Doğaya Ruhunu İade Etmek!
By eg on Mar 24, 2010 in Çevre, İnsan, Modernleşme
Günümüz dünyasının en önemli problemlerinin başında, yaşadığımız çevrenin ve doğanın hızla tahrip edilmesi geliyor. Bir taraftan küresel ısınma ile birlikte dünyanın dengesinin bozulması sonucu yaşananlar; öte taraftan her geçen gün yeni bir “ihtiyaç” için yok edilen doğal yaşam, insanı kendi eliyle hazırladığı bir felakete koşar adım götürüyor.
Çevreye verilen geri dönüşü imkânsız tahribatlar, dünyanın her tarafında, bu konuya duyarlı insanların itirazlarını da beraberinde getirdi. Küresel ısınmanın yarattığı sorunları gündeme taşıyan, çevre kirliliği ve doğanın hızla yok edilmesine karşı eylemler düzenleyen çevreci gruplar, insanları bu konularda daha duyarlı olmaya davet edecek girişimler yapıyorlar. Ancak bu grupların kahir çoğunluğunun, sorunu, temelindeki zihniyetle birlikte kavrayabilen, bunu yapabildiği için de ciddi anlamda bir muhalif yapı önerebilen gruplar olduğunu düşünmüyorum. Bu gruplar, daha çok modern zihniyetlerin kendi içlerinden çıkardıkları ve bu zihniyetin diyalektiği içinde olmazsa olmaz görünen zayıf birer denge unsuru olarak işlev görüyorlar. Greenpeace benzeri grupların yaptıkları eylemlerin hemen hepimizde sempatik bir gülümseme dışında herhangi bir etki yaratamaması, o grupların söylemlerinin modernliğe bir alternatif üretememesinin getirdiği bir sonuç bana kalırsa.
Çevre ile ilgili yaşadığımız ve yakın gelecekte çok büyüklerini yaşayacağımızdan kuşkumuz olmayan felaketlerin fikrî arka planını doğru analiz edemeyen her tepki, ana akım yok ediciliği törpülemeye değil, beslemeye zemin hazırlayacaktır. Peki, nedir bu bilmemiz gereken fikrî altyapı?
DOĞAYI KUTSALDAN ARINDIRMANIN SONUÇLARI
Bugün yaşadığımız büyük felaketin düşünsel arka planı, modern zihniyetlerin doğaya ve insana bakışında aranmalıdır bana kalırsa. Aydınlanma sonrası Batı düşüncesinin doğayı, sömürülecek bir nesne haline getirmesi ve çıkarlarımızın karşılanmasını sağlayan bitmeyen bir stok olarak işlev görecek şekilde kurgulaması sorunun kaynağını oluşturmaktadır. Ancak Batı düşüncesinin doğaya bakışının arka planında Hıristiyanlığın doğayı “ötekileştirmeye” yaptığı katkıyı da göz ardı etmemeliyiz. Nasıl ki laiklik, Aydınlanma ideolojisinin olduğu kadar, Hıristiyanlığın da bir sonucu ise; doğanın ötekileştirilmesinde, kutsal ile dünyevî arasında kesin bir ayrım çizen Hıristiyanlığın dahli vardır. Hıristiyanlık dünyevi olanı, doğaya ait olanı kutsal olandan ayırarak, kutsal alanla dünyevi alan arasında birbirine girmemesi gereken kesin çizgiler çizmiştir. Hatta kutsal alana dünyevi olanın girmesi kutsala bir hakaret olarak görülmüş ve lanetlenmiştir.
Aydınlanma düşüncesiyle birlikte, Hıristiyanlık ve kilise, Batı toplumunda eski gücünü kaybetmiş olsa da, kimi zihni altyapıları ile modernliğe de zemin hazırlamıştır. Kutsal olanın, doğal olandan, dünyevi olandan kesin çizgilerle ayrılıp, “sadece” kutsal olana yönelen Hıristiyanlığın aksine, “insanı merkeze alan” Aydınlanma düşüncesi, Hıristiyanlığın yaptığını tersyüz edip, zaten Hıristiyanlığın katkıda bulunduğu profanlaştırılan doğaya, kutsal olanı tümden hayattan atıp kilise ritüellerine indirgeyerek son darbeyi de vurmuştur.
MUTLAK’IN TECELLİGÂHI OLARAK HAYAT
Dünyada gördüğümüz tüm varlıkların “Mutlak” olanla sürekli bir ilişki içinde olduğunun, insan olarak bizlerin “Mutlak” ile ilişkimiz sonucu, doğadaki canlı cansız her varlıkla bir ilişki içinde olduğumuzun bilindiği bir zihinsel yapıda, ne modern bilimin ve teknolojinin sınırsızca “ilerlemesi”, ne de bu “ilerleme” sonucu yaşanan büyük felaketler mümkün olamazdı. Zira doğayı kutsalın bir tezahürü, bir başka deyişle Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir yer olarak gören; insanı da Allah’ın tüm sıfat ve isimlerinin tecelli ettiği “küçük âlem” olarak gören bir zihniyetin, “ilerlemede” de, bilimde de bağlı olduğu bir ilke söz konusudur. Bu ilke, Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiği ve bu yüzden de kutsal olan doğanın tahribine de imkân tanımayan bir ilke olarak, sınırsızca “büyüyen” ve büyüdükçe de kendi kuyruğunu yediğinin farkında olmayan modern bilim ve teknolojinin gelişim çizgisini takip edecek bir bilim yarat(a)mazdı zaten.
İnsanın ve evrenin kutsaldan arındırılması, önce evrenin, sonra da, onun yazgısıyla paralellik yaşaması mukadder olan insanın yıkımına zemin hazırlayacaktı mecburen. Aklı, araçsallaştırdığı doğayı sömürmek için bir araç haline getiren ve böylece kendisi de araçsallaşan insanın, sömürdüğü doğanın yazgısını paylaşacak olduğunun farkına varmasının imkânsız hale geldiği bir zihinsel süreç yaşamıştır insanlık. Sömürülen doğa, kendisiyle birlikte hayatı da büyük bir yıkımın eşiğine getirmiştir. T. Lindbom’un “Başaklar ve Ayrık Otları Modernliğin Sahte Kutsalları” adlı kitabında söylediği gibi; sömürü kutsala karşı bir küfürdür, çünkü insanın benlik davasının ve kibrinin bir ifadesidir. Tabiatın sömürüsü ve yıkımının sadece maddi kazanım gibi bir motivi vardır ve bu yıkıcı güçler bizatihi insana da yönelebilirler…
İçinde yaşadığımız dönemde, çevre krizleri hepimizi bir kıyamet beklentisine sokacak kadar ciddi hale geldiyse, bu konuda bir defa daha düşünmenin ve gidilen yolun yol olmadığını fark etmenin zamanıdır. Ancak bu yolun yol olmadığını fark etmek, zihinlerin iğdiş edilme sürecini tersyüz etmekten geçiyor bence. İnsan ile doğayı birbirinden kesin çizgilerle ayıran ve her ikisi ile birlikte yaşadığımız hayatı da kutsallıklarından soyan bir zihniyetin kaçınılmaz sonucudur yaşadıklarımız. O sonuçların mukadder “son”unu yaşamak istemiyorsak, bu sonuçları yaratan zihniyetle hesaplaşmamız gerekmektedir. Zira “bilimini, teknolojisini al; yaşam biçimini alma!” gibi basit ve içi boş argümanlar değil, hayata ve elbette onunla birlikte her şeye kaybettiği kutsallığı geri iade etmekten başlaması gereken kapsamlı bir zihniyet dönüşümüdür ihtiyacımız olan!
İnsan, Allah’ın, “ruhumdan üfledim” diye şereflendirdiği bir varlık olarak, yaşadığı çevrenin ve evrenin kutsal tabiatını tanımaktan başlamalıdır. Böylece Hüseyin Nasr’ın dediği gibi doğaya ve diğer varlıklara karşı sorumluluğunu tekrar gözden geçirebilir. Bu, insanın yaşaması gereken bir iç-dönüşümdür. Bu dönüşümü yaşayan insanın “dışarıda” olanı kendi kutsallığı içinde kabul etmesi ve saygı duyması ancak bu şekilde mümkün olabilecektir.
İnsanlık endüstri devriminden bu yana doğayı şekillendirecek güce sahip. Ancak bu şekillendirme gücü yaşamı değil de maddî çıkarları koruyacak biçimde kullanılıyor. Fakir ülkeler, aynı ülke içinde yaşayan fakir insanlar, bitkiler ve hayvanlar “vahşi doğadan” bile daha vahşi bir kirletme özgürlüğünün(!) kurbanı oluyorlar. Gelecek asırda hep beraber keşfedeceğiz paranın yenip yenmeyeceğini. Yok ettiğimiz balıkların yerine Amerikan doları koyup koyamayacağımızı… Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:MY Tarih: Mar 24, 2010 | Reply
Abi etkileyici bir yazi, sagolasin. Bu konunun bu sekilde temellendirilmesi çok isabet oldu. çevre-doga konulu yazilarimizin sonucu gibi.
Demek ki aklin (Hikmet’in?) yolu bir. Bu sözlerin bana Toshihiko Izutsu‘nun kitabi İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar‘dan bir yeri hatirlatti (sf. 64-65):
Yazan:yusuf memur Tarih: Mar 24, 2010 | Reply
Doğa”ya ruhunu iade etmek..!!! Ruhsuzlaşan bir dünyada doğa”ya kim RUH”u iade edecek enenmiş ve igdiş edilmiş yaşam tarz’larıyla gittikçe kokana’laşan mı yoksa insana her türlü zulmü reva görerek adeta merdiven basamagı olarak kullanıp bir yerlere kapak atarak bulunduğu mevkiden başka hiç bir mahareti olmayan iki ayaklı yaratıklarmı veya toplumun asıl”ları olan ve yetkisiz yetkili olarak ülkemin her türlü sıkıntısına gögüs geren askerlik yapan vergi veren kısacası sadece ve sadece sagmal bir inek konumuna konulan insanlarımmı
eger ruh’suz olan idareciler bu ülkede arzı endam ediyorsa ve yetkiler tek elde toplanmış olarak üç kuruşluk yaratıkların eline geçmişse ve DOĞA ile ilgilenen bütün dernek lokal v.s. bunlar tarafından idare ediliyorsa doğa”nın ruhu’da igdiş edilmiş demektir aslolan önce bu yaratıklara ruh iadesi olmalıdır eger bunlar ruh ile buluşurlarsa kurtulurlar ve dolayısıyla biz kurtuluruz DOĞA”mı onu hiç dert etmeyin her şeyin sahibi olduğu gibi onunda bir sahibi var elbette O mülküne sahip çıkar ve her şeyi bir mükemmelliyyet içinde oldurur……..
Kısaca RUH bu yaratıklar için lazımdır kimmi bunlar onlar kendilerini biliyor tabi herkez”de onları biliyor ve tanıyor
Yazan:cb Tarih: Mar 24, 2010 | Reply
enver bey,
sorumluluğunuza bereket.
yazıyı okurken direk Asr suresini çağrıştırdı bana, ‘ insan hüsrandadır,ziyandadır ‘
insan doğaya bir nimet olarak bakmıyor ki,kıymet bilsin,şükretsin ya da doğaya karşı sorumluluk bilinci edinsin.
iki yıldır bahçemde lale yetiştiriyorum,Rabbim bu nasıl bir lütuftur,bir kış yoklar,sonra topraktan fışkırışları,birbirinden farklı renklerde serpilişleri hepsi benim için birer mucize…ayet ‘ topraktan tohumdan bahsediyor ‘ ben okuyorum,bahçeye çıkıyorum; görüyorum, yaşıyorum,muhteşem…ben bu denli anlamlar çıkartırken bir gün, biri bahçeye girip tüm lalelerimi kimini kopartarak,kiminin kökünü sökerek bahçemi tarumar etmiş.görünce çıldıracak gibi oldum,halen yazarken öfkeleniyorum.diyorsunuzya insanın doğayı tarumar etme meselesi diye bırakın kendi tarumarını bir başka insanın imarını da gelip yok ediyorlar.
Yazan:eg Tarih: Mar 24, 2010 | Reply
sevgili mehmet,
mahmut erol kılıç hocanın bir röportajında söyledği birşey vardı. özellikle Allah inancıyla ilgili müslümanların şirk tehlikesi ve korkusu dolayısıyla aşırı-tenzih noktasına kaymasının, onların doğaya, insana velakin hayata bakışını da sakatlamaya başladığından dem vurmuştu. ben de bu tespitlere katılıyorum. bütün dini geleneklerde tenzih ile teşbih boyutunu bu kadar mükemmel tevhid etmiş tek gelenek olarak İslam geleneği mensuplarının doğanın, insanın yok oluşuna karşı, şu an dünya tarihinde canlı kalabilmiş belki de tek alternatif üretebilecek gelenek olduğunu düşünüyorum. islam modernleşmesi ister modernist tarzda(fazlurrahman, hamidullah, rasyonelist cabiri ve hatta süruş bile dahil edilebilir buna) isterse de modernliğin karşısına onun antisiyle çıkmaya çalışan ama yine de epistemolojisiyle modernliğe bağımlı kalan tarzda (mevdudi, hasan el benna, seyyid kutup vs) olsun, bu tevhid boyutunu büyük oranda arka plana attı. müslümanlar “uhud benle konuşur, ben uhudla” diyen peygamber(s.a.v)nin sözlerini bir menkıbe olarak dinliyolrar sadece, her zerresi Alalh’ı tesbih eden evrenin bir ontolojik gerçekliği olarak değil. bu yeniden-hatırlama herhalde büyük bir devrim olacak hem müslüman dünyası hem de tüm insanlık için. ben öyle düşünüyorum…
Yazan:MY Tarih: Mar 25, 2010 | Reply
kisisel inancim, aklim ve kalbim TAM ORTASI’ni gösteriyor, Ibn Arabi’nin (ve zannediyorum senin de) savundugu gibi TEVHID.
modernist çerçevedeki islamci(?) arayislar… evet, ne yazik ki ya Islam’i bir seylere uyarlamak ya da Islam’da varsa bile “ötekilere” inat bunlari Islam’dan çikarma gayreti.
ukalalik gibi olmasin ama bu bence Islam’i anlaMAmak demek. “anlamiyorum, onun için kitabina (liberalizme, ulus-devlete…) uyduracam” demek. Veya “anlamiyorum, onun için ‘ötekiler’ ne yapiyorsa tersini yapacam”
Dünya’ya endeksli ya da Dünya’ya tersinden endeksli Islam artik Islam degildir, bilmiyorum katilir misin?
bu sözler bana Hz. Gazâlî’nin Iman Kitabi’nda okudugum bir seyi hatirlatti, Iman’i mahkemedeki bir sahide benzetiyor ve akli da Iman’a kefil olan, Iman’in dogru söyledigini tasdik edene.
mealen “Nasil Akil’dan vaz geçebilirsin? Iman’i ni tasdik eden o degil mi?” diye soruyor.
Tabi bu akil REASON degil 🙂