Her sanat eseri bir soru demektir 3
By eg on Mar 29, 2010 in İnsan, Sanat, Sinema
Hayat Var (2008) Reha Erdem
Hayatın tüm yükünü sırtında taşıyormuş gibi yorgun Hayat, gözlerinde dünyanın bütün akşamlarını yansıtıyor sanki. Ancak o gözlerde, dünyanın tüm sabahlarını solumak için sabırsız bir istek de usulca kendini belli ediyor. Aynı Bresson’un Mouchette’i gibi, Hayat’ın da tüm beklediği kendisine uzatılacak sevgiyle dolu bir el. Bu beklenti, o yaşlarda en büyük tehlikelerin zehirli çiçeklerini açtığı bir ortamı da beraberinde getiriyor.
Mouchette, insanlara ve hayata yönelik küçücük bir umudu ve bu umudun sevgi dolu bir karşılığını göremeyince, ölümde buluyordu çareyi… Hayat ise, kendisi gibi bir taze baharla birlikte hayatı seçiyor.
Peki, hayat terazisinin karşı kefesini ağırlaştırdığı için; yükü, ilk fırsatta teraziden atılarak hafifletilen hayat, gerçekten “Hayat varmış!” dedirtebilir mi Hayat’a yaşayacağı uzun yıllarda?
Karamazovi(2008)Petr Zelenka
Roman, tiyatro ve sinema birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olabilirler? İyi romanlar, iyi tiyatro eseri olabilirler mi? İyi tiyatro eserleri aynı güç ve güzellikle sinemaya uyarlanabilirler mi? Ya büyük bir romanın sinemaya uyarlanması, aynı derece büyük bir film ortaya çıkarabilir mi?
Karamazov Kardeşler’in sıra dışı bir mekânda uyarlandığı bir tiyatro oyununun, uyarlandığı bir film olarak Karamazovi, romanın kendisinden ziyade roman, tiyatro ve film ilişkisini düşündürüyor. Ruhunu ortaya koymak için mutlaka seyirci karşısında oynanmaya ihtiyaç duyan tiyatro ile ilk bakışta böyle bir seyirci kitlesine ihtiyaç duymayan edebiyat ve sinema arasında filmde kurulan bağ, filmi izleyenlere üç deneyimi birden yaşatıyor; hem roman okuyucusu, hem tiyatro seyircisi, hem de üçüncü katmanıyla film izleyicisi deneyimlerini… Romandan direk filme bir uyarlama yerine, tiyatro ara basamağını kullanarak uyarlama tercihi, sanat formları üzerine derinlemesine düşünmeye davet ediyor insanı…
Fabrikada çalışan ve çocuğunu – belki de bir sorumsuzluk veya ihmal sonucu – kaybetmiş adamın, oyunu izlerken, oyun ile ve belki de Ivan ve Smerdyakov ile kurduğu hayat ilişkisi, film seyircisi olarak bizleri, romanın ve oyunun bir üst katmanına taşıyor. Roman veya tiyatro, okuyucu ya da izleyicinin hayatının içindeki yankılarıyla perdeye nasıl aktarılabilir sorusunun oluşturduğu katmana…
Para – L’Argent – (1983)Robert Bresson
Materyalizmin tutsağı olmuş bir dünyada, paraya teslimiyet seri cinayettir bir anlamda. Ruhlarımıza uyguladığımız acımasız bir seri cinayet! Vücutların, kendilerine varlık ve anlam veren ruhsallıklarını kaybettikleri ve birer makineye döndükleri bir dünyadır materyalizmin tutsağı para dünyası.
Bresson, bu yüzden kamerasını ruhsallığını yitirmiş ve birer makine parçası gibi işlev gören ellere, kollara, ayaklara ve diğer vücut parçalarına odaklıyor olmalı.
Sahte paranın kaynağının peşinde giderken, paranın getirdiği sahte dünyalardır bütün maskeleri ile önümüze serilen…
Cannes’da 1983 yılında En İyi Yönetmen ödülünü paylaşan Bresson filmi L’Argent ile Tarkovsky filmi Nostalghia ironik bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlardı. Birisi materyalist hayatların sahteliğini çırılçıplak ortaya koyarken, öteki alternatifini ortaya koyuyordu tür derinliği, güzelliği ve ruhuyla.
Mouchette (1967)Robert Bresson
Ürkütücü bir soğukluktur sevgisizlik. Hele ki daha 15 yaşında ve hayatın tüm tokatlarını yemiş bir genç kız için büyük bir yıkım… Anne, son umut; yıkımı erteleyen son engel… Onu da kaybedince, bilemez ne yapacağını çocuk, nereye bağlanıp kimden sevgi bekleyeceğini.
Mıh gibi kalbe saplanan bir sahne ile bitiyor film. Tüm acılarının doruk noktasında, annesini kaybettiği gün gördüğü bütün o vurdumduymazlık, sahtelik karşısında yapacak bir şeyi kalmıyor Mouchette’in. İntihar etmek için bir göl kenarına gider. Amacı suya atlayıp kendisini orada boğmaktır. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır. İkincisini denemeden önce ilerideki yoldan bir traktör geçiyordur. Kız, hayata tutunma isteğinin küçücük de olsa bir karşılığını bulmak istiyordur, insanlarda küçücük de olsa bir merhamet kırıntısına şahit olmak! Traktör şoförüne elini kaldır, çekingen ve ürkek bir selam verir. İster ki bir küçücük karşılık görsün ve hayata tutunacak bir sebebi olsun; traktör şoförü Mouchette’in el selamını görür ama kafasını çevirip yoluna devam eder. İntiharla biter film.
Hayatımızdaki en büyük acımasızlıklar, vurdumduymazlıklar sadece “kötü” insanlar tarafından değil, hatta daha da fazla normal hayatlarını yaşayan “iyi” insanlar tarafından yapılıyor belki de! Yaptığımız ya da yapmadığımız küçücük şeylerin devasa etkiler yaratabileceğini görmek konusundaki körlüklerimizdir belki de dünyadan ve yaşadığımız hayattan ruhunu çekip alan!
Yankesici – Pickpocket (1959)Robert Bresson
Hayatımızda kaç defa, ilk bakışta hemen önümüzde görünen bir hedefe ulaşmak için çok uzun yollar kat etmemiz gerektiğini fark etmişizdir. Hayat, en kısa yolların değil, çok daha dolambaçlı yolların, özümsenerek, derinleşerek aşılan yolların daha hayırlı olduğunu kaç defa göstermiştir bizlere?
“Seni bulmak için ne kadar uzun bir yol kat etmem gerekiyormuş!” der Michel sevdiğine. Demir parmaklıklar, arkasında vücudunu tutsak etmiştir; ama bu tutsaklık ruhuna uçsuz bucaksız bir özgürlük bahşetmiştir aynı zamanda. Raskolnikov gibi, kendisinde suç işleme hakkı gören Michel, aklının savurduğu ve heba ettiği hayatının, aşkkalp tarafından nasıl da özüne döndürüldüğünü yaşayarak görmüştür. O yüzdendir dolambaçlı yollar sonunda bulduğu şeyin mahiyetini ancak fark edebilmesi…
Bir görme biçimiyle bakmaya başlayınca, bütün akarsuların hep aynı noktaya aktığını fark etmek ne kadar da ilginç!
Bir Taşra Papazının Güncesi (1950)Robert Bresson
Din ve Tanrı ile ilişkisini koparmış bir dünyada, hayata bakışını din üzerinden kuran; yardımı, iyiliği, ahlakı ve başkası için adanmayı bu çerçevede anlamlandıran bir insanın anlaşılamaması, onu git gide bulunduğu ortama yabancılaştırıyor. İnsanoğlunun modern çağlarda acımasızlıklarla ve merhametsizliklerle anılır olmaya başlaması bu kopuşla olduğu kadar, kopanın yerine bir şey ekleyememekle ilgili. Ortaya çıkan kocaman boşluğun yarattığı anaforda oradan oraya sürüklenir olmuş tüm insanlık!
Bu kopuş, inanan ve inandığı gibi bir hayat sürmeye çalışan bir insan için, iç çatışma ve bu çatışmanın getirdiği yalnızlıktan başka bir sonuç getiremez mi gerçekten? İdeali ile yaşadığı hayat arasında bunca kopukluk olan inanan bir insan, şizofren olmadan yaşamayı nasıl becerebilir?
Dinle Neyden (2008) Jacques Deschamps
Mevlana’nın şiirlerindeki hikmetin, insanı ve onun ruhunu düştüğü konumdan alıp yukarılara taşıması film dilinde çok muhteşem karşılıklar bulabilecek bir şey olmalıydı. Tasavvufî dilin şiirselliği, sinemanın şiirselliğinin gücü ile son derece ilişkilendirilebilir bir şey bence. Peki, neden bir türlü kolay görünen bu şey gerçekleşemiyor ve “hâl”den ziyade “kâl”de kalıyor tüm dinitasavvufi filmler?
Tarkovsky benzeri bir derviş yönetmen olmak; yani bir taraftan çok büyük bir sinema sanatçısı, diğer taraftan da hayatını bu tür arayışa ve ruhsal yükselmeye adamış olmak hâl dilini sinema perdesine aktarabilmeyi sağlayabilirdi belki. Ama dünya tarihi bu özelliklerin ikisini de bünyesinden taşıyan çok fazla yönetmen görmedi şimdiye kadar. Fakat sadece böyle bir yönetmen, sükût ile fırtınaları bir arada barındıran tasavvufî hâli anlatılabilirdi herhalde.
Benny’nin Videosu – Benny’s Video (1992)Michael Haneke
Buzullaşma; Haneke’nin üçlemesine verdiği isim. Ruhların, kalplerin soğuması ve Nietzsche’nin insanlığı uyardığı sonsuz bir nihilizme teslim olması demek bu buzullaşma! Buzun o sahte beyazlığında tüm renkleri kaybedip aynılaşmak ve vicdanları bu aynılığa teslim etmek… Nietzsche’nin çölün büyümesinden şikâyeti ile Haneke’nin buzullaşması aynı noktaya işaret ediyor olmalı!
Buz çölünün büyümesinin teşhiri, o çölün büyümesini engeller mi peki? Modern Batı’da felsefe ve sanat tarihinde bu tespiti yapabilen çok az düşünür ve sanatçı olduğu düşünülürse, elbette bu da önemli bir şeydir. Hastalığın teşhisi, tedavi için olmazsa olmaz bir aşama değil midir?
Haneke kendine has sinema diliyle, buzullaşan hayatın tüm soğukluğunu vicdanımıza, kalbimize ve beynimize üflüyor adeta. Bu buzul soğukluğuna maruz kalınca, sinema salonundan çıkıp unuttuğumuz filmlere yaptığımız muameleyi yapamıyoruz Haneke filmlerine. Ya buzul soğuğunu ortadan kaldıracak ve içimizi ısıtacak bir yol bulmalı; ya da bu soğukla yaşamaya alışmalı ve bu alışkanlığın, giderek donmaya teşne olduğumuzu göstermesine dayanabilmeliyizdir artık!
Dondurarak uyandırmak! Haneke’nin yaptığına böyle bir isim verilebilir mi?
Yokedici Melek – Exterminating Angel (1962) Luis Bunuel
Bir yere girmek ister giremeyiz; çıkmak ister çıkamayız; yapmak istediğimiz şeyi bir türlü yapamayız… Kâbuslarımızda bu tür olaylara çok denk gelmişizdir.
Modernlik bu kâbus halinin hayat bulduğu bir ortam olabilir mi? Hiçbir şeyin bizim kontrolümüzde olmadığı ve herkesle birlikte akıntıya kürek çekmekte olduğumuzu ve bir süre sonra artık kürek çekmekten de vazgeçtiğimizi düşündüğümüz zamanlar olmadı mı hiç? Aslında modern zamanlar tüm o hızı ve parlak renkleri altında, bu düşünceyi imkânsız hale getirmesiyle kâbusu, sadık rüya olarak gösterebilme becerisine sahip. Hep kâbus içindeyiz ama kâbus gördüğümüzün bile farkında değiliz.
Para, maddi ihtişam ve ritüel haline indirgenmiş din, bir kabusta yaşadığımızı fark edemememize yardımcı oluyorlar Bunuel’e göre.
Sanki Bunuel de, bu kâbusu, başka bir kâbus içinden gördüğünün farkında değilmiş gibi!
Nastasja (1994)Andrzej Wajda
Öl(dürül)müş bir kadın, bir sedirde boylu boyunca yatıyor. Hemen yanında iki sandalye var. İki adam dizleri birbirlerine değecek şekilde oturmuş o sandalyelere.
Yatakta ölü bedeni boylu boyunca uzanan Nastasya Filipovna; sandalyelerde oturanlar Rogojin ve Prens Mişkin. İki âşık; iki rakip; iki apayrı kişilik… Mişkin, Dostoyevski’nin Hz. İsa benzeri karakterlerinden birisi… Aşk; kendini adama, fedakârlık demek onun için, nefsanî tutkuların çok üstünde bir şey… Rogojin, nefsinin tutkuları için her türlü kötülüğü yapabilecek bir kişilik. Sonunda en sevdiğini bile öldürebilecek kadar nefs mahpusu…
Bir mumun etrafında dönen iki pervane gibi… Artık mum sönmüş; ışık vermiyor ve o iki pervanenin, ışık vermeyen mumun etrafındaki çaresiz halleri bile muhteşem bir sinema gücü sağlardı…
Dostoyevski’yi filme uyarlayan yönetmenlerin çoğunluğu, neden hep sözlere takılı kalır da, o sözlerin gizlediği hâlin içine girmeyi ve orada susmayı beceremezler?
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
2 Yorum
Yazan:cb Tarih: Mar 29, 2010 | Reply
‘her sanat eseri bir soru demektir’
sanatın görevi, soru üretmek( soru olmak) ile son bulur mu?aynı zamanda cevap verebilmek bir ödev olmalı mıdır?
mesela, şiir çoğu kez teşhirdir.teşhir bir anlamda cevaptır.her sanat eseri bir cevaptır.
sanat soyut olanı somut olan ile birliştirip bir nevi ruh(canlı) ve beden(cansız) ilişkisinde,canlı ve cansız olanı birleştirerek bir canlı yaratmaktadır.dolayısı ile sanatın ya da sanat eserinin cevap ya da soru olması değil, bir varlık olması gerekir.varlık olduktan sonra,cevap ya da soru ayrımı çok önemli olacak mıdır?
(filmler kısmına izledikten sonra özellikle döneceğim inş.)
Yazan:eg Tarih: Mar 30, 2010 | Reply
doğru. sanatın varlık olması meselesi tabii üzerinde oldukça durmak gereken bir konu. ibn arabi’den girip heidegger’den, gadamer’den çıkmak lazım:))
ama şunu söylemek isterim: bu serinin başlığı benim seçimim değil mehmet’in benim ilk yazımın içinden seçtiği bir cümleyi beğenip başlık yapmasıyla ilgili birşey.benim bu seri için kendi dökümanlarımda tuttuğum isim daha mütevazı:)) filmler,notlar… haklarında kısa notlar tuttuğum filmlerle ilgili bir seri bu. ama doğrusu her sanat eseri aynı zamanda bir soru demektir. cevap da olsa sorudur. zira her cevap bir sürü yeni soru demektir. varlık da olsa sorudur; zira soru sormak varlığıa yöneltmemiz gereken şey olarak onun açılımlanması için gerekli bir tavırdır.