Seni Yaratan’ın resmini yapabilir misin William?: Sanat’ta ayrıntı (5)
By Mehmet Yılmaz on Nis 2, 2010 in Ayrıntı, Derin Mevzu, Görmek, İnsan, Kâinat, Mekân, Resim Sanatı, Sanat
Not: Resimleri büyütmek için üzerlerine tıklayın.
Kariyer peşinde koşan kadınların çocukları ve annesi “erken” ölenler iyi bilirler. Yok-Anne, kökünden sökülmüş bir ağaca benzer. Geride bıraktığı çukur asla dolmaz. Yok-Anne’nin çocukları büyümezler. Çünkü hatıralar yaşlanmaz. Hafıza dolabının çekmecelerinde sabun kokulu çamaşırlar yoktur. Yok-Anne’nin çocuğuna kor halinde taşlar kalmıştır yadigâr… Soğumaz o taşlar. Elini yakar her hatırladığında, tutamaz. 70 yaşına bile gelseler çocukturlar, hatırlamak yoktur onlar için. Geçmişi yeniden ve yeniden yaşamaktır her hatırlamak. Yeniden içi yanmaktır. Onun için büyüyEmezler bir türlü. Çocuk kalırlar. Yok-Anne’nin mezardan, hapisten, çalışmaktan veya tımarhaneden dönmesini beklerler.
Küçük William da böyle sonsuz derinlikte bir çukurun kıyısına oturup annesinin akıl hastanesinden dönüşünü bekledi ve 70 yaşında bir bebek olarak hayata yumdu gözlerini.
“Söndükten sonra ışığı hala yer yüzüne gelmeye devam eden yıldızlar gibi William Turner da ölüyken bizi aydınlatmaya devam ediyor. Henüz dünyaya gelmemiş kuşaklar bile doğayı o gözlerle görecekler, mezarın içinde, bir daha açılmamak üzere kapanmış olan o gözlerle.” (John Ruskin, sanat eleştirmeni ve Turner hayranı, ressamın yakın dostu)
Kanaatimce Lascaux’da mağara duvarlarına av sahnesi çizilen devirlerden bugüne kadar Avrupa’nın yetiştirdiği en büyük ressam oldu William Turner. Biyolojik hayatı sona erdiğinde evinde bulunan 19.000 karalama, suluboya, renk araştırması ve taslak ne kadar büyük bir uçurumun kıyısında oturduğunu ve bu boşluğu doldurmak için ne kadar çabaladığının işaretiydi.
William’ın tablolarının kopyası hâlâ yapılamıyor. Çünkü çocuk-William resim yaparken kâğıdı yırtılacak kadar ıslatıyor, tuali tırnaklarıyla kazıyor, kopan küçük parçacıkları parmaklarıyla yuvarlıyordu. Çocuk-William resim yapmıyor adeta Sanat’la nefes alıp veriyordu. Sanat’ı yiyordu, tual ile, boyalar ile, resmettiği doğa ile Yok-Anne uçurumunu doldurmaya çalışıyordu.
“… Annem ve babam kavga edip evde hava gerginleşince, gök başıma düşecek gibi tehditkâr olup kapılar sertçe kapanmaya başlayınca günüm bir boşlukta yüzer gibi olur. Bu boşluğu doldurmak için lavaboyu bile yiyebilirim. Yiyeceklerde eksikliğini duyduğum o ağırlığı buluyorum…. Yiyecek dediğim zaman salata gibi ağırlıksız (/önemsiz) şeylerden bahsetmiyorum. Rüzgâr gibi gelip geçen, sıfırdan bile daha hafif şeyler değil yediklerim…”(Marie-Louise Audiberti, Une Enfance Boulimique)
William’ın babası annesiyle kavga etmiyordu ama Yok-Anne depresif bir kadındı. William’dan bir kaç sene sonra dünyaya gelen kız kardeşi Mary Ann’in 4 yaşındaki ölümü zavallı kadının üzerine düşünce bir daha Var-Anne olMAmak üzere bir akıl hastanesine kapatıldı. Küçük William Brentford’a dayısının yanına gönderildi. William için artık zaman durmuştu.
Boşum, dolmak istiyorum
William öteki insanlara ve kendi benliğine baktığında sadece YOK’luk görüyordu, küçük ve önemsizdi, ihmal edilebilir, yeri doldurulabilirdi… Yedikleri ona tokluk hissi vermiyor, hem dünyaya kök salmak hem de Ben’liğini hissetmek, VAR olmak istiyordu. Önemsenmek için tek bir yol vardı önünde: Emmek, içmek, içini doldurmak, ağırlaşmak ve önemLi hale gelmek.
“…Kitap okurken şeker yiyorum. Büyülenmiş gibiyim. Sayfaları yutuyorum birbiri ardına. Kitabı vücuduma katmak istiyorum. Kitapla uyuyorum. Yorganımın içine sarıyorum. Şeker yediğim gibi körlemesine okuyorum. Kitap bittiği zaman yeniden başlıyorum. Tabi şeker stoklarımı da yenilemeyi unutmadan. Yemek masasına da kitapla oturuyorum. […] Bazen fark ediyorum ki kitaptan küçük parçalar koparmışım. Ağzıma koymuşum. Çiğniyorum…” (Marie-Louise Audiberti, Une Enfance Boulimique)
William Turner aslında ressam olMAması gereken bir çocuktu. Babası esnaftı. Berber ve peruk imâlatçısıydı. Annesi bir kaç kuşaktır kasaplık yapan bir ailenin kızıydı. Bekir Coşkun’un deyimiyle “göbek kaşıyan bir bidon kafalıydı”. Ünlü ressam Delacroix William Turner ile karşılaştıktan sonra günlüğüne şunları yazmıştı:
“Bende bıraktığı izlenim oldukça vasattı. Siyahlar içinde, koca pabuçlu, kaba saba, soğuk ve sert bakan biriydi. Ressamdan çok bir İngiliz çiftçisini andırıyordu “ (25 mart 1855)
Londra’nın doğusunda yaşayan, işçilerin, hor görülen “ayak takımının” aksanıyla konuşan, kısa bacakları ve göbeğiyle ressamdan çok bir uşak veya kâhya görünümündeydi William. Görgüsü(zlüğü?), hâli, tavrı, resimleri için sıkı pazarlık etmesiyle “elit” sanatçı sınıfını değil taşralı bir toptancıyı andırıyordu.
William ne “soylu” sanatçılar gibi seçkinlerin İngilizcesini konuşabiliyor ne de Paris’li ressamlar gibi bohem hayatı sürüyordu. Ama yeteneğini daha gençken ispat etti ve 26 yaşında akademisyen oldu. Büyük ihtimal esnaf bir aileden gelmenin verdiği bir gerçekçilikle bakıyordu hayata. Kazancıyla rahat bir hayat sürdü. Bol bol seyahat etti. İsviçre, İtalya, Fransa… Kısa bir süre sonra kendi resim galerisini açtı.
Peki neydi William’ı bu kadar özel yapan? Yüce ALLAH William’ın kelimelerini almış, yerine bir boya fırçası vermişti. Kör bir insanın kulaklarının üstün bir hassasiyet kazanması gibi William’ın fırçası da diğer ressamların “anlatAmadıklarını” anlatmaya başlıyordu yıllar geçtikçe.
Başkalarını taklid ederek konuşmayı öğrenen çocuklar gibi o da başkalarını taklid ederek resim yapmayı öğrendi. Mimarî eserleri, şehirleri, meydanları resmeden gravürler Küçük William’a perspektifi öğretti. Rembrandt’ın eserleri ise ışığı keşfettirdi ona ve siyahın da bir renk olduğunu. Claude Lorrain’in bir tablosu önünde hüngür hüngür ağladı “ben hiç bir zaman bu tabloya benzer bir şey yapamayacağım”…
Kelimelerin hapishanesinden kaçış
Akademisyen olmanın getirdiği fırsatlar(? Zorunluluklar) da vardı. Perspektif dersleri verdi bir dönem. Tarih bilgisinin zayıflığı, “bozuk” İngilizcesi herkesi düş kırıklığına uğrattı. Resim yapmaktı onun işi. Resim konuşmak değil. Akademide Turner’ın en büyük destekçisi olan Joseph Farington resmin teorisini yapması için çok ısrar etti. Ama Turner resmi sistemleştirecek her türlü girişimi reddediyordu. Sanat neticede bir hâl ilmiydi, kâl ilmi değildi. Kelimelerin hapishanesine sığmıyordu William’ın Sanat’ı.
“Cézanne’a göre edebiyatçı bakış ressamı esas yoldan uzaklaştırıyor. Ünlü ressam örnek olarak Balzac‘ın Tılsımlı Deri adlı eserinden bir bölümü verir:
‘…Yeni düşmüş kar gibi taze bir beyazlıktaki masa örtüsü üzerinde simetrik olarak dizilmiş ve sarışın ekmeklerle taçlanmış yemek takımları…’
Ve şöyle der Cézanne :
‘Bütün gençliğim boyunca bunun resmini yapmak istedim. Bu taze beyazlıktaki masa örtüsü… Sadece yemek takımlarının simetrisini ve ekmeğin sarılığını resmetmeyi istemem gerektiğini biliyorum. Eğer taçlanmayı çizersem mahvoldum. Anlıyor musunuz? Eğer yemek takımlarını ve ekmekleri doğada olduğu gibi dengelersem ve nüansları verirsem emin olun ki taçlar, kar ve bütün titreme kendiliğinden mevcut olacaktır!”
( Joaquim Gasquet – Conversations avec Cézanne [tr. Cézanne ile mülakatlar] )
Sanatçı olan her ressam gibi William da biliyordu ki Yazar’ın sanatı olan semboller, metaforlar Boyacı-Ressam’ı yavanlığa, vasatlığa mahkûm ediyordu. Anladığını değil hissettiği resmetmeliydi Sanatçı-Ressam. “Cahil” bir ailenin çocuğu olması, kelimelerle kendini ifade etmekteki zayıflığı onu bir kalkan gibi koruyordu.
Konuşamıyordu ama okuyordu William. Resimlendirmesi istenen şiir derlemeleri sayesinde dönemin romantikleriyle tanışmıştı çoktan: Walter Scott, Lord Byron, Samuel Rogers… Ama onu en çok etkileyen kitaplardan biri Edmund Burke‘nin yazdığı “Müthiş ve Güzel kavramlarının kökeni üzerine felsefî bir sorgulama” oldu. (A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful). Diderot ve Kant’ı da etkileyen bu kitapta Burke Müthiş (=Sublime) denen şeyin Güzellik Matkabı gibi estetik bir “değer” olduğunu savunuyordu. İnsana korku veren ama aynı zamanda ilâhî bir saygı, bir hûşû uyandıran olaylara bakışlarını çeviren Burke için doğanın yıkıcı gücü bir Korku matkabı idi. Etten, kemikten yapılmış beşeri öldürebilecek güçteki doğa içimizdeki İnsan’ı ortaya çıkartıyordu metafizik bir korku yoluyla. Bir başka deyişle en büyük fırtınanın, depremin, yangının yok edemeyeceği bir “Ben vardı Ben’den içeri”. Kant’ın da Yargı Gücünün Eleştirisi (Alm. Kritik der Urteilkraft) isimli kitabında desteklediği bu yaklaşımın Haşyet(1) ile paralelliği dikkate değer:
“HAŞYET:
Korku anlamına gelen ve Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette geçen “Havf” ile eşanlamlı bir kelime. Eşanlamlı olmalarına karşılık, literatürde havf daha çok maddi olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu; haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku duyma durumunu anlatmak için kullanıla gelmiştir. Havf, dünyevî bir korku; haşyet uhrevî ve ilahî bir korku anlamını yüklenir olmuştur. Bu anlam yüklemesinin “gönül alçaklığı, boyun eğme, itaat” biçiminde duyulan duyguyu anlatmak için Arapça’da kullanılan ve haşyet kelimesiyle ise gerek kök, gerek manâ bakımından aralarında hiçbir bağ bulunmayan huşû’ ile haşyet arasındaki ses benzerliğinden kaynaklanmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, haşyet ve havf kelimelerini, birçok âyetlerde birbirleriyle eş anlamlı olarak almıştır. Kur’ân’da Allah’tan korkmanın gereği vurgulanırken, haşyet sözcüğü kadar havf kelimesi de kullanılmış; insana ait bir endişenin anlatımında ise kimi yerde havf denirken, kimi yerde haşyet denilmiştir.” (Sadık bir dostumuzun yorumundan)
Güzel ve Müthiş kavramları üzerine yoğunlaşmak neticesinde Küçük William yaralarını saracak bir şifa bulmuştu sonunda. Sonsuz boşluğu dolduracak tek şey Sonsuz’luğun kendisi olabilirdi. Konularını tarihten, mitolojiden alan eserlerde bile insanları küçücük, aciz çiziyordu. Son derece önemli bir savaş dev bulutların, dağların altında adeta bir mahalle kavgasına benziyordu onun tuallerinde.
Sonsuz’un onda uyandırdığı Korku’yu resimlerine yansıtabilmişti. Ama Sonsuz’un kendisi neredeydi? Işık‘ın aydınlattığı cisimleri değil Işık‘ın kendisini çizmeliydi. Peki Sonsuz’u nasıl resmedebilirdi William? Sırların sahibini resmedilebilir miydi? Diğer ressamlar neden “görmüyorlardı” Yaratan’ı? Yoksa onları da kör eden, et-Göz’e mahkûm eden bir faydacı körlük mü vardı?
Orta yaşı geride bırakmış, bozuk şiveli, kötü giyinen köylü çocuğunun kimseye ispat edecek bir şeyi yoktu artık. Zamanın en ünlü ressamlarındandı. İyi para kazanmıştı. İnsanların onu sevip sayması o kadar da umurunda değildi. Zaten “soyluların” raconlarını bir türlü becerememişti. Yavaş yavaş bütün ressamları kör eden şeyleri çıkarmaya başladı eserlerinden. Figür, perspektif, uzak-yakın, büyük-küçük, yüksek-alçak… Artık resimlerinde kelimelerle ifade edilebilecek şeyler azalıyordu. Kelime hapishanesinden kaçan Küçük William Hiç’in kollarında kendini hiç hissetmediği kadar iyi hissediyordu.
65 yaşındaki Küçük William’ın eserlerine bakan Sanat eleştirmenleri yıldırım çarpmış gibi oldular. İnsanlar kelime bulamıyorlardı ne övmek ne de yermek için. “Soyut, anlaşılmaz,.. Yakında Turner bembeyaz boyayacak, Hiç’in ressamı…”. Küçük William savunma gereği bile duymadan “ben anlaşılması için yapmadım, sadece böyle de görülebileceğini göstermek istedim” diyordu. Ona daha gerçekçi resimler yapmasını telkin eden akademisyenlere esas bu eserlerin “gerçek” olduğunu söyledi. Gerçek ile Hakikat’in birbirinden ayrıldığı yırtılma noktasındaydı artık.
İddia edilenin aksine William Turner izlenimci değildi. Monet veya Pisarro gibi yaşamadı, onlar gibi görmedi Kâinat’ı. Günlük hayat, ışığın yansıması vb değildi onu ilgilendiren. Işığın kendisiydi.
Bugün bir çok Sanat Bilgisi kitabı William Turner’ın Constable ile birlikte bir devrim yaptığını, izlenimciliği başlattığını iddia eder. Oysa Küçük William kendi yolunu arıyordu sadece. Yok-Anne’nin yerini ne yemekle ne resimle ne parayla ne de dostlarla, şöhretle dolmayacağını anlayınca Et-göz’ünü kapatıp derin-göz’ünü açmaya çalıştı. Figürlerin, insanların, evlerin küçüldüğü, silikleştiği, denizin suya, suyun karaya karıştığı resimleri ilk önceleri utana sıkıla gösterdi. O da sadece yakın dostlarına. Yaptıklarının Akademi’nin kurallarına, teorilerine aykırı olduğunun farkındaydı.
Ancak hissetmek için anlamaya veda etmeli, ölen bir yakını gibi onun yasını tutmalıydi. Figürden, zıtlıklardan, perspektiften ve konturlardan uzaklaştıkça faydacı körlükten, Sanat Bilgisinden, kelime hapishanesinden de uzaklaştı. Derin-göz Turner’a yeni bir dünyanın kapılarını araladı. Sıcak-soğuk, büyük-küçük, uzak-yakın olmayan, her şeyin tek bir renkte birleştiği bir dünya. Vahdet Gözü ile görülebilecek, daha gerçek bir dünya. Müslüman sanatçıların Hat, Mozaik, Minyatür, Ebru ile eriştikleri Hiç’liğe yeni bir yol açtı Küçük William. Sulu boya, tebeşir, tütün suyu, yağlı boya hatta tırnaklarını kullanarak, kağıdı yırtarak… Ama son kavşakta nasıl da aynı dili konuşuyorlar hepsi. Minyatür ustası perspektifi yok etmek için uzaktakileri yakındakilerle aynı boyda ama daha yüksekte çiziyor tıpkı Japonya’daki Taoist ressamlar gibi. Ebru üstadı ise adeta hattat gibi 2 boyuta sığdırıyor karanfilleri. O karanfil çizmiyor, “karanfil” diye yazıyor kitre kattığı suyun üstüne.
Taşın içindeki Güneş’in Mucizesi
Bazen bir çam ağacının en güvendiği dalı kırılır. Ağacın kanı akar, reçinesi pıhtılaşır. O reçinenin içine bir kelebek hapsolur. Reçine amber olur. Ve bir güneş ışığı vurur reçineye. Güneş taşa sığar, Kâinat bir zerreye. Bütün artık AYRINTI olmuştur, AYRINTI ise Bütün’ün kendisidir. Güzel doğmuştur o dalın kaybından. Bir muCiZedir akılları aCZ içinde bırakan. Kolu kanadı kırılmış çocuklar bazen akla gelmeyecek çıkış yolları bulurlar anne-Siz’lik labirentinden kurtulmak için. Yok-lar, kayıplar hayatlarına şekil verir bir Heykeltraş’ın mermeri acıtan keskisi gibi. Parçalar koptukça şekil alır hayatları. Daha anne karnında bir cenin iken parmakların arasındaki hücrelerin ölmesi gibidir bu. O hücrelerin ölmesi sayesinde elleri parmaklanır. Ölüm’de Hayat vardır, Hayat’ta Ölüm. Et-Göz’e göre biri iyi, diğeri kötü olan bu ikisinin AYNI şey olduğu Derin-Göz ile idrak edilir.
William Turner’in son dönem tabloları adeta Füsus-ül Hikem’deki Metafizik Hayret’in resmi gibidir. Çünkü aklı olan Var’lığa sevinip Yok’luğa üzülmek yerine ikisinin birleşmesine Hayret eder:
“İbn Arabî’nin telâkkîsine göre, insânın ALLAH’a karşı yegâne isâbetli ve doğru tutumunun tenzîh ve teşbîh’den oluşan âhenkli bir tevhîd (birlik) olduğu ve böyle bir tevhîdin yalnızca “keşif”den doğan mistik sezgiye dayanarak gerçekleşebildiği geçen bölümde, sanırım, eterince açıklanmış bulunmaktadır.
Beşerin, henüz daha keşifle nûrlanmamış olan Vehm’ini izlediği zaman, her münferit putun gerçekten de bağımsız ve kendi kendine yeterli olan bir ilâh gibi tapınıldığı sapık bir putperestliğe düşmesi muhakkaktır. Böyle bir ilâh beşerin zihninde oluşan temelsiz bir vehmin somut bir şahsiyet kazanmasından başka bir şey değildir. Ve bunun sonucu da, hiçbir zaman tenzîh düzeyine yükselemeyecek olan çiğ bir teşbîh olur. Öte yandan eğer beşer ALLAH’a Vehm’in yardımı olmaksızın Akl’ın yönünü izleyerek yaklaşmayı denerse ister istemez sonunda soyut bir tenzîh’e sürüklenip kendisi de dâhil olmak üzere âlemde görünen her şeyde cârî olan ilâhî Hayat hakkında kör olacaktır.
Kısacası, tenzîh ile teşbîh’i bağdaştıran en doğru tutum Kesret’de Vahdet’i ve Vahdet’de de Kesret’i, ya da Kesret’i Vahdet ve Vahdet’i de Kesret gibi görebilmektir. Bu türden bir zıtların çakışması’nın (yâni Batı’nın irfân öğretisine göre “coincidentia oppositorum’un) gerçekleşmesini İbn Arabî Hayret diye isimlendirmektedir. Aslında bu, metafizik bir hayrettir; çünkü burada Vücûd’un (yâni varlığın) Tek mi yoksa Çok mu olduğuna karar verebilmesi bakımından âlemde gördüklerinin gerçek tabîatı, beşere engel olmaktadır.” (İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin tercümesi buradan indirilebilir. )
Önceki Bölümler
Bakmak,görmek,anlamak: Sanat’ta ayrıntı (1)
Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2)
Tenzîh ve Teşbîh: Sanat’ta Ayrıntı (3)
Yeni bir görme biçimi: Sanat’ta Ayrıntı (4)
Dip notlar
1° Yazıdaki keşfi aydınlatıcı bir unsur olması bakımından bu iki yorumdaki ayetlerin okunmasını tavsiye ederim:
Yazan:çuvaldız Tarih: Mar 26, 2010
Yazan:çuvaldız Tarih: Mar 27, 2010
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
14 Yorum
Yazan:eg Tarih: Nis 2, 2010 | Reply
eline sağlık mehmet. ikinci resim (melrose-abbey etiketli olan) nostalghia’daki son sahneye ne çok benziyor…
Yazan:eg Tarih: Nis 2, 2010 | Reply
burası benim anladığım sanatın(özellikle sinema ve resim gibi ‘görsel’sanatların) en önemli ayırd ediciliğini tarif ediyor. ancak bir fark söylemek isterim:
‘anladığını değil, hissettiğini’ tarifi biraz kantçı ayrıma davetiye çıkarıyor. ben hissetmek kavramını anlamanın karşısına koyamıyorum. tam tersi sanat sanatçının “hissetmesi” bilgiden bağımsız birşey dğeildir; ama salt bilgiye de indirgenemeyek kadar kompleks birşeydir. yani sanatın “doğruluk değeri” çoğunlukla kantçı bir estetikten hareketle reddedilir. ama ben bunun böyle olmadığını düşünüyorum. sanatın bir doğruluk değeri vardır ama o doğruluk değerine indirgenemeyecek kadar da çok katmanlı bir bilgi, doğruluk ve hakikat yapısı vardır sanatın. o yüzden sanatla felsefe de yapılır;ama felsefeye indirgenemez sanat vs…
Yazan:MY Tarih: Nis 2, 2010 | Reply
abi söylediklerin çok ilginç, ama biraz açmani rica etsem? Bergson’daki “sezgi” kavramindan da öte bir seyi kasdediyorsun?
Yazan:cb Tarih: Nis 2, 2010 | Reply
yazıyı okurken aklıma hemen bir yok-anne örneği olan Ahmet Haşim geldi.Bence Haşim’in sanatının temelinde yok-anne yatar.özellikle üzerinde durduğu ‘melal’ bu etkinin ürünüdür diye düşünüyorum.elbet üzerine daha uzun yazılabilir.
daha geniş bakacak olursam,ben de yok-anne tanımlaması direkt Allah ve vahiy eksikliği çağrışımı yaptı.insanın hayatında bir anne figürü o ruhun,o kişiliğin var oluşunda,olgunlaşmasında çok büyük bir etkiye sahiptir.keza Allah ve vahiy gibi tutunulacak dalların ve yapılandırmaların eksikliğide insan üzerinde aynı olumsuz etkiyi yapar.lakin burada önemli olan durumu yaşayan bireydir diye düşünüyorum zira yok-anne durumu ya da Allah-vahiy yoksunluğu kişi ya Haşim gibi, ya William gibi içerden ruha ait bir kusma arar.Ya da İbrahim (as) gibi bir arayış yoluna girer.zaten öenmli olan bu yokluklardan,bir var elde etme çabası ve onun sonuçlarıdır.zira bir çok yok-anne veya Allah-vahiy yoksunu insan varken,Haşim gibi,William gibi,İbrahim (as) gibi çıkışlar maalesef çok azdır.
yazı çok dikkat çekici,neyse gökten üç elma düşmüş;biri yazanın,biri okuyanın biri de okumakla,yazmakla kalmayıp uygulayanın,tefekkür edenin başına…
Yazan:MY Tarih: Nis 2, 2010 | Reply
aslinda RAHMAN ve RAHIM isimleri üzerine yapilmasi gereken bir tefekkür var ama yalan yanlis konusmaktan korktum, belki Cuvaldiz Hanim bize yardim eder??
Yazan:eg Tarih: Nis 2, 2010 | Reply
mehmetçim bilmem ne dersin ama mesela guenon falan bergson’un sezgisinin kendilerinin kastettiği entelektüel sezgiden çok farklı birşey olduğunu söylerler. bergson’un sezgisi akıl-altı bir sezgidir; ama entelektüel sezgi akıl-ötesi-üstü bir sezgidir derler. doğrusu ben de buna kısmen katılıyorum (bergson’un bu derece genelleme riski tabii işin öteki tarafı). yani genellikle batıda bilinen haliyle sezgici felsefe de rasyonalist felsefesinin çok da uzağına düşememiştir kanaatindeyim. ben mesela sanatla ilgili konuşurken eskiden duygu kelimesini ve bu duyguya ait bir tür sezgiciği örnek verirdim. ama artık bunun sezgi denen şeyin çok ama çok kısıtlı bir bölümü olduğunu düşünüyorum. yani sezgi aslında duyguyla değil, belki de duygunun sustuğu yerde gerçekleşiyor. tasavvuf anlayışında seyr ü süluk’da makamlar yükseldikçe hakikatin perdelerinin açılması bir tür sezgidir ama bunun bergson sezgiciliğinin çok ötesinde birşey olduğu kanaatindeyim. işte bu sezgi sadece kantçı bir “doğruluk değeri olmayan güzele ait bir alan” değil, aynı zamanda doğruluk değeri (hatta akıl alanından çok daha kesin bir doğruluk değeri) de taşıyan bir güzelliktir burada söz konusu olan. o yüzden ne güzellik, ne de doğruluk bu tecrübenin tamamını kapsayamaz diye düşünüyorum. şu sıralar sanatla ilgili bütün teorik yorumlarımı bunun üzerine oturtmaya çalışıyorum nacizane…
Yazan:MY Tarih: Nis 3, 2010 | Reply
Sagol Enver, simdi daha iyi anladim,
bence haklisin, çünkü bati modernitenin ve batili anlamda akilciligin yani rasyonalizmin kiskacina çoktan düsmüstü. Bergson’un kitaplarinda bir sürü matematik formul, sema vb var. Sanki bilimcilik ideolojisi ile manevî seyleri bagdastirmak ister gibi.
Yanliz Bergson demisken, bilirsin Hristiyan misktiklerle bayagi bir düsüp kalkmistir kendisi.
Bilmiyorum Abraham Maslow’un “peak experiences” konulu makalelerini okudun mu? Maslow ahlâkî bakimdan Hume gibi septik kalmasina ragmen çok isabetli saptamalara variyor bazen. Ama korkarim hepimiz bu sözümona AKILCI(!) kaygilarin kiskacindayiz 🙁
“Sahabeyi görseydiniz deli derdiniz, onlar sizi görseydi ‘kâfir’ derdi” seklindeki sözü duydun mu? Hatirlamiyorum kime aitti ama üzerinde düsünmek gerek degil mi?: :))
Seyri sülük konusunda tabi ki katiliyorum, ne Bergson, ne Kant ne de Turner bir mistik degildi. Ne var ki degisik tarikatlarin degisik “tekniklere” öncelik vermesi gibi bu.(nazar, zikir, tefekkür, sohbet…) Yani tefekkür yoluyla veya Hakiki Sanat yoluyla insanlar (bilmeden) yol alabiliyorlar. Tabi bir yerde tikanip kalirlar ama bu kadari bile sasirtici degil mi?
Meselâ Kant’ta güzellik ve ahlâkî dogrulugun bu denli içiçe geçmis olmasi Yeni Baslayanlar için Mesnevî yazisi altinda tartistigimiz Kur’an’i anlamak için verilen yüzgörümlügü kavramina komsu gibi geliyor bana.
Neyse, ben sözümü William Turner’in iki tablosuna dikkat çekerek bitireyim. Birincisi altinda tartistigimiz yazinin en sonundaki tren. çok dikkatli bakanlar önde kosan bir tavsan görecekler. Bir de köprünün asagisinda, kiyida sagda,dans/dua eden insanlar. Zannediyorum Turner modernitenin gelisini “sezdi” ve doganin, her türlü maneviyatin bu “KARA TREN” önündeki kaçisini anlatmak istedi .
ikinci tablo yine Turner’in, yelkenli bir savas gemisinin hizmetten alinmasini, sökülmek üzere BUHARLI BiR RÖMORK ile kiyiya çekilisini anlatiyor. (geminin “inatçi, dayanikli” anlaminda bir adi vardi, Téméraire ) Insanlik günesi bir daha dogmamak üzere batiyor ve artik devir empirizmin, scientizmin, pozitivizmin devri…
Yazan:çuvaldız Tarih: Nis 3, 2010 | Reply
Şimdilik Cemile hanımdan ilhamla hatırladığım ve tek bir satırı nedeniyle unutamadığım şiiri buraya eklemekle yetineyim..
Cemile ne iyi ettin de Ahmet Haşim’i hatırladın.Acaba yukarıda Mehmet bey’in yer verdiği resimlerdeki solan ve yanan renkler de onu sana hatırlatmış olabilir mi?Lisan-ı hafi!
Yazan:cb Tarih: Nis 3, 2010 | Reply
çuvaldızcım,
sağolasın şiir için.havada tam kızıl olmak vaktine varmıştı,vakit ile birlikte hissederek(anlayarak)(?) okudum,eksik olma.
mehmet abinin paylaştığı görseller mi haşim’i çağrıştırdı,bunu hiç düşünmemiştim,onu da sen kendi derinliğinde yakalamışsın,Allah görünü bereketlendirsin.
baharda mübarek tatlı tatlı geliyor.sanatta ayrıntı başlığında okuduğum eserler fikrime hücum ederken bu ara dünyada buna yardımcı oluyor sanki.ben birşeyler arıyorum,O gönderiyor…dün mesela,yağmur yağdı ardından güneş açtı,gökkuşağı ile son buldu tüm bu ayrıntılar.Allah gökyüzünden bir tual,gök kuşağından bir eser yarattı,iş nasiplenebilenin fikrine-gönlüne düşer,ne dersin?
Yazan:MOR Tarih: May 15, 2010 | Reply
Sevgili Mehmet Yılmaz
Yazılarınızla o kadar gönüllerimize dokunuyorsunuz ki Allah sizden razı olsun.Willeam’ın tablolarındaki değişim ve son dönemdeki fırça darbeleri gerçekten de bir ilahi arayış,sonsuzluk,hiçlik hissi uyandırıyor.Bu görsel şölen için de ayrıca teşekkürler.
Yazan:ruhan Tarih: May 17, 2010 | Reply
YAŞAMIMDAKİ BAZI ZORLUKLAR NEDENİYLE SİTENİZE
GİREMİYORDUM.BOŞA GEÇİRDİĞİM BU ZAMANA ŞİMDİ ÇOK ACIORUM.BİR ÇOK KULVARDA ÇEŞİTLİ KONULARDA BİZE SUNDUĞUNUZDEĞERLİ YAZARLAR VE SİZİN YORUMLARINIZ DÜŞÜNCELERİMDE DEÇEŞİTLİLİK YARATIYOR.TÜMÜNE KATILMASAM DA TASAVVUF VE SANAT İLGİ ALANIMDA OLDUĞU İÇİN BENİ ÇOK ETKİLİYOR.TUNER’İN RESİMLERİ,ELEŞTİRİLER VE SİZİN FARKLI YORUMLARINIZ BENİMKİLERLE AYNEN ÖRTÜŞMEKTE.
BİR ARA SİZ BENİM SOYUTLARIMI GÖRMÜŞTÜNÜZ,BİR BENZERLİK BULDUNUZ MU ACABA?
ALLAH AŞKI TUALE,KAĞITLARA KISACA BOYAYA,KALEME YANSIRKEN İÇSEL FIRTINALAR DİZGİNLENEMEZ.TIPKI TURNER’DE OLDUĞU GİBİ…
SİZİ OKUYARAK MANEVİ YÖNÜNÜZÜ DE ÇOK İYİ ÖĞRENDİM.TURNER’İN COŞKUSUNU YAZILARINIZDA BULUYORUM. ALLAH FEYZİNİZİ ARTTIRSIN…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: May 18, 2010 | Reply
Ruhan Hanim Selam,
Gerek bendeki soyutlariniz gerekse iki Mevlânâ tablonuzda
William Turner’in eserlerine benezer bir özellik var,
sonsuzdan gelen, sonsuza giden çizgiler ve hareket.
Ayni hareketi ünlü ressam Hasan Kavruk’un tablolarinda ve Burhan Hoca’nin
güvercinlerinde de görmüstüm.
Bilirsiniz, Füsüs-ül Hikem sethinde Siblî Vahdaniyet-Ehadiyet
iliskisini açiklarken sayilari örnek verir. 1 rakami “Bir”
ise 2 rakami da BiR sayidir, üç rakami da 🙂
Yazan:Reyhan Sinan Tarih: May 2, 2015 | Reply
İyi günler Mehmet Bey, sitenizle tanıştığımdan beri hayatımda yeni pencereler açıldı.Tasavvuf ve sanat üzerine yazılarınız için ve paylaştığınız e-kitaplar için teşekkür ederim.Tasavvufi hikayelerimi sitenizde paylaşmak isterim.
Yazan:Notdefteri Tarih: Nis 8, 2017 | Reply
tasavvuf anlayışında seyr ü süluk’da makamlar yükseldikçe hakikatin perdelerinin açılması bir tür sezgidir ama bunun bergson sezgiciliğinin çok ötesinde birşey olduğu kanaatindeyim. işte bu sezgi sadece kantçı bir “doğruluk değeri olmayan güzele ait bir alan” değil, aynı zamanda doğruluk değeri (hatta akıl alanından çok daha kesin bir doğruluk değeri) de taşıyan bir güzelliktir burada söz konusu olan. o yüzden ne güzellik, ne de doğruluk bu tecrübenin tamamını kapsayamaz diye düşünüyorum.
William Turner’ın, Kant’ın bulmaya çalıştığı ilahi arayış hiçlikte mukim olmalarını ancak iman nuruna kavuşmuş Müslüman sanatçıların Hat, Mozaik, Minyatür, Ebru ile eriştikleri Hiç’likle açıklayabiliriz. Burada onların eksiği İslâm ile tanışıp iman ve Hz. Allah’ın nurundan mahrum kalmaları. Mesnevi’den, Yunus’tan tarikatten, maneviyattan duyduğumuz haz ve islâm sanatkârlarının ulaştığı hiçlikte bence bununla alakalı. Derin düşüncelere daldıranlara selam olsun 🙂