RSS Feed for This Post

Kuşların sırrı: Sanat’ta ayrıntı(7)

Sunuş: Sanat’a ve Ayrıntı’ya adanmış bu yazı dizisinde genellikle resim sanatından, ünlü ressamlardan ve tablolarından istifade ediyoruz. Ancak bugün bir istisna olacak, edebiyattaki bir Ayrıntı’dan, Balzac’ın roman kahramanlarından birinin kısacık bir lâfından çıkacağız yola. Bu küçücük Ayrıntı’nın açtığı pencereden bakacağız.

 “…

  • İnsan bir kap gibidir. Benim fikrime göre aptallar beyni en az fosfor ve diğer elektromanyetik ürünlerden içerenlerdir. [Bu madde] delinin beyninde aşırı miktarda, normal insanda bir parça, dehada ise ideal bir seviyede, doyma noktasındadır. Aşık, dansçı, obur [beyin denen bu] elektrik aletten çıkan gücü farklı yerlere yönlendiren insanlardır. Demek ki duygularımız da …
  • Yeter Balthazar! Beni korkutuyorsun. Büyük günah işliyorsun. Yoksa benim aşkım bir …
  • Bu uçucu maddeden çıkan şüphesiz Mutlak olmalı. Bir düşün. Ya bulursam? Ya bulursam? […] Metalleri, elması, doğayı yeniden yapabilirim!
  • Peki daha mutlu olacak mısın? […] Lanet olası bilim. Lanet olası şeytan! Unutuyorsun! Şeytan gibi kibirlenerek onunla aynı suçu işliyorsun. Tanrı’nın alanına giriyorsun.
  • Tanrı? Oh! [umursamazca]
  • Ah! İnanmıyor. […], Tanrı senin asla elde edemeyeceğin bir güce sahip!
  • Nedir o?
  • Tek kuvvet, hareket! Beni okumaya mecbur ettiğin kitaplardan anladığım bu. Çiçeklerin, meyvaların, Malaga şarabının analizi ile onların parçalarını anlayabilirsin. Ama bunları birleştirerek o çiçekleri, meyvaları, Malaga şarabını yapabilir misin? Güneşin anlaşılmaz etkisine, ispanya’nın atmosferine sahip olabilir misin? Parçalara ayırmak yaratmak değildir…”

(Balzac, Mutlak peşinde(1)  adlı romanından, orjinal adı: La recherche de l’absolu)

Roman kahramanı Balthazar Claës Tanrı’yı, daha doğrusu adına Mutlak ilke” dediği ve Varlık’ın sırlarını içeren şeyi arıyor. İnsanları duygularına kadar kimyasallaştıran, maddeleştiren Balthazar’ın karısı Joséphine ise dindar bir Katolik. İspanyol asıllı, nispeten cahil ve zavallı bir kadın gibi görünüyor ilk bakışta. Aslında tahsille öğrenilemeyecek bir bilgeliğe sahip. Meselâ kocası bilimsel araştırmalar uğruna bütün aile servetini savururken Joséphine çocuklarının geleceğini düşünüyor.

Aslında roman bir çok felsefî sorgular ve simgelerle dolu ama biz konudan uzaklaşmayalım ve cahil(!) hanımefendinin son sözünü hatırlayalım: “Parçalara ayırmak yaratmak değildir.”

Daha önceki bölümlerde parçalayıcı zekâdan ve kör edici etkisinden oldukça derinlemesine bahsetmiştik. Burada sadece bir kaç satırla bu meseleyi hatırlamakla yetineceğiz ve ardından zıt yöne dönüp Kuşların Sırrı’na geçeceğiz: Neydi parçalayıcı zekâ? Biz insanlar meselâ bir saç kurutma makinesi yapmak istediğimizde gerekli parçaları birleştiriyoruz. Bir tür Lego-zekâ bu. Gerekli. Faydalı. Ama tam da bu yüzden yani faydalı olduğu için aynı zamanda “kör” edici bir zekâ söz konusu. Engel-Organ, Et-Göz gösterirken saklıyor. Gözlerimiz sayesinde değil gözlerimize rağmen görüyoruz.(2) İspanyol hanımefendi tam olarak adını koyamıyor ama bir şekilde hissediyor bu meseleyi: “Parçalara ayırmak yaratmak değildir” diyor.

Birleştirici bakış ve Bir’i idrak

Ne kaybediyoruz parçalarken? Kuşlara bakalım şimdi bu şuurla: Kanat, tüyler, gaga, iç organları gibi “parçaları” olan bir makine(?). Yani saç kurutma makinesi gibi parçalara ayrılabilir. Bütün bu bilgilerle Kuş’u anlayabilir miyiz? Joséphine duysa kızar bize değil mi? “Parçalara ayırmak yaratmak değildir” der. Tabi bu parçalayıcı körlükten ayrı tutulMAması gereken bir başka mesele FAYDACI körlük ve bunu da daha önceki bölümlerde işlemiştik. Güzellik Matkabı‘nda da söylediğimiz gibi av tüfeğinin namlusunun ucunda kızarmış ördek gördüğümüz anda Güzel Ördek’i göremeyiz. Bu kuralın tersi de geçerli.

Parçalama dediğimiz yönün tersine dönüp yürüsek nereye varacağız? Birleştirmeye? Belki de bizim birleştirmemize gerek yok, parçaları görmeye çalışmaktan vazgeçebilsek zaten Bütün’ü ya da Bir’i göreceğiz. Peki Bir’i gördüğümüzde nasıl tanıyacağız? Milat’tan sonra 200’lerde yaşamış olan Plotinus‘tan dinleyelim:

“…Öte/üstün olan Bir’de farklılaşma ya da çokluk yoktur. Bir, var olmak ya da olMAmak şeklindeki kavramların da ötesindedir, aşkındır. Bizim için varlık 5 duyu ile hissedilebilir yani algıladığımız şeylere izafe edilebilir. Ama Bir bütün bunları aşan bir öteliktedir. Bir,  şeylerden biri veya bunların toplamı, tamamı olmaktan münezzehtir. Zira o bütün varlıktan ve varoluştan öncedir. Bir‘i sıfatlarla nitelemek imkânsızdır. Bir ideal veya düşünce dahi olamaz. Çünkü bir düşünceyi O’na izafe etmek düşünen ve düşünüleni [gizlice de olsa] kabul etmek ve bu ayrımı Bir‘e atfetmek olur…” (Enneadlar)

Müslümanların çok iyi tanıdıkları bir kavrama işaret eden bu sözler nasıl oluyor da Mekke’den binlerce kilometre ve bir kaç asır uzakta ortaya çıkabiliyor? Açık konuşmak gerekirse “Yeni Eflatunculuğun Tek tanrılı dinler üzerine etkisi” gibi yaklaşımları hiç inandırıcı bulmuyorum.

Bu Hayret verici duruma benzer bir başka tesadüften(!) bahseden şu satırlarda bir açıklama arayalım:

“… Biri M.Ö. VI. yüzyılda Çin’de diğeri M.S. XII-XIII. yüzyılda İspanya’da doğmuş, aralarında yaklaşık 18 yüzyıllık bir zaman aralığı ve yaşadıkları yerler itibâriyle de yaklaşık 9000 km’den  fazla  bir  uzaklık  bulunan,  biri  Çince  diğeri  Arapça  konuşan  bu  iki  insânın biribirlerini, Varlık Âlemi’nin yapısı hakkında aynı şeyleri beyân edecek şekilde etkilemiş olduğunu  iddia  etmek  bir  maymunun  bilgisayar  klâvyesinin  başına  geçip  de  bir  çırpıda Mehmed  Âkif’in  bütün  Safâhat’ını  [bir rastlantı sonucu] aynı  sıra  içinde  eksiksiz  ve  hatâsız  yazabilmesi  kadar muhâldir. Kanaatimce Prof. İzutsu’nun bu araştırması, Cenâb-ı Hakk’ın (hangi zamanda, hangi  iklimde  ve  hangi  îtikâdın mensûbu  olarak  yaşamış  olmasının  hiç  önemi  olmaksızın)  seçtiği müstesnâ insânların gönüllerine, Varlık Âlemi’nin esrârını farklı boyalarla(3) boyanmış olsa bile, aynı şekilde ilhâm ettiğini çok bâriz bir şekilde ortaya koyan kıymetli bir çalışmadır…” (4)

Şimdi bir parça durup düşünelim. Sanat, bilim, din, felsefe üzerine binlerce sayfa yazabilir. Saatlerce konuşulabilir. Ama bütün bunlar neye yarar? Bilmek ve anlamak bir insanı daha “iyi” yapabilir mi? Profesörlerin Cennet’e girme ihtimali çobanlardan daha mı fazladır?

“İlmine talip olduğum âlimlerin ahlâkına da talip olmalıydım. En azından benim hissiyatım buydu. Düzenli olarak Mesnevî okumaya ama bu arada  hayatıma da biraz çeki-düzen vermeye başladım. […] Bizim dünyamızda omlet yapma bilgisi bilinir, Güzel bir kadına(erkeğe) karşı aşk hissedilir ve ALLAH’a inanılır. İyi insan olunur, kötü insan olunur. Bilmek, Aşık olmak, İman etmek ve Olmak 4 ayrı fiildir. Oysa anladığım kadarıyla İslâm’da Bilgi, Aşk ve İman mertebelerinde ilerledikçe aynı körfeze açılan 3 ırmağın birbirine yaklaşmasına benzer bir durum çıkıyor ortaya. Siz inandıkça bildiklerinizi hissetmeye, hissettiklerinizi bilmeye, iman ettiklerinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bilgi, Aşk ve İman karışarak AYNI-TEK(?) bir şeye dönüşüyor: OLMAK. Samimi bir gayret ile ALLAH’ın emrettiği gibi OLmaya çalıştıkça bazı bilgiler size doğru geliyor. Yani hiç bir kitap okumadan bazı şeyleri bilmeye başlıyorsunuz.” (Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî)

Bana bunları yazdıran elbette nefse karşı verilen mücadelenin sözle değil yaşayışla verilmesi ve bunun Mesnevî’de de en çok işlenen konulardan biri olmasıydı. Meselâ şu beyitler:

“İsim ve sıfattan ne doğar? Ancak hayal. Onun hayali de ulaşmaya, buluşmaya kılavuz olur. Eğer addan, harften öteye geçmek istersen, kendini kendinden çıkar, kendini tertemiz arıt, kendi nefsinden tamamıyla kurtul. Kirli demir renginden kurtul da pırıl pırıl parlayan hayali demir gibi ol, riyazatla passız bir ayna halini al. Kendini, kendi kötü huylarından, nefsanî isteklerinden kurtar, temizle de saf temiz gerçek varlığını, lekesiz zatını, ilahî özünü gör. O vakit kitapsız, yardımcısız hocaya başvurmadan, peygamberlerin bilgilerini gönlünde görebilirsin. Resülullah Efendimiz; “Ümmetimden öyle kişiler vardır ki, benimle aynı yaratılıştadır, aynı himmettedir.” diye buyurdu. “Ben onları hangi nûrla görüyorsam, onlar da beni aynı nûrla görürler.”…”

Peki biz Müslümanların Et-Göz’ü kapayıp Vahdet gözünü açmasıyla Plotinus’un bu elle tutulmaz hatta düşünülemez olan Bir’e yaklaşması arasında bir benzerlik var mı? Plotinus’un kendisinden dinleyelim:

“Göz neye bakıyorsa ona benzemeli, onun gibi olmalı. Göz güneş gibi olmadan güneşi göremez. Bir ruh kendisi güzelleşmeden Güzel’i göremez… Kendine gel ve bak. Kendinde Güzel’i görmüyorsan kendisi güzel olması gereken heykeltraş gibi yap. Karanlık ve pürüzlü yerleri cilala, parlat. Ta ki Erdem’in ilâhî parlaklığı yansıyabilsin sende” (Plotinus, Enneadlar, I, 6.9)

 Parçalardan Bir’e gidiş

Kemerlerinizi bağlayın şimdi zira kuşların sırrına giriyoruz. Leblebiler biraz sertleşecek!

1893’teki Chichago Dünya Fuarı’ndaki “Science of Animal Locomotion” isimli gösterisiyle ünlenen bir İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge. Fotoğraf çekmenin yeni yeni yaygınlaştığı yıllarda merak sarmış bu parçalama işine. Hayvanların, insanların hareketlerini fotoğraf karelerine hapsetmiş.

Biz de şimdi Muybridge’in bir çalışmasından istifade ederek ters yöne gideceğiz: Bir kuşun uçuşunu göz önüne alın. Bir kanat öyle çırpmış, bir kanat böyle. A noktasından B noktasına varmış uçarak.

Kuşların uçuşlarını parçalamak Hakikat’i saklıyor diyoruz sürekli ama hangi Hakikat’i? Zaman’ı mekânlaştırıcı bir etki yapıyor zihinlerimizde. Yani saniyeleri bir ipe dizilmiş inciler gibi düşünmemize sebep oluyor. Kuş’un hareketi olan Uçuş’u Kuş’tan ayırıyor tıpkı Kuş’un her saniyedeki Varlık’ını bir diğerinden ayırdığı gibi. Meselâ 30 saniyelik bir uçuş sırasında çekilmiş 30 fotoğraf bize şöyle bir izlenim veriyor:

Uçuş = Kuş(sn 1) + Kuş(sn 2) + ……. Kuş(sn 30). Kuş’un Uçuş’unu bu formüle indirgeyince Bakan’ı da kaybediyoruz. Yani hissiyattan uzaklaşan bir bilgi üretiyoruz objektiflik, tarafsızlık, bilimsellik adına. Ne demek Bakan’ı kaybetmek? Kendimizi kaybediyoruz bilginin içinde! Meselâ yüce dağları, vahşi aslanı ya da aşık bülbülü düşünün. Tabi maddî dünyaya bu şekilde şiirsel anlam yüklemek ilk bakışta sanatsal bir çaba ya da bir aldatmaca gibi görünebilir. Ama maddî dünyanın içimizdeki yansıması göründüğü kadar önemsiz değil. Eğer maddiyatın arkasındaki “gizli” mânâyı sanata, psikolojiye, felsefeye ya da dine hapsedersek ne olur? Modern dünyanın yaşadığı vicdan krizi olur!

Elimize kala kala determinist bir dünya kalır. Yani suyun 100°C’de kaynadığı, asitle bazın karışınca tuz ve suya dönüştüğü, bırakılan her taşın “pat” diye yere düştüğü bir dünya. Sebeplerin MECBUREN sonuçları doğurduğu ve İnsan’ın maymundan geldiği böyle bir dünyada ister dine dayalı isterse laik olsun bütün hukuk sistemleri tuz buz olmaya mahkûmdur. Çünkü MECBURİYET’in olduğu yerde ne SORUMLULUK olur ne de ÖZGÜRLÜK! (Yeni İnsanı Kendinden Kovduran Meyve; Özgürlük )

Nasıl mi? Meselâ hırsızlık yapan her insanın başına anında bir yıldırım düştüğünü ve her hırsızın anında öldüğü bir dünya düşleyelim. Böylesi bir dünyada hırsızlık suç veya günah olAmaz. Az ile yetinmek, fakirliğe sabretmek, başkasının malına mülküne saygı da bir erdem olamaz. MECBURİYET olur ancak. Nefes alıp verdiği için alkışlanan insan gördünüz mü siz?

İşte bunun için çiçeklerin güzelliği, kurtların hainliği, kuşların özgürlüğü, karıncaların çalışkanlığı bir aldatmaca ya da ne bileyim hikâye kitaplarına hapsedilmesi gereken göreceli şeyler değildir. Dış dünyanın, maddî varlıkların, cansızların, hayvanların ve bitkilerin bizde uyandırdığı hisler maddî alemin kendisinden de önemlidir. Zira adalet, vicdan, hukuk gibi olgular maddiyata değil söz konusu hislere dayandırılabilir ancak. Bunun içindir ki Boya Sanat’ın zıddı olan İnsanî Sanat bütün insanlık için bir umut ışığı teşkil eder. İslâmiyet’in ortaya çıkışından önce Müslüman olan(?)Plotinus‘un sözleriyle açıklık getirelim bu meseleye :

« Sanat sayesinde kendisine güzel bir şeklin girişiyle güzel olan taş, taş olduğu için değil Sanat sayesinde güzeldir. Bu şekil maddede yoktu ama Sanatçı’nın hayalinde vardı. Bu güzellik Sanatçı’daydı ama bunun sebebi gözleri ya da eli olması değil Sanatçı olmasıydı. Demek ki bu güzellik Sanat’a dairdir ve üstündür/aşkındır. » (Anlaşılabilir Güzellik’ten)

İşte parçalamanın bize (gözden) kaybettirdiği şey bu: Sanat’ı ve Sanatçı’yı gör(E)mez hale geliyoruz. Muybridge’in karelerinin yerine en sevdiğiniz şiiri koyun meselâ. 145 tane A, 300 tane I, 40 tane S…. Bunu mu demek istemiş şair? Şiiri harflere, resmi boyaya, heykeli taşa indirgemek ne acı. Evet, bu “ölü” malzeme Sanat’ın ifade bulması için geçerli. Mermersiz heykel olmaz. Ama HEYKEL = MERMER demek ne büyük körlük! Körlükten de öte, Mânâ’yı reddetmek, adeta zinâ yapmak(5) Aşk adına!

Kuşların Sırrı

Balzac, Plotinus ve Mevlânâ Hazretleri sayesinde de Parçalama, Sanat ve Nefs çerçevesini çizdik buraya kadar. Bu kadar teoriden sonra uygulamaya geçelim. Kuşlara bakalım birleştirici bir gözle. Uçan bir kuş hayal edin. Yerden yavaş yavaş yükselen bir güvercin veya serçe. Sadece kuşun değişik anlardaki hallerini birleştirmekle yetinmeyin. Yüksekliği ve alçaklığı da dahil edin bu birleştirmeye. Kendinizi yani Yükseliş’e Bakan’ı da ekleyin. Yani :

Kuş = Kanat + Gaga + tüyler +….  demektense şöyle hissetmeye çalışın:

Kuş’a birleştirici bakış : Ben (Bakan) , Kuş’un kendisi , Yükseklik-Alçaklık , kanat hareketleri , havadaki serbestliği , Kuş’un göğe yükselişi , …

Bu ikinci formülde Yükseklik-Alçaklık terimlerine dikkat edelim ve “Ben” elemanıyla bir arada bulunmasından kaynaklanan Mânâ’ya odaklanalım. Yükseklik bir insan için nasıl bir mânâ taşıyabilir? Fizik kuralları dışında bir Yükseklik-Alçaklık algısı olabilir mi?

Eğer delirme ihtimali olmasaydı “İnsan” olabilir miydik? […]Meselâ yükseklik. Bir binanın boyu veya uçurumun derinliğini o şeylerin vasfı  değil de bir ayna gibi göremez miyiz? Bu gözle bakınca yükseklik bizim Varlık’ımıza dair ne yansıtır? Hemen her kültürde, dinî metinde, şirket organizasyonunda düşüş-yükseliş,üst-alt benzeri simgesel anlamlar taşımaz mı?

Borsanın düşmesi ve yükselmesi,

Surelerin [insanlara] inmesi,

Bir şirkette yükselmek,

Gözden düşmek,

Alt tabaka insanlar

Aşağılık bir davranış

Üstün  ırklar …

Eğer hareket edemeyen canlılar olsaydık şüphesiz bu simgeler başka türlü gelişecekti. Ama insan hareket edebilen bir canlı. Zaman’a ve Mekân’a referans ile düşey olarak hareket edebiliyoruz. Ancak yükseliş özel bir hareket. Meselâ yürümekten farklı. Yürürken geri dönebilirsiniz. Yolunuzu kaybettiyseniz durup düşünebilirsiniz. Yükselmek, örneğin tırmanmak ellerin de kullanılmasını gerektiriyor. Kendini aşmaya, değişmeye, dönüşmeye daha uygun bir simge. Yürürken yolunu kaybetmek ile yükselirken kaybolmak arasında da fark var. Geri dönemeyebilirsiniz. Yükseldikçe geride bıraktığınız zeminle aranız açılıyor ama o zemin hiç yok olmuyor. Gözünüz hem uçurumun dibini görüyor hem de dağın zirvesini.[…] Çünkü “Deli” insan şu veya bu görevi yerine getirmekte kusurlu bir makine değil. Her şeyden önce bir İnsan olan “Deli” insanın gerçek sorunu şu: Varlığından, İnsan’lığından kaynaklanan ama birbirine zıt yönlere çeken güçler arasındaki dengeyi kaybetmiş olması.( Korku matkabı )

Yüksekliğin içimizdeki yansımasını bu şekilde hatırladıktan sonra TEMEL bir soru soralım: Kuşlar neden var? Renkleri ve kanat çırpışlarıyla gözlerimizi yerden alıp yükseklere, gökyüzünün sonsuzluğuna çevirmek için. Şefkâtli bir babanın yere bakan evlâdının çenesini kavrayıp yukarı, kendi yüzüne çevirmesi gibi. İçimize üflenmiş olan bir ruhun varlığını bize hatırlatmak, sadece hayvan gibi olmadığımızı bildirmek için. İşte Plotinus’un Bir’ine yaklaşmak arzusuyla, her bir ayrıntıya Bir’leştirici gözle baktığımızda bunları görüyoruz avlanıp yenecek ördekler yerine…

Kuşların hikmetini ararken

Bazı eserler vardır, okuyup anlaşılmak için yazılmıştır. Bilgi verir. Ya da bildiklerinize yeni bir bakış açısı sağlar, yeni pencereler açar size. Başka bazı kitaplar vardır. Sanki bir mızrap, bir arşe olmak için yazılmıştır, çalar sizi. kitabın anlamı yazandan değil okuyandan kaynaklanır:

“Roman bir arşedir, sesi çıkaran kemanın gövdesidir. O gövde okuyucunun ruhudur.”  (Stendhal, Henry Brulard’ın hayatı)

Kuşlar da kanaatimce Bir’lik gözüyle bakanlar için Stendhal’ın bahsettiği romanlar gibi bir arşe, bir mızrap görevi yapıyorlar. Ses bizden çıkıyor, bir kaç kanat çırpmada ağaçların, evlerin hatta dağların tepesine yükselebilen Kuş’un Mânâ’sı bizde saklı:

Gazâlî Hazretleri’nin Kalplerin Keşfi’nde anlattığı üzere ALLAH meleklere saf akıl, hayvanlara ise nefsin arzularını verdi. İnsan’a ikisini de verdi. Bu sebeple nefsini dinleyen bir insan hayvandan daha aşağı olurken aklını dinleyip ona galip gelen insanlar meleklerden de daha yükseklere kanatlanıp uçabilir. Bu insanın özgürlük koşuludur. Melek mutlak masum olarak kötülük/hata yapma imkânına sahip değildir. Cennet ve Cehennem’in varlığı İnsan’ın üstünlüğünün ve ALLAH’ın yeryüzündeki halifesi olmasının gereği, işareti ve garantisidir. Zahirî alemdeki kuşlara ait yükseklik zannederim Mânâ aleminde daha yüce, daha kıymetli ve daha GERÇEK bir yüksekliğe işaret etmekte. Bir daha bir kuş gördüğümüzde Kuş’u kendi tekilliğinde düşünmek ve Kuş’un Mânâ’sını içimizde aramakta fayda var diye düşünüyorum…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

  

 

 

  

 

 

 

Kısaltılmış çeviri bana ait, Can veya Metis gibi bir yayından edinilecek Türkçe tercümesini  okumanızı tavsiye ederim. Meselâ burada Türkiye iş bankası yayınlarından çıkmış bir çeviri var.

Henri Bergson (Yaratıcı Evrim, Madde ve Bellek, Gülmek [sf. 115’teki Sanat’ın amacı konulu kısım]…)

Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinden bir çağrışım:

“…Aldatıcı çeşitli renkler vahdet küpüne daldırılınca tek renk olur, aynı topraktan da çeşitli meyveler, bitkiler çıkar / Yukarıdaki hikâyede geçen vezir, Îsâ (a.s.)’daki vahdeti, renk birliğini idrak edememiş ve Îsâ’nın mânâ küpündeki huydan bir huy edinememişti. …”

(Tercüman Şefik Can’ın notu:  Rivâyete göre Hz. Îsâ gençliğinde boyacılık edermiş. Boyanmak üzere getirilen elbise ve kumaşları o küpe atarmış, elbise ve kumaş sahibi hangi rengi istiyorsa, onun elbisesi yahut kumaşı istediği renge boyanırmış. Aynı küpten istenilen çeşit çeşit renklerin çıkması Hz. Îsâ’nın bir mu’cizesi olarak görülmekte… Ve mutasavvıflara kesrette vahdeti (=çoklukta tekliği) hatırlatmakta ve bu Sıbğatullah (=Allah boyası) olarak ta’rif edilmektedir. Hz. Îsâ’nın küpünden renk renk kumaşlar çıktığı gibi Vahdet Küpü’nden de türlü türlü renk ve şekillerde mahlukların zuhur eylemiş olması ile eşyada görülen bu kesretin (=çokluğun) yegâne menbaının vahdet oldugu anlatılmaktadır.)

“…Hz. Îsâ’nın tertemiz mânâ küpünde, yüz renkli elbise, ışık gibi lekesiz bir hale gelir, tek renge boyanırdı…”

(Tercüman Şefik Can’ın notu:   Şu renklerden sıyrılıp Hz. Îsâ’nın küpüne girer, “Allah boyası” belirir. Artık, Allah dilediğini yapar. Dîvan-ı Kebîr, c. I, no. 28.)

“…Bu tevhid, bu tek renklilik, Hakk’ı arayan kişiye usanç verecek, bıktıracak bir tek renklilik değildir. Balıkların duru su içinde tek renkli deryada, hayat ve rahat buldukları gibi onlar da tek renklilikte hayat ve rahat bulurlar. Tek renkli denizlerin aksine, her ne kadar karalarda kesret âleminde binlerce renk varsa da, vahdet denizinin balıkları, kurulukla ve çeşitli renklerle savaştadır….”

(Tercüman Şefik Can’ın notu:   Vahdet denizinin balıkları, Hakk âşıkı âriflerdir. Onlar vahdet deryasına dalmışlardır. Renklerden, şekil ve sûret âleminden çokluk âleminin kuruluğundan kurtulmuşlar, Allah aşkından başkasını bilmezler.)

İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin tercümesi buradan indirilebilir. Bu satırlar söz konusu kitabın giriş bölümünden alınmıştır.

Aslında tehlike parçalamanın kendisinde değil de bu eylemi Mutlak sanmakta. Analitik zekâya hak ettiğinden çok daha üstün bir değer atfetmek bu. Bilimcilik, pozitivizm, ampirizm gibi etiketlerle karşımıza çıkan insanlık yanılgısı. Madde ile Ruh’u birbirine karıştırmanın ne büyük tehlikelere yol açabileceğini Zina da böyle bir şey isimli yazımda anlatmıştım zaten.

Mesnevî’deki Kanat-Kuş-Yükseliş mânâlarından bir kaç örnek: “…İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsâfı…”

(Tercüman Şefik Can’ın notu: İlâhî akıl kuşları, peygamberlerin, velîlerin sembolüdür. Kanatlar; aşkı, vecdi ifade eder. İnsan, kendinden, kendi benliğinden ancak aşk kanadı ile uzaklaşabilir: Ancak aşk kanadı, vecd kanadı ile yukarılara çıkabilir.)

Her an ona Allah’tan yüzlerce mektup, yüzlerce haberci gelsin. Onun bir; “Ya Rabbi!” demesine karşılık, Hakk’tan altmış kerre; “Lebbeyk” (=buyur kulum) nidası ulaşsın.

[…] Kanatlarını da yüz yerinden yaralamışsın, işlediğin günahlarla, rûhun yükselme kabiliyetini elinden almışsın. Ona gereken gıdayı veremiyorsun. Bazen onun önüne kebap olmuş  dana eti koyuyorsun, bazen de onu alıyor, içinde hayvanların yiyeceği bulunan samanlığa götürüyorsun. Ona diyorsun ki: “işte, bizim gıdamız budur!” Hâlbuki behey gâfil! Onun gıdası samanlıkta değildir, onun gıdası gökyüzündedir. Onun Allâh’la buluşmaktan başka gıdası yoktur. […] Allah dilerse havayı ve ateşi aşağılatır, alçaltır; onları bulanık, türlü tür­lü ağır bir hale sokar. Yeri ve suyu yüceltirse, onlar gökyüzü yükünü ayakları ile aşarlar. Şimdi “Allah dilediğini aziz eyler” (Al-i İmran Sûresi 26. ayet) ayetinin anlamı iyice anlaşıldı. Demek ki, Cenab-ı Hakk dilerse topraktan yaratılan varlığa “Kanatlarını aç, yüksel.” diye buyurur. Ateşten yaratılana da; “Yürü, git, iblis ol, yedi kat yerin altında şeytan­lık et.” der. “Ey topraktan yaratılan Âdem!” der; “Yürü, Süha Yıldızı’nın üstüne çık. Ey ateşten yaratılan iblis! Sen de yerin dibine gir. […] Böylece iki kanatlı kuş olursun, çünkü tek kanatlı bir kuş uçmaktan tamamıyla âcizdir.

(Tercüman Şefik Can’ın notu:  İnsan Cenab-ı Hakk’a karşı korku ve ümid (=reca) arasında olmalıdır. Yani Cenab-ı Hakk’ın kahrından ve azabından korkmalı ve Allah’ın lutfunu ve merhametini ummalıdır. Bu hal, yani korku ve ümid arasında oluş, onun için mânevî  iki kanat teşkil eder. O kanatlar vasıtasıyla hidayet göklerinde uçarlar. Bunlardan biri eksik otursa, yani sade korkuya tutulup Allah’ın rahmetinden ümidini keserse, yahut Allah’ın kah­rından emin olup korkuyu hatırına getirmezse, o kanatların biri kırılmış, tek ka­natla uçamaz hale gelmiş olur.)

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 8 Yorum

  2. Yazan:789 Tarih: Nis 21, 2010 | Reply

    (Vahdet üzerine bir katkı. Yazıdaki sen hitabı yazana değil. Yazının akışının rahat anlaşılması için okuyan herkese ve başta yorumu yazanın kendisine. Bir eleştiri yorumu değil, sesli düşünme diyelim )

    Kendine zıt olanın içinden hakikatlar çıkarabiliyor musun? Yoksa o hep tali olmak, eksik olmak zorunda mı? O zaman senin düşüncelerin dışında herkes eksik ve iflah olmaz. Vahdet? Başkasında da, karşıtında da hakikat, insaniyet bulmakla başlar. İnsanın olduğu her yerde, her düşünce de insana ait bir hakikat kırıntısı var. Hakikatın kendisi ? Kim onunun bütününe sahip ki? Hangi aklı yerinde biri böyle kibirli bir iddiada bulunabilir ki :))

    Sanırım….

  3. Yazan:ulvi Tarih: Nis 23, 2010 | Reply

    “Kuşlar neden var? Renkleri ve kanat çırpışlarıyla gözlerimizi yerden alıp yükseklere, gökyüzünün sonsuzluğuna çevirmek için.

    Eğer delirme ihtimali olmasaydı “İnsan” olabilir miydik? […]Meselâ yükseklik. Bir binanın boyu veya uçurumun derinliğini o şeylerin vasfı  değil de bir ayna gibi göremez miyiz? Bu gözle bakınca yükseklik bizim Varlık’ımıza dair ne yansıtır? ”

    bu bakış açılarını çok beğendim. çok değerli buluyorum, belirtmek istedim,

    yalnız, takıldığım bir kaç nokta oldu. plotinos’un bir’lik, bir olma’yla ilgili fikirleri gerçekten vahdet-i vücud kavramıyla benzeşiyor. fakat, bu bahsedilen bir’lik oluştuğunda tanrı-kul ayrımının ortadan kalkıyor olması gerekir. zaten plotinos da böyle bir hiyerarşik yapıdan bahsetmiyor. her ne kadar böyle tanımlamak istenmese de bu bir’lik kişiyi bizzat tanrılaştırıyor, bir kült statüsüne getiriyor. bu kavramın islam teolojisiyle veya dört mezheple ne kadar bağdaştığını merak ediyorum. zira bu tip düşünceler yüzünden hem emevi hem de osmanlı halifeliğince tarihte çok kişinin katledildiğini biliyoruz. tanrılaşmak kelimesi kulağa garip geliyor olsa da kimin himmet sahibi olup, kimin günah işlediğine karar verme görevini insanın üzerine alınması da en az o kadar garip. bir’lik kavramı her insana açık, insanın özünde var olan bir kavram. o’nun ne istiyor olduğuyla ilgili kararlar vermek, o’nun, hakkında direkt veya dolaylı yoldan fikir sahibi olunabilecek bir “varlık” olduğunu “düşünmeyi” gerektiriyor.

    “…Zira o bütün varlıktan ve varoluştan öncedir. Bir‘i sıfatlarla nitelemek imkânsızdır. Bir ideal veya düşünce dahi olamaz. Çünkü bir düşünceyi O’na izafe etmek düşünen ve düşünüleni [gizlice de olsa] kabul etmek ve bu ayrımı Bir‘e atfetmek olur…”

    çeliştiğini düşündüğüm nokta burası.

    “Yüce ALLAH meleklere saf akıl, hayvanlara ise nefsin arzularını verdi. İnsan’a ikisini de verdi. …”

    gibi örneklendirilebilecek inançlara sahip olmak, kaynaklarının ne kadar güvenilir olduğuna inanılsa da, tanrıyı üzerinde düşünülemez, fikir sahibi olunamaz, varlığı veya yokluğu kavranamaz bir konumdan alarak, hikayesi anlatılan mitolojik bir karakter haline bürüyor.

    insan, özünden gelen özgür iradesini yaşayabildiğinde insan olabilir desek de, “..saf temiz gerçek varlığını, lekesiz zatını, ilahî özünü gör. O vakit kitapsız, yardımcısız hocaya başvurmadan, peygamberlerin bilgilerini gönlünde görebilirsin. ” sözünden yola çıkan birine bugün bile peygamberliğini ilan etme özgürlüğü tanınacağını sanmıyorum.

    plotinos’un tek tanrılı dinleri etkilemediğinde haklısınız. ana akım islam, hristiynlık ve musevilikte plotinos’un fikirlerini görmek pek bir zor. plotinos’un hellenistik felsefesi dinleri değil, dinlerin gölgesinde var olmaya çalışan gnostikleri ve tasavvufçuları etkilemiş olabilir.

  4. Yazan:MB Tarih: Nis 23, 2010 | Reply

    “Göz neye bakıyorsa ona benzemeli, onun gibi olmalı. Göz güneş gibi olmadan güneşi göremez. Bir ruh kendisi güzelleşmeden Güzel’i göremez…

    Plotinus’un bu sözlerini okurken aklıma hemen Bediüzzaman’ın şu sözleri aklıma geldi…

    “Güzel Gören Güzel Düşünür Güzel Düşünen Hayatından Lezzet Alır.”

    Bu iki söz birbirine ne kadar benziyor ve birbirini ne kadar da tamamlıyor…

    Muhteşem bir yazı olmuş. Defalarca okunmayı hakediyor. Bu mükemmel yazı için, kaleminize ve yüreğinize sağlık Mehmet Bey…

  5. Yazan:MY Tarih: Nis 25, 2010 | Reply

    “plotinos’un bir’lik, bir olma’yla ilgili fikirleri gerçekten vahdet-i vücud kavramıyla benzeşiyor. fakat, bu bahsedilen bir’lik oluştuğunda tanrı-kul ayrımının ortadan kalkıyor olması gerekir. zaten plotinos da böyle bir hiyerarşik yapıdan bahsetmiyor. her ne kadar böyle tanımlamak istenmese de bu bir’lik kişiyi bizzat tanrılaştırıyor, bir kült statüsüne getiriyor. bu kavramın islam teolojisiyle veya dört mezheple ne kadar bağdaştığını merak ediyorum” (ULVI)

    Aslinda insan’in tanrilasmasi yok, ama yaratilisinda Tanri’dan olan seyin idraki söz konusu. Sonsuz olani, ölümsüz olani idrak etmek.

    Bunun içindir ki Yunus Emre Hazretleri bir siirinde söyle der:


    “Yunus ölmüs diye sala okurlar, ölen hayvan imis, asiklar ölmez imis”

    Nedir bu ölümlü hayvan? Islam’da bunun adi nefs. Bunun içindir ki Peygamberimiz “nefsini bilen RABB’ini bilir” demistir. Yani tuzlu bir suyu içmek isteyen tuzunu aritir. Tabi önce tuzun mahiyetini ve tuzu sudan ayiran özellikleri bilmek gerekir.

    Yine bu paralelde Plotinus’un yaptigi bir altin cevheri benzetmesi vardir. Altin Ruh’u, pislikler de nefsin dürtülerini temsil eder.

    Bu sonsuzlugun idraki için gerekli entelktüel gereçleri ve kaynaklarini bulmak isteyenler Derin insan adli kitabimizdan istifade edebilirler.

    Tabi idrak kademe kademe olur. Mevlânâ’yi veya Yunus Emre’yi Plotinus ile karsilastirma niyetinde degiliz 🙂

  6. Yazan:zafer Tarih: Nis 26, 2010 | Reply

    insanın tanrılaşması yada tanrılaştırılması kavramını her yerde görüyorum… insan tanrının ta kendisidir…

  7. Yazan:ulvi Tarih: Nis 27, 2010 | Reply

    insan tanrının ta kendisidir de, ama önce bunun bir farkına varması gerek. egosunun (ya da nefsinin) zincirlerinden kurtulmuş olsun veya olmasın her kişide tezahür eder bu tanrısallık. farkındalığı yüksek veya düşük her tanrısal birim kendi yolunu, kendi yanlışlarını deneyimlemek ister bu yüzden. nefsin tanrısal öz’ü kirletmesi ve altının başka madenler karıştığında değerinin azaldığı benzetmeleri insani aklın yanılsamaları. yoksa çamurlu suyun kendisi değildir kirli olduğunu düşünen. altın madenini diğer metallerden ayrıcalıklı kılan ne olabilir ki doğanın gözünde? insan ve hayvan arasına çekilen kalın çizgiye de karşıyım bu sebeple. insani olduğunu düşündüğümüz duyguları memeli hayvanlarla paylaştığımız apaçık ortada. sosyal ve bir iletişim diline sahip bazı hayvanların hayatlarını da bu duygular yönlendiriyor ve herbiri benzersiz karakterlere sahip aynı bizim gibi. bu açıdan bakınca bir kedi, bir taş parçası, ulvi bir insan veya bir tecavüzcü de bu ilahi komedyanın kuklaları olmaları sebebiyle eşit derece de masum olmalı. ne de olsa her bir kuklayı perde arkasından yöneten aynı el.

    dinler hep ruhun tanrıya ulaşmaya veya o’na geri dönmeye çalıştığından, bu özlemi çektiğinden bahseder de tanrıya ulaşılmasından sonrası pek net değil. insan hayal gücündeki ideal imgelerin derlemesi olan bir cennet midir bizi bekleyen? “yaradılışında tanrıdan olan şey” tanrının kendisinden başka ne olabilir ki? düşünce akımları bu durumu bir su damlasının okyanus ile birleşmesi metaforuyla açıklamak istemiş. su damlasının okyanus ile birleşmesinden önce onların ayrı varlıklar olduğunu “düşünen” de yine biziz. bu noktada, determinist bakış açısının doğaya yaptığı parçalamanın aynısını din insana yapıyor.

    lanetli insandan peygambere doğru hiyerarşik bir spektrum ile ayrıştırılarak, “gökteki” tanrı ile aralarına kalın duvarlar örülmüş olanlar değil, tanrısal özle ve birbirleriyle eşit olduklarının bilincindeki çocuklar acılara ve savaşlara son verecek bir gün.

    aynı çiçeği farklı lugatlarla tanımlamaya çalışıyor gibiyiz. zıt düştüğümüz noktalar da çok değil aslında. dilin kabiliyetinin yetmediği tanımlamalar nihayetinde hepsi. yine de, kuran’ın, söz ve düşünce ile tanımlanamaz olan “tanrı”yı aynen tevrat’ta yapıldığı gibi mitolojik bir karakter haline bürümesi, insanın kendini o’nun sözcüsü, yargıcı ve cezalandırıcısı ilan etmesi ve bunun sonucu olarak “öteki” görüşleri yüzünden katledilenler, dönüştürülmek istenenler ile ilgili fikirlerinizi duymak isterdim. özünde benzer fikirleri paylaşıyor olduğumuz için sormak istiyorum, bugün türkiye’de bir pagan tapınağı veya neo-platoncu bir dergah kurulsa bu konudaki düşünceniz ne olurdu?

  8. Yazan:MY Tarih: Nis 28, 2010 | Reply

    dilin kabiliyetinin yetmediği tanımlamalar nihayetinde hepsi.(ULVÎ)

    Evet, burada bir sübjektivite var, asilamaz. Bir yazimda söyle demistim bu konuda:

    “Bizim dünyamızda omlet yapma bilgisi bilinir, Güzel bir kadına(erkeğe) karşı aşk hissedilir ve ALLAH’a inanılır. İyi insan olunur, kötü insan olunur. Bilmek, Aşık olmak, İman etmek ve Olmak 4 ayrı fiildir. Oysa anladığım kadarıyla İslâm’da Bilgi, Aşk ve İman mertebelerinde ilerledikçe aynı körfeze açılan 3 ırmağın birbirine yaklaşmasına benzer bir durum çıkıyor ortaya. Siz inandıkça bildiklerinizi hissetmeye, hissettiklerinizi bilmeye, iman ettiklerinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bilgi, Aşk ve İman karışarak AYNI-TEK(?) bir şeye dönüşüyor: OLMAK. Samimi bir gayret ile ALLAH’ın emrettiği gibi OLmaya çalıştıkça bazı bilgiler size doğru geliyor. Yani hiç bir kitap okumadan bazı şeyleri bilmeye başlıyorsunuz.” (Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî)

    yine de, kuran’ın, söz ve düşünce ile tanımlanamaz olan “tanrı”yı aynen tevrat’ta yapıldığı gibi mitolojik bir karakter haline bürümesi, insanın kendini o’nun sözcüsü, yargıcı ve cezalandırıcısı ilan etmesi ve bunun sonucu olarak “öteki” görüşleri yüzünden katledilenler, dönüştürülmek istenenler ile ilgili fikirlerinizi duymak isterdim.(ULVÎ)

    Kurumsallasan dinler dünyevîlesir ve önce Tanri’larini öldürürler mü’minlerin kalbinde. Sonra da “ötekileri” öldürürler. Ondan sonra da “bizden” olan vicdan sahiplerini ötekilestirirler ve onlari da öldürürler. Fanatiklesen din tipki milliyetçilik gibi bir sürek izler. Kanser hücresi gibi metabolizmayi (toplumu) yok eder kendisiyle birlikte.

    Iman’in kabaca 3 boyutu var (benim gözümde) Bunu Cemile çok güzel anlatmisti :

    Qua Vadis Ümmet? isimli yazisinda.

    özünde benzer fikirleri paylaşıyor olduğumuz için sormak istiyorum, bugün türkiye’de bir pagan tapınağı veya neo-platoncu bir dergah kurulsa bu konudaki düşünceniz ne olurdu?(ULVÎ)

    Türkiye’de bunlara göre çok daha gayri-Islâmî inanislar var ve üstelik de devlet eliyle dayatiliyor halka. Hatta bazi seyler Islam’i yikacak biçimde yapiliyor. Meselâ camilere asilan mahyalar, meselâ Genel Kurmay baskaninin kendini ALLAH’in yerine koymasi, ölenleri sehit ilân etmesi… Dediginiz gibi dergâhlar beni asla bu igrençlikler kadar rahatsiz edemez. Bu yazilari okumanizi isterim:

    Zina da böyle bir şey işte

    Dinlerarası diyalog : Diyanetizm ve İslâm

    Pagan olsun ya da olmasin manevî içerikli yapilanmalar insanlarin vicdanini uyandirmali. Bugün meselâ Kürtlere yapilan baskilara susan “Müslümanlar” hâlâ varken dinsiz/agnostik bir çok insan uyku uyumuyor. Bedava avukatlik hizmeti veren var, gösterilerde, meydanlarda insan haklarini savunan bir sürü ateist var. Demek ki insan olmadan Müslüman olmaya çalismak cowboy sapkasi giyerek Amerikali olmaya benziyor 🙂

    Son olarak yarin öglende bir kitap alintisi girecegiz, ona göz atin, çok güzel ve gerçek(bir âlemde)

  9. Yazan:çuvaldız Tarih: Nis 29, 2010 | Reply

    Dün Suat bey’in vermiş olduğu linkteki yazıda geçen şu satırlar;

    “Tanrının varlığını kanıtlamaya çalışan delillerin hemen hepsi nedensellik kuralına dayandığından, bu kuralın, evrenin dışına uygulanamayacağını, çünkü evrenin bütün haliyle (kâinat) bizim için bir tecrübe olmadığını iddia eden birinin, bütün bu delilleri reddetmesine ne dersiniz? Bu durumda, bu delillere dayanarak tanrının varlığına inananlar, tanrının varlığına doğru bir yoldan inanmış olurlar mı? Bu delilleri yetersiz bulup onun varlığına inanmayanlar, gerçekten ispatlanmış bir tanrıyı mı reddetmiş oluyorlar? Bu durumda tanrı kavramına hangisi daha saygılı? Yetersiz bir kanıtla ona inanan mı, yoksa bu kanıtı eksik bulup ona inanmayan mı? Hangisi daha dürüst, hangisi daha samimi?”

    bu kitapta geçen bir diyalogu anımsattı;

    “Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin, şehrimize uzak diyardan bir Piri Fâni gelmiştir. Bilge ve velî kişidir.Ahaliye Allah’ın ispatı için tam yüz tane delil getireceğini iddia eder. Gelin dinleyin, özü sözü doğru, bu bilge Hak âşığını dinleyin, ders alın, öğrenin.Allah’ın varlığına delil yüz örneği dinleyin!”
    -Buna ne dersin ey Allah’ın kulu? Hakikaten sende de yüz delil var mıdır?
    -Tuhaf şey!Demek ki adamın bu kadar şüphesi varmış ki üşenmemiş yüz tane delil arayıp bulmuş.
    -Peki senin delilin nedir?
    -Delile ispata gerek yoktur.Mutlaka kanıt istersen ve eğer ilmine de güveniyorsan oraya müracaat eyle.
    -İlminiz ne mertebededir?
    İlim bir noktadır, onu çoğaltan cahillerdir.
    ….
    -Bu kâinat hakkında ne düşünürsünüz?
    “Bir kitabullah-ı âzam serâser kâinât
    Hangi harfi yoklasam mânâsı Allah çıkar”

    (sf.19)

    “Ben”in de dahil olduğu tek nokta; Kainat.

    İlim ilim bilmektir
    İlim kendin bilmektir
    Sen kendini bilmezsin
    Ya nice okumaktır
    (Yunus Emre)

    ”Nefsini bilen Rabbi’ni bilir.” (hadis)

    Bilmek!

    Nokta’ya bakabilmek için nokta olmaktan kurtulmak, kainatın dışına/üstüne çıkmak, çıkabilmek mümkün mü?

    Mehmet bey, aşağı-yukarı, alçalmak-yükselmek ile ilgili “kuşların sırrına” ilişkin yazdıklarınızı okuduğumda anlayabildiğim kadarından sonra aklımda takılı kalan koskoca bir “yön” tabelasıydı. Yine ifade ettiğiniz gibi aslında yön’den de önce tespit edilip üzerinde durulması(!) gereken, ‘hareket’miş meğer.

    Hareket!

    İlk alıntıladığım satırları kaleme alan da ilme/noktaya noktaya dahil olan bir insan’a ait ! Akıl, noktadaki mahluk için bir faaliyet, “hareket”. Kendini(!) bilmek dolayısıyla anlamak(= gaye) için girişilen bir gayretdir “akıl yürütmek(!)”.

    “Bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik!”(sf.40)

    Nokta’ya anlamak maksadıyla bakabilmek için akıl kapısından çıkmak, kuş kanadıyla uçmak, kısaca hareket gerekiyor.

    İnsanın, bilmeye ve anlamaya dönük bu gayreti tabii mi yoksa bir zorunluluk mu?

    Kâinat derken ne anlıyoruz? Güneşler, dünyalar ve gezegenler. Her biri kendi yörüngelerinde hareket eden gök cisimleri içinde barındıran felekler sistemi!

    Güzel şimdi hem hareket, hem de şu felekler sistemine iyice bir bakalım.
    Madem ki felekler(gezegenler) hareket ediyorlar bu hareketler nasıl gerçekleşiyor? Yani bu hareketi sağlayan nedir? Âlemde “kendiliğinden” hiçbir olay ortaya çıkmadığına göre, feleklerin hareketlerinin belirli yasalara, doğa kanun ve prensiplerine uyması gerekiyor. Ancak felekler de göze görünen birer suret, birer şekil ve birer cisim olduklarından, bunları harekete geçiren mutlaka bir ‘üst sistem’ olmalı. Ben bu üst sisteme ‘akıl’ adını veriyorum. Akıl sözcüğü çok hoşuma gidiyor. Bir defa akıl, hem bir zihinsel faaliyeti ve hem de üstün bir ilim kavramını ön plâna çıkarıyor. Bu yüzden akıl, derin kapsamlı, geniş çerçeveli bir anlam kazanıyor. O halde feleklerin hareketinin zoraki bir hareket olmadığı sonucuna varıyorum. Peki bu hareket, acaba kendilerinin doğal bir hareketi midir? Bu da değil. Bence daha önce vardığım sonuç burada da aynen geçerliliğini koruyor. Onların da kendilerine göre bir gayesi olmalı. Ama nasıl?

    Burayı biraz daha açmam gerekli. Şöyle düşünüyorum, diyorum ki; hiçbir cisim kendine özgü tabiatıyla hareket edemez. Çünkü cisimlerde tabiî olan özellik, cisimlerden ayrılmaz da ondan. Oysa harekette; cismi tabiatından yani kendi özelliğinden ayıran bir kopuş söz konusudur. Buna göre, hareket, cismin ‘tabiatından ayrılabilir olduğundan tabiîliğin, yani doğallığın bir sonucu olamaz!
    Hareket doğallığın bir sonucu değilse, acaba zorunlu mu olacak? Bu mümkün değil. Zira, zorunlu hareket de aslında tabiî hareketin benzeridir.
    Feleklerin kendine özgü bir hareketi olduğundan ve bu hareketin anlamı, diğer feleklere göre bir değer kazandığından, burada olağanüstü bir düzenleme görüyoruz. Bu düzenleme (aslında hiyerarşik özellik) bize cisimlerin ‘kendiliğinden’ bir zorunlu harekete geçemeyeceğini; rasgele, kendi keyfine göre hareket edemeyeceği gerçeğini açıklıyor.
    Bütün bu düşüncelerden ne anlıyoruz? Şu bir gerçek ki, her felek için hareketi belirleyen bir sonuç ve gaye vardır. Bu sonuç ve gaye ne anlama gelir? Gaye ve sonuç, daima (kemâle ermeyi) olgunluğu hedefler. Hatta bu gaye ve sonucu ‘iyiliğe yönelme’ olarak da tanımlayabilirim. En çok istenen ideal olgunluktur, iyidir (hayr). Bu noktada şu önemli gerçeğin de altını çizmem lâzım. Sonuç, olgunluğunu onu meydana getiren bir üst sistemden almakla birlikte, bu sonucu artırmak için sebebin üstüne çıkamaz. Çünkü sonucun olgunluğu her zaman sebebin olgunluğundan aşağı düzeydedir.

    Feleklerin özellikleri birbirinden farklıdır. Kütleleri, hareket hızları, yörüngeleri birbirine benzemez. Her feleğin yöneldiği gaye veya sonuç da birbirine benzemez. O halde aslında bütün feleklerin tek bir sebebi olmalıdır ve onlar bu sebeple hareketlerini sürdürüyor olmalıdırlar. Felekler birbirlerine benzememekle birlikte, bazı ortak özelliklere de sahiptirler.Nedir onlar?
    Ortak özellikler; düzendir, sıralamadır, derecelendirmedir, nizamdır, hiyerarşidir. Peki bütün bu sonuçları oluşturan bir ilk sebep; ilk neden olmalıdır ki hareket sağlanabilsin. Bu ilk sebeple hareket etmeyen, fakat hareket ettirene ‘ilk muharrik’(harekete geçiren) adını veriyorum.
    İşte bu ilk Neden’e en büyük İyi’ye, tüm cisimler gibi felekler de benzeme isteğindedirler. Aslında âlemde gördüğümüz bu harikalar harikası düzen, ilk hareket Ettirici’den tüm kâinata yayılan İyi’den(hayr) kaynaklanmaktadır. En büyük İyi’ye benzeme isteği, mecburi olarak varlıkların olgunluğa erişmesini sağlar.Eğer İyi’ye olan sevgi ve muhabbet çok şiddetli ise feleklerin durumu veya hareketi de o denli şiddetli olur.(Güneşteki ‘Celal’ ne müthiştir!)

    Düzenlemenin bir diğer özelliği de derece derece hareketlilerin erişebileceği en son aşamadır. Bu derecelenmede varlıklar, en aşağı seviyeden daha yukarı seviyelere çıkma isteğindedirler. Bu derecelenme sürecinde her varlık, içinde bulunduğu hiyerarşiye göre bir kemâl(olgunluk) kazanır. Ancak hiçbir sebep, kendisinden sonuç olarak çıkan bir gayeye asla erişemez! Sadece yol alır, sadece ilerle, o kadar!

    Bu şuna benzer. Ben bir hekim olarak şimdiye kadar yüzlerce hatta binlerce hasta iyileştirdim. Burada şu ilginç saptamayı doğru buluyorum: Hiçbir hekim sahip olduğu sanatıyla ilgi olarak, hastanın bedenini ‘sağlığa’ kavuşturmamıştır. Hekim sadece ve sadece, hasta bedeni, “sağlığı kabul etmeye yararlı bir duruma hazırlamıştır”, o kadar.

    Hepsi iyi hoş da, bu ilk neden, ilk sebep kim ola ki?
    Kim olacak, Allah! (sf.189-190)
    …………

    Keşfedilmiş her bir zerresi hareketli, kendisi de bir felek olan insan ; Hareket edebilme yetisi ile iyiye ve kötülüğe kaynaklık eden, düşünen hayvan olarak tanımlanan bir “canlı türü”.

    Bir zihin hareketi, düşünmek; “Düşünüyorum o halde varım.”(Descartes)

    Kitabın yukarıya alıntıladığım satırlarından önce şöyle bir paragraf vardı;

    Çevremde sayılamayacak kadar fazla türler görüyorum. Bu türlerin mutlaka ve mutlaka bir gayesi olmalı. Türlerin fazlalılığı ve sebep-sonuç ilişkileri yönünden âlemde sadece kararlılık(determinizm) değil, aynı zamanda da ortak bir gayecilik olduğunu seziyorum. Her şeyin tabiatında bir gaye vardır. Acaba bu gaye her zaman en ideal, en mükemmel şekilde mi işliyor?

    Akıl edebilme yetisi ile donatılmış İnsan denilen canlı türünün tek gayesi “Düşünmek” olabilir mi? Bu bir kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi nihayetsiz bir faaliyet(hareketlilik) olmaz mı; düşünüyorum= kuyruğumu yakalamaya çalışıyorum! Bu durumda İnsan olarak var olabilmek için sadece ”düşünmek” yeterli mi? Peki insan ne ile düşünecek? Beyin?

    Beyin, Merkezi sinir sisteminin en önemli kısmı olarak kabul edilen, kafatası kemikleri içinde, ağırlığı ortalama olarak erkeklerde 1200-1350 gr, kadınlarda ise 1000-1250 gr ağırlığında, yüzeyi ise ortalama olarak 2000-2100 cm2 olan bir organımızdır.

    Hayvanlarda da olan yaşamsal fonksiyonları gerçekleştiren merkezi sinir sisteminin en önemli kısmı kabul edilen organ!

    Âlemde “kendiliğinden” hiçbir olay ortaya çıkmadığına göre, feleklerin hareketlerinin belirli yasalara, doğa kanun ve prensiplerine uyması gerekiyor.

    Beynin beslenmesi ise tıpkı baharda kökleriyle topraktan aldığı suyun dallarına yürümesiyle uykudan uyanarak yaprak vererek yeşeren nihayetinde türüne bağlı olarak meyve veren ağacınkine benziyor; Kaf 9

    Kulak altı deliklerden gelen iki şah damar(Kaf 16) ve ard kafa deliğinden gelen omurga atardamarı beynin altında birleşir. Buradan çıkan dalların bir kısmı ince zara gider ve beynin dışını besler. Bir kısım dallar da dördüncü karıncıktan silvus kanalı ile I, II ve III. karıncıklara girer ve karıncıklarda kılcallar yaparak beynin içini besler. Aynı yolla çıkan toplardamarlar artık Maddeleri beyinden uzaklaştırır.

    Beyni besleyen kan,pompalayan kalp, ya düşünceyi besleyen, pompalayan ?

    Düşünceyi, insanın kendisinden başka hiç kimsenin duymadığı, ikrar etmediği sürece de bilemeyeceği o gizli sesi(vesvese) üreten organ beyin ölmeden/boğulmadan insan mutlak sessizliğe irade ederek ulaşabilir mi? Nihayetlendirilemediğinin ilk başlatanı olabilir mi?

    Beyin ölümü, beynin kanlanması demektir, yani artık beyne oksijen gitmemesidir. Beyin hücrelerinin oksijensizliğe dayanma süresi ise 30 saniyedir. Bu süre sonunda beyin hücreleri ölür ve yenilenemez. Beyin ölümünde kişinin hareket kabiliyeti, entelektüel düşünme, konuşma, görme, hissetme gibi her türlü kabiliyeti kaybolur. Çünkü bunların her biri beyin fonksiyonudur. Beyin ölümü tanısı koyarken beyne kan gidip gitmediğine bakarız. Gitmiyorsa beyin ölümü gerçekleşmiştir. Beyin ölümü, ölümdür. Kişi ölmüştür. O sırada kişide sadece kalp atımı yani kan dolaşımı vardır. Ama bu da bir solunum makinesine bağlı olarak 24-48 saat civarında sürer, onun dışında o da durur. Yani beyin ölümü tıbbi bir ölümdür ve bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

    Beyin ölümü, o sırada kalp çarpıyor, solunum makineler yardımıyla sürdürülüyor olsa bile kişinin artık yaşama dair neredeyse hiç fonksiyonunun kalmadığına dair bir belirteçtir. O halde düşünen hayvan olarak tanımlanan insanın, “bitki” olmaması için solunan oksijenin damarlardan kan ile beyine taşınmasına benzer bir doğallıkta düşünebiliyor olması bir zorunluluk. Fakat bu zorunluluk düşünen hayvanın, insan olarak tanımlanabilmesi için yeterli değildir. Mükemmel planlanmış katliamları gerçekleştirenlerin, her türlü akıl almaz sapıklık ve sapkınlığı eşitlik ve özgürlük kamuflajı ile pazarlayanların düşünemediklerini kimse iddia edemez.

    hiçbir cisim kendine özgü tabiatıyla hareket edemez. Çünkü cisimlerde tabiî olan özellik, cisimlerden ayrılmaz da ondan. Oysa harekette; cismi tabiatından yani kendi özelliğinden ayıran bir kopuş söz konusudur. Buna göre, hareket, cismin ‘tabiatından ayrılabilir olduğundan tabiîliğin, yani doğallığın bir sonucu olamaz!

    Beynin varlığı sadece yaşamsal fonksiyonlar(maddeten var olmak) için elzem idiyse “düşünmek” hangi gaye için vardır; İnsan olarak yaşamak! Kendini bilmek! İnsan olmanın farkını, fark edebilmek! Akıl edebilmek !

    Gaye, akıl edebilmek olabilir mi? Nasıl ve ne için?

    Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez,
    Onu sen, sende iste, o senden ayrı olmaz
    (Yunus Emre)

    Kediyi, köpeği, ağacı, böceği, ayı, güneşi, denizi, rüzgarın insanın bir canlı türü olarak var olabilmesine yaptığı ‘fonksiyonel fayda’ dışında tüm bunları düşünüp bil(ebil)menin İnsan’ı bilmeye ve hatta daha da önemlisi İnsan Olmaya yaptığı katkı nedir? Bitkisel hayata girmemek dışında! Daha basitçe sormak gerekirse kainat harflerini tek tek biliyor olmak kainatı “oku”yabilmek için yeterli mi? Alfabeyi ezberleyen bir çocuk ya da düşünen/taklid eden hayvan derecesinde kalmış olan, hasbelkader “oku”yabildiklerinin mânâlarını da anlayabilmiş olabilir mi? Sahnede dört dörtlük ölebilen bir aktör, ölüm gerçeğini tatmış/tecrübe etmiş olabilir mi?

    Hareket doğallığın bir sonucu değilse, acaba zorunlu mu olacak? Bu mümkün değil. Zira, zorunlu hareket de aslında tabiî hareketin benzeridir. Feleklerin kendine özgü bir hareketi olduğundan ve bu hareketin anlamı, diğer feleklere göre bir değer kazandığından, burada olağanüstü bir düzenleme görüyoruz. Bu düzenleme (aslında hiyerarşik özellik) bize cisimlerin ‘kendiliğinden’ bir zorunlu harekete geçemeyeceğini; rasgele, kendi keyfine göre hareket edemeyeceği gerçeğini açıklıyor.

    Bir düzen,sıralama,derecelendirme neticesinde ‘akıl etmek’ bir yöneliş. Beyni olan ve düşünen için bu bir zorunluluk değil. Nasıl tavukların,tavus kuşunun ve hatta penguenlerin kanatlarının olması uçmaları için bir zorunluluk değilse insanın da benzer şekilde kanatlandırılmış olması uçması için bir zorunluluk değildir.Kul olmak, iman etmek kanatları olan uçabilen tür kuş olmaya benzetilebilir. Aynen temel içgüdüsel dürtü ve arzuları, hem sezgisel hem de düşünsel akıl ile “insani” olana doğru evirmenin, dönüştürmenin mümkün ama zorunluluk olmaması gibi…insanoğlunun seçimi, kaderidir. Kainatın bir parçası olan kuşların sırrı,akıl edebilen insana birbirine denk bir çift kanatla yükseklere uçabilecekleri göstermek/anlatmak olsa gerek !?

    Seçimler de daima iki şey arasından iki yöne doğru fakat tek bir gaye için yapılır.

    İnsan akıl erdirebildiği kadarıyla bilir ve kendinin “yetersiz kanıt” olduğu çıkarımında da bulunabilir elbette. Bu hüküm neticesinde de Allah’a inanmayanlar olabilir. Fakat ‘İnsan Olmaklık’ı yetersiz kanıt hükmünde gören akıl da aynı hüküm gereği ‘yetersiz kanıt’ değil midir? Uçur(a)mayan kanat misali!

    Tabii kabul edilenin doğal sonucu olarak ilk paragrafta ifade edilmeye çalışılan iddia, dürüst, samimi, kısaca kap kararınca bir çıkarım olduğundan elbette ki hiçbir şüphe barındırmıyor. Aksine bu tür kadük/tek kanatlı zihinsel faaliyet neticesinde varılan sonucun bir “zorunluluk” olmadığını bilenler için gayeye yönelik ayrı bir okuma, anlama niteliği taşır; her akleden iman edemez! Gayesiz bir yöneliş, ivmesiz bir yol alış.

    Gaye ve sonuç, daima (kemâle ermeyi) olgunluğu hedefler. Hatta bu gaye ve sonucu ‘iyiliğe yönelme’ olarak da tanımlayabilirim. En çok istenen ideal olgunluktur, iyidir (hayr). Bu noktada şu önemli gerçeğin de altını çizmem lâzım. Sonuç, olgunluğunu onu meydana getiren bir üst sistemden almakla birlikte, bu sonucu artırmak için sebebin üstüne çıkamaz. Çünkü sonucun olgunluğu her zaman sebebin olgunluğundan aşağı düzeydedir.

    Not: Bu konu üzerinde kalem oynatmak, boyumu aşan derinlikte, boğulmadan insana ulaşmak için elini kolunu oynatan birinin kendi çırpınışlarını yüzebilmek olarak vehm etmesine benzetilebilir. Konuya vakıf olanlar bu hadsizlik için kusuruma bakmasınlar ve sadece hacmince bir anlama gayreti olarak kabul etsinler lütfen.

  1. 5 Trackback(s)

  2. May 5, 2010: Kimlik Müslümanı, Din Müslümanı ve Hikmetler Kitabı (Hz Gazâlî) : Derin Düşünce
  3. May 10, 2010: Sanat’ın amacı ve Henri Bergson: Sanat’ta Ayrıntı(9) : Derin Düşünce
  4. May 11, 2010: Son 30 günde en çok okunanlar : Derin Düşünce
  5. Kas 22, 2011: Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri : Derin Düşünce
  6. Eki 9, 2016: Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin