Elektronik Kafeslere Mahkum Olmak
By eg on Mar 17, 2010 in Adalet, Teknoloji
Elektronik teknolojileri geliştikçe, bu teknolojilerin yarattığı olumlu ya da olumsuz sonuçlarla karşılaşıyoruz. Cuntacılarla, çetecilerle mücadelede dinleme ve izlemenin getirdiği kimi avantajlar, hemen hepimizi bu teknolojilerin iyi bir şey olduğuna ikna etmiş vaziyette. Her köşe başında rast gelmeye başladığımız mobese kameraları sadece Türkiye’de değil, dünyanın gelişmiş tüm ülkelerinde günlük hayatın vazgeçilmezleri arasına girdi. Google’ın kimi uygulamaları ile dünyanın herhangi bir yerindeki kimi kamera görüntülerine bile rahatlıkla ulaşabilir olduk.
Bütün bu uygulamalar, topluma sunulurken çoğunlukla oldukça ikna edici argümanlar setiyle birlikte geliyor. Dinleme, izleme ile ilgili teknolojik imkânlar kullanılmasaydı cuntacılar, çeteciler belki hiç ele geçmeyecekti deniyor. Artık sokak arasına kadar girmiş kameralar olmasaydı suçluları kolay yakalayamayacaktık iddialarında bulunuluyor. Üstelik mobese kameraların her an her yerde izlendiğini bilen suçlularda caydırıcı bir etki yaratacağı gibi – beni bile ikna etmeye yaklaşan – argümanlar sunuluyor.
Hatırlarız bir ara Önder Sav ile ilgili bir dinleme skandalı patlamıştı. Bu skandalda iki tavır ortaya çıkmıştı. Birinci tavır, Önder Sav’ın, dinlendiği iddiasını ortaya koyduğu gün, bildik darbeci tavırlarına bu dinlenme olayının yapacağı muhtemel bir katkının üzerine balıklama atlayan basının ve köşe yazarlarının bakışıydı. Bu bakışın derdi dinlenme olayının bizzat kendisi değil, dinlemeyi yaptırdığı iddia edilen AKP’nin, kapatılma davasına yapması muhtemel katkılardı aslında. İkinci bakış da birincisi kadar sorunlu gözüküyordu. Bu bakış, dinleme olayının açığa çıkmasından önce ve sonra yapılan çeşitli tartışmalarda, kendini bir tür arıza ile ortaya koyuyordu. “Ama jandarma da dinliyor”, “sadece polis dinlemiyor” gibi sloganvari sözlerle özetlenebilecek bu bakış da, olayın aslına sirayet edebilecek bir bakıştan yoksun görünüyordu. Yani, dinleme eyleminin bazı şartlara bağlı olarak yapılabilmesinin kanuni ve meşru olduğu ima ediliyordu. Bir televizyon programında, ikinci bakışa sahip olduğunu bildiğimiz Bülent Orakoğlu, çok manidar bir söze imza atıyordu: “Suçsuz olmayanlar bilsin ki devlet onları dinlemez; suçlu olanlar da bilsin ki devlet onları mutlaka izliyor, dinliyor.”
Orakoğlu’nun o zaman söylediği sözler, Google kameralarının insanların evlerinin bahçelerine kadar girdiği yönünde şikâyetlerde bulunanlara Google CEO’sunun cevabını hatırlattı bana. Google CEO’su “Gizli saklı işler mi yapıyorsunuz ki insanların öğrenmesinden korkuyorsunuz?” gibi bir argümanla insanların evlerinin bahçesine kadar girebilen gözetlemeleri savunmuştu.
Modern toplumların özellikle son 50 yılda, güvenlik ve terör sorunlarıyla yüzleşmesi ile birlikte ortaya çıkan tavır analiz edilmeye değer. 20.yy. Batı’sının en önemli düşünürleri modern toplumlardaki sorunları, iktidar ilişkisini, büyük kapatılmayı analiz eden yazılar yazdılar. Jean Baudrillard’dan, Jacques Derrida’ya, Michel Foucault’a, Emmanuel Levinas’a, Immanuel Wallerstein’a, Zygmunt Bauman’a kadar birçok Batılı düşünür ilgili konularda önemli analizler yaptılar ve medya toplumu, iletişim toplumu, teknoloji toplumu gibi kavramların ne kadar çabuk “büyük kapatılmaya”, “öznenin yok oluşuna”, “simülasyon toplumuna”, “sıradanlaşmış Auschwitz’lere” dönebildiğini analiz ettiler. Ancak özellikle son birkaç yılda bir tür “gözetleme toplumu” haline gelişimize, ülkemizden hemen hemen hiçbir düşünürün kayda değer bir itiraz geliştirememesi üzerine düşünülmeye değer bir durum arz ediyor.
George Orwell “1984” adlı romanında bir distopya portresi çiziyordu. Devletin, bireylerin her hareketini gözlemlediği ve yanlış yapılan şeyleri haber alıp anında cezalandırdığı bir yapıyı anlatıyordu 1984 romanı. Bu yapı “big brother” diye adlandırılan bir yapıydı ve devasa bir itaat mekanizması yaratıyordu. Böyle bir gözlemci yapının, herkesi, devletin çizdiği “ideal” portreye yaklaştıracağı ve herkesi tek tipleştireceği muhakkak. Yine Philip K. Dick’in, Spielberg’in de filme çektiği ” Azınlık Raporu ” adlı öyküsü, böyle bir gözetim toplumunu çok önceden haber veriyordu. Özel oluşturulmuş bir güvenlik birimi, çok ileri bir teknolojiyi kullanarak, insanların beyinlerinde suç işlemeye yönelik hareketleri gözlemliyor ve suç işlenmeden suçu işleyecek olan kişiyi bertaraf ediyordu. Suçun ve cezanın felsefesine, metafiziğine girilmediği zaman, teknoloji tapınmasının gelebileceği noktanın, oldukça dramatik bir anlatımıydı öykü.
Peki, bugün evlerimizin içerisine kadar girebilen dinleme ve gözetleme imkânları, her sokak başındaki mobese kameralar bize 1984 romanını ve “Azınlık Raporu”nu hatırlatmamalı mı? Bu kameraların hayatımızın içine kadar girip, hepimizi birer Truman Show oyuncusuna döndürmesine bir itirazımız olmayacak mı? Başlangıçta kimi “faydalı” gibi görünen özelliklerine ikna olup, bu “faydalı”nın ne kadar da çabuk bozunuma uğrayıp, hem insan haklarının hem de demokrasinin en büyük düşmanı olabilecek bir despotluğa zemin hazırlama potansiyeline haiz olduğunu görmeyelim mi? Özel hayatımızın sınırlarının yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlaması, insan olarak bizleri rahatsız etmemeli mi?
Modern kapitalist dünyanın, sadece aynı ülkenin vatandaşları arasında değil, aynı zamanda ülkeler arasında da yarattığı refah uçurumları, zengin olanların maddi imkân açısından kısıtlı olanlardan kendilerini sakınmaları gereken bir yapıyı da “mecburi” kılıyor. Göçmenlerin, denizlerde ölüme terk edildiği; ya da en iyi ihtimalle çok kötü şartlara sahip gettolarda yaşamaya mecbur edildiği bir görünüm alıyor ultra-modern hayat! Olup biten, zenginlerin, kendilerini ve zenginliklerini tehlikede gördüğü zaman, bu tehlikeyi bertaraf etmek için bir gözetim toplumu yaratmalarıdır aslında. Oluşan güvenlik ve terör sorununun kaynağındaki sorunlara eğilmek ve o sorunları, sorunu bizatihi yaratan anlayışlar dışındaki yeni bir anlayış ile çözmek için çaba sarf etmektense; Batılı devletlerin de bizim ülkemizin de seçtiği yol, devletin güvenliğe tehdit oluşturan her türlü olayı önceden bilmek istemesi olarak öne çıkıyor. Seçilen bu yol, devletleri, gelişen teknolojinin de yardımıyla devasa gözetleme ağları haline çeviriyor.
Bir çeşit teknoperestlikle, teknolojinin getirdiği her türlü aracın, ahlâki arka planına, felsefi eleştirisine girmeden kabul edilmesi ve kullanıma alınması, yaşadığımız ortamı iletişim toplumundan ziyade, iletişimsizliğin, güvensizliğin, insanî değerlerden yoksunluğun baskın olduğu bir gözetim toplumuna çeviriyor. Teknolojinin ve iletişimin, insanlar için büyük oranda elektronik kafesler demek olduğu bir dünyaya doğru ilerliyoruz hızla.
Vakit geç olmadan, herkesin gözetlenebilmesi yetkisini verdiğimiz devletin (ya da güçlü olan kimse onun) bir tip “big brother” hâline dönüşmekte olduğunu göremezsek, eksiksiz bir “big brother” yaratma olasılığımız yüksektir.
2 Yorum
Yazan:Gürhan Tarih: Mar 17, 2010 | Reply
O wonder!
How many goodly creatures are there here!
How beauteous mankind is!
O brave new world,
That has such people in’t!
1984 denince,aklıma hep Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı gelir.İlk bakışta birbirinden tamamen zıt romanlar gibi gözüküyor olsa da,nihai tahlilde aynı tesbite varırlar.1984’de Orwell,derdini direkt olarak anlatırken,Huxley bir ütopya görünümü altında ironi silahını çok iyi kullanıp aslında tamamıyla distopik bir gelecek tahayyülünü serimliyordu.Ben içinde yaşadığımız kontrol toplumunu Huxley’in tasvir ettiğine daha çok benzetiyorum.Evet 1984’te de Winston,beyinleri uyuşmuş, sonuna kadar itaat eden,yaşadıkları saçmalıkları sorgulamayan topluluk içinde bir şekilde “uyanış” durumu yaşıyordu.Cesur Yeni Dünya’daki insanlar da aşağı yukarı benzer durumda olmalarına karşın,uyuşturucu ve hedonizm batağı içinde neyin ne olduğunun farkına bile varmaya mecalleri olmayacak haldelerdi.Bu anlamda Baudrillard’ın simülakrlarına(yanılıyorsam lütfen düzeltilsin)benzer biçimde televizyonun hızlı tüketilen ses ve görüntü bombardımanı karşısında insanlar, adeta hipnotize olup,kendilerine yönlendirilen “aşırı enformasyonu” hakikat olarak algılamaya hazır paralize edilmiş bir sürü haline geliyorlar.Göklerden sivillerin üzerine yağan tonlarca bombayı,adeta bir havai fişek gösterisi gibi rahat koltuklarından izlerken,birkaç saniye içinde bu bombaların küçücük sabileri paramparça edeceği gerçeğini ketliyorlar.Ulus devletler ,irredantist,militarist sakat ideolojilerini bu algı karartıcı araçlar vasıtasıyla meşrulaştırabiliyorlar.Dolu dolu içerikli ve entellektüel gradosu yüksek yazınızda,post-post-modern(H.Bülent Kahraman)zamanların gözetim toplumu panoramasını yeterli bir biçimde tasvir etmişsiniz.Jeremy Bentham’ın mahkumların eksiksiz gözetlenmesi amacıyla dizayn ettiği ve Foucault’nun üzerine kafa yorduğu panoptikon kavramıyla bitirirken,konuyu çok iyi özetleyaceğine inandığı Bentham’ın sözüyle noktalıyorum:”Bir üst aklın, gücü elde etmesinin yeni bir modeli”
Diye düşünüyorum…
Yazan:eg Tarih: Mar 17, 2010 | Reply
mehmet yazıya resim olarak “derin devlet özelime girme” yazan bir resim koymuş:)) doğrusu ne derini, ne derin olmayanı, ne liberali, ne sosyalisti hiçbir iktidarın, insanları böyle bir kafes içine tıkmaya hakkının olmadığını düşünüyorum. o yüzden dinlemelerin(ve gözlemelerin) eninde sonunda “haklandırılması” mümkün bir platforma oturtulabileceğini düşündüğüm için; şunun ya da bunun dinlenmesi gözlenmesine değil, dinleme ve gözlemenin kendisinedir itirazım; kişi ayrımı gözetmeden…zira bu gidişat bugün “suçludan” başlar, yarın “potansiyel suçluya” evrilir ve en sonunda da “bizim iyiliğimiz için bizi gözetleyen” devasa organizmalara dönüşüverir toplum. mesela STV’nin televizyon yayınlarında bu tür “dinlemegözetleme” imkanlarına övgüler düzenleyen kimi dizi ve programlar oluyor. müslümanlar ne kadar da çabuk teknoperest oluyorlar böyle! sanırım tefekkür olmadan bilimteknoloji olursa böyle oluyor müslümanlık! böyle olunca da ne farkımız kalıyor ki “ötekilerden”!!!