederiz.
Yazan:sonsuzluk bilmecesi Tarih: Mar 15, 2010 | Reply
Tüm bu yazdıklarınızdan muzdarip olmamak elde değil. Ne de olsa sırçalarımız dökülmüş, aynalarımız kırılmış. Sevgisizlikten ve merhametsizlikten buz kesmiş dünyamızı. Benliğimiz donmuş. Evren korosunun lahutî senfonisini duymaz olmuş kulaklarımız. Gözlerimizi nefs parmağımızla kapatınca karanlıklarda kalmışız. Zombiler kesmiş yolumuzu. Dizlerimiz titrerken, dillerimiz lâl olmuş. Tek dişi kalmış canavarlar ülkesinde ”oku!”mayı unutmuşuz da kitaplar uydurmuş, kitaplar yazmışız ciltlerce.
Ağıtlar yakıyoruz şimdi. Hakkımız…
Ama ben gülümsüyorum. Gülümseyerek dolaşıyorum sokaklarda, caddelerde. Yanımdan geçen insanların yüzüne bakıyorum ve gülümsüyorum. Tedirgin oluyor bazıları, şaşırıyor, anlam veremiyor. Bazıları çekingen bir tebessümle karşılık veriyor. Bazılarıysa yüreğinden gelerek… Çocuklar mesela. Uzun uzun bakışabiliyoruz onlarla. Göz kırpıyorum sonra ben. Gülümsüyoruz ve bu ikimizin arasında bir sır oluyor. Demek istiyorum ki ”Ey insanlar, sevgi ölmedi, hâlâ kardeşiz, yaratılışımız hâlâ anlamlı, evren yerli yerinde, herşey yerli yerinde, iyilik ölmedi, güzellikler bitmedi… Ey insanlar sizi seviyorum” Çünkü biliyorum, birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olmayız, göstermedikçe sevgimizi besleyip çoğaltamayız…
Eve döndüğümde masamın üstünde istiflenmiş test kitaplarımla karşılaşıyorum. Ve omzumu silkip okulda öğrendiğim küfürlü sözlerden en masumunu savuruyorum:)
Siz de insanlara gülümseyin ve aynaya bakıp kendinize de… Hep şikayet etmeyin. Sadece şikayet etmekle yetinmeyin. Çevremde şikayet eden, memnuniyetsiz ama buna rağmen olan bitene kayıtsız, asık suratlı yetişkinler görmekten bıktım. Küçücük de olsa birşeyler yapın. İş dönüşü yolda karşılaştığınız insanlara gülümsemek gibi, selamlaşmak gibi… Yada gücünüzün yettiği başka küçük şeyler. Çünkü şikayet hiçbir sorunu ortadan kaldırmıyor ve bizim sessizliğimiz/tepkisizliğimiz zalime cesaret veriyor.
Sevgilerimle…