Sofi’nin Seçimi’nin Son Seçmenleri
By Mehmet Yılmaz on Nis 9, 2010 in atatürkçülük, Basın günlüğü, CHP, Resmî Tarih, vicdan
O filmin o sahnesini bir daha hatırladım bu sabah. Öyle bir sahnedir ki o, hatırlar hatırlamaz geçmişe gitmem, tam bu an’ın bıçak sırtında bulurum kalbimi. Yaralanırım yeniden. Kanamam tazelenir; hep kanadığımı fark ederim. O sahne öylesine gerçektir ki, seyirci olduğumu unuturum, oyuncuların ışıklar karşısındaki rolleri rol olmaktan çıkar. Hoyrat bir acının içinde bulurum kendimi, beni apansız yakalamış bir tuzakta çırpınırım. Silahların hepsi bana doğrulur, çaresizliklerin cümlesi boğazıma çökmüştür artık.
İnsanın insana yaptığı her insanı yaralar. O yaralamanın faili ya da kurbanı olmaya ben de aday değil miyim? Unutuşların siperinde sakladığım insan yanım işte o görüntü karşısında birden var olmanın dayanılmaz ağırlığının hedefi oluverir. Vurulurum varlığımla…
O film sahnesi, Polonya’da binlerce insanın yakıldığı Nazi toplama kamplarında geçer. Değil yaşanması, görülmesi bile zor, karşı karşıya kalma ihtimali bile yakıp kavuran bir tercihtir bu. Karanlık suratlı bir Gestapo subayı, nasılsa genç bir annenin ağlayışlarına bigane kalamamış, “merhamet”e gelmiştir. İki küçük kızının da yakılmaya gönderildiğini bilen çaresiz anneye, kendince “yüzde elli”lik bir avantaj sunar. Yüzde elli…Yüzde yüzlük kaybını yüzde elliye düşürmektir niyeti güya. İkisini birden kaybetmektense, sadece birini kaybetme seçeneğini getirip koyar önüne. Toplama kampındaki genç anne Sofi, iki çocuğundan birini tercih etmeye zorlanır. Çocuklarını gösterip “İkisinden birini seç” der.
Ve Sofi seçer; birini seçer, seçmek zorunda kalır. Ama nasıl? Ama nasıl?
İşte şimdi bile anlatırken boğazım düğümleniyor, hatırlarken kanım donuyor; Sofi’yi oynayan muhteşem oyuncu Meryl Streep’in o andaki gelip gitmeleri, iç çekmeleri, acının bütün gölgelerini gözlerine taşıması, gözlerinden taşırması, “seyreden”i bile cehenneme sokup sokup çıkarıyor. Kimse seyirci kalamıyor sahneye. Sırılsıklam terliyoruz; sahnenin tam ortasında “oyuncu” olarak değil, “yaşayan” olarak sobeliyoruz kendimizi. Çok sonra adını koyuyoruz olan bitenin. Öbür türlü, iki çocuğu da öldürülecek olan anne, bir çocuğunun ölümünü kendisi seçiyor; yani kendisi öldürüyor. Hem de gücenikçe gönderiyor kızını ölüme. Arkasına dönünce içine kocaman bir hançer sokuluyor bir ömür boyu. Hiç çıkmamacasına. Seçtiği çocuğu yanında yürürken, asla susturamayacağı bir çığlık yapışıyor yakasına. Ne yaşamasını seçtiği kızıyla mutlu, ne kendisiyle huzurludur artık.. Sonunda o ikilemin arasında bir insan olarak kalmaya dayanamıyor; son tercihini yapıyor: İntihar. “Oynamıyorum artık..” demek bu ölüm. “Mağruren” değil, “mağduren” kıyıyor canına.
Niye mi hatırladım bu sahneyi? Niye hatırlatıyorum ki?
“Canım yapılan Yahudilere yapılmış ki!” diye kaçıvermek yok bu amansız çelişkinin namlusundan. Kim yaparsa yapsın, kime yapılırsa yapılsın, insanın insana yaptığı her şeyden sorumluyuz. İnsanlık paydamızın üzerinde var olan her şeyi pay/laşırız.
Sofi’nin Seçimi adlı bu unutulmaz filmin hatırına, geriye doğru bir okuma yaptığımda, Işıl Özgentürk’ün en sahici filmin sahiciliğini bile yakıp kavuran bir drama dair satırları döküldü önüme:
“Zulüm yalnızca Nazilere ait değil, zulüm her yerde ve çok değil bir ay önce [Temmuz 2009’da] Muş’ta yaşayan genç anne Sinem ve kocası Mustafa’nın başına gelenler bir Nazi zulmünü anımsatıyor. Bu kez zulüm, Doğu Anadolu’nun bahtsız kenti Muş’ta, devlet hastanesinde, yaşama tutunmaya çalışan erken doğmuş bebeklere küvöz bulunmaması nedeniyle yaşanıyor.
“Genç anne Sinem erken doğum yapıyor ve Sinem’le Mustafa’nın 6.5 aylık iki küçük kız çocuğu dünyaya geliyor. Birinin adını Meryem koyuyorlar, öbürünün adını Ebrar.
“Ama ikizlerin solunum sorunu var, koskoca Muş Devlet Hastanesi’nde bebekleri koyacak küvöz yok ve civardaki kentlerde küvöz aranmaya başlanıyor. Van’dan beklenen haber geliyor ama ikizlerden sadece biri için bir şans var. Çünkü tek bir küvöz var, ve anne-baba tıpkı Sofi’nin seçimi gibi bir seçimle karşı karşıya kalıyorlar. Çocuklardan biri küvöze gidecek, öteki ölecek. Evet, ölecek… Anne-baba daha iyi, sağlıklı göründüğü için Ebrar bebeği seçiyorlar ve Meryem bebek ölüyor, annesi arkasından arkaik dönemlerde kurban edilen kız çocuklarına yakılan ağıdın bir benzerini Muş ovasında bir çığlık gibi haykırıyor. Kurtlar, kuşlar bu acı karşısında susuyorlar. Yer gök susuyor…
“Bütün bunlar bu ülkede oluyor, yıllarca aşiret düzeninin sürebilmesi için iktidarların yoksul ve yoksun bıraktığı Doğu Anadolu’da, bir kentte. Nazi Almanyası’na gitmeye gerek yok, şuracıkta yanı başımızda olup bitiyor her şey.”
Meryl sadece oynadı o filmde; ve üstelik seçimin “fail” yanındaydı ama “Meryem” seçildi, kurbanı oldu bu zorlu, zorunlu seçimin. Bugünlerde yürümeye hazırlanan Ebrar bebekle birlikte bir ömür boyu çağıldayacak o çığlık. Sinem annenin kalbinde kıpırdadıkça yakacak o “ikiz acı”… Sahici, gerçek..
Tam burada hatırlıyorum yenilerde duyduğum o cümleyi: “Doğuya okul yapmayın, yol yapın. Ordu gidebilsin.”
Bir de Matina’nın seçimi var gündemde. Sofi’ninki kadar eski değil; burada hemen yanı başımızda. Kim bilir biz hangi hazzın peşinde koşarken, hangi sahte gündemin dibinde gözyaşı dökerken:
“Onbeş yaşındaki Roza ile 13 yaşındaki Elina Sakalova kardeşler, diğer Çeçen arkadaşları gibi o amansız savaş çıkana kadar Grozni’de okula gidip geliyorlardı. Savaşın patlak vermesiyle hayatları bir anda cehenneme döndü. Önce babaları ve 3 erkek kardeşi savaşmak için cepheye gitti. Anneleri Matina (42), kızlarını yanına alarak savaştan kaçmak için Gürcistan’a doğru yola çıktı. Kafkas Dağı eteklerinde günler süren yolculuğun ardından Gürcistan sınırındaki Şatili kasabasına ulaşmayı başardılar.
“Ancak Şatili kasabasında sınırı geçebilmek için insan tacirleri adam başı 200 dolar istedi. Matina’nın cebinde ise sadece 2 kişinin geçmesine yetecek kadar para vardı; yani 400 dolar. Fedakar anne 400 dolar vererek kızları Roza ve Elina’yı Gürcistan’daki Duysi Kampı’na gönderdi. Diğer kardeşlerini de alarak geri döneceğini söyleyen anne Matina, savaş alanına döndü. Günler sonra Çeçen temsilcisine gelen haberde Matina Sakalova’nın Rus uçaklarından atılan bombalara hedef olarak hayatını kaybettiği, baba ve kardeşlerin ise cephede savaşırken öldüğü belirtildi.” (Ersin RAMOĞLU – Mustafa BAYRAK’ın haberi)
Niye mi hatırladım Sofi’nin Seçimi‘ni? Taraf‘tan Neşe Düzel’in seçimi yüzünden. Tarihçi Mete Tunçay’ın Neşe Hanıma anlattıkları arasındaki şu sarsıcı cümle, Sofi’nin Seçimi’ni gündem olarak seçtirdi bana:
“Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, ‘Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç’ diyorlar…”
Yani, hangi evladın idam edileceği kararını babaya verdiriyorlar.
Film değil. Mekan: Anadolu. Zaman: İskilipli Atıf Hocaları bir şapka uğruna yargısız idam ettiren, Said Nursî’leri ölsün diye zemherir kışında camı kırık hapishane hücresine hapseden “yargıç”ların devri. Şimdiki kimilerinin gizlice özendiği, belki de devirlerini hasretle andıkları o “yargıç”lar yaptırıyor seçimi. Seçimi yaptıran insan. Seçimi yapmaya zorlanan yine insan. İki taraf da biziz: insan.
Şöyle bir seçim cümlesi geçiyor röportajın içinde: “…Atatürk’e, “Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu” diye soruyorlar. “Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya.”
Sırası gelmişken bir seçim cümlesi daha: “Düşünün, ülkede tek parti [CHP] var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş Milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek…”
Ne garip şimdilerde de CHP doğuda külliyen “seçim” kaybetmiş durumda. CHP adına herhangi bir vekil seçilmemiş Doğu’da.. Demek ki, Doğu’ya ancak “kuvvet”in gideceği yolu açan ama “şefkat”e yol olacak tercihleri tümüyle kapatan önderlerinin izindeler..
Şimdi anlıyorum Devlet’in seçimini. Şimdi adını koyuyorum Deniz’in seçiminin: Orada yoklar; orada var olanları “yok” sayarak var olmayı umuyorlar. Irkçılık seçimi birinin varlık sebebi. Zorba devletçiliğin tercihleri diğerinin yaşama gerekçesi… Irkçılık, ırkdaşı olan kardeşlerini sevmek adına diğer “kardeşleri” yakıyor. Devletçilik, milletin kendi eliyle kurduğu aracı, milletin varlık amacı haline getirip, devleti kurtarmak adına milleti idama gönderiyor.
Sofi’nin Seçimi‘ne son seçmenler aranıyor.
2 Yorum
Yazan:eg Tarih: Nis 10, 2010 | Reply
iç burkucu bir yazı. senai demirci ile leyla ipekçi zaman’ın pazar ekinde yazarken, pazar günlerini iple çekerdim her ikisinin yazısını okuyabileyim diye(bir de a. ali ural’ın yazılarını…)… leyla hanım taraf’ta artık…senai demirci ise zaman’da değil artık. bildiğim kadarıyla sadece kendi blogunda yazıyor. zaman için büyük kayıplar her ikisi de. zaman’da kim kaldı ki okunacak bu zamanda? “sopsoğuk” analizler yapan ama kalbe nüfuz edemeyen kişiler sadece…
Yazan:özlem Tarih: Nis 10, 2010 | Reply
Neşe düzel’in röportajını okuduğumda ben de Sofi’nin seçimini hatırlayıp sarsılmıştım. Demek ki bu filmin senaryosu bu topraklarda bir gerçeklikmiş diye.:(