RSS Feed for This Post

Boşluk aynası ve Edward Hopper: Sanat’ta Ayrıntı(8)

Bazı dalgıç-ressamlar vardır, gözleri okyanus dibine indirilen robot kameralar gibidir. İçinden geçtikleri asrı öyle güzel “kaydederler”, Hakikat’i öyle güzel yakalarlar ki… Böyle ressamların eserleri bazen yüzlerce sayfa kitap okuyarak öğrenemeyeceğiniz bilgiyi bir çırpıda verir size. Edward Hopper da bu dalgıç-ressamlardan biridir, hatta belki de en kuvvetlisidir… Tablolarındaki Ayrıntı’lar bir dönemin kara kutusudur. Bunun için William Turner‘dan sonra en çok sevdiğim ressamdır.

Peki neyi kaydetti Hopper?

1882’de, Atatürk’ten sadece bir yıl sonra doğan ressam tıpkı onun gibi Avrupa’nın şekillenişine, sömürge savaşlarına, ırkçılığın, faşizmin ve ulus-devletlerin yükselişine tanık oldu. Bir çok ülkeyi ve bu arada İslâm coğrafyasını kasıp kavuran dünya savaşlarının başlangıcı ve bitişi de 1967’de vefat eden Hopper’in biyolojik yaşam süresi içine tekabül etti. (Bkz. Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu)

Fakat ressam savaşı, kahramanlıkları ya da eziyet çeken sivilleri resmetmedi. Böyle yapsaydı sanatçı değil boyacı olurdu:

“Meselâ Francisco Goya’nın yaptığı El tres de Mayo adlı esere bakalım. Napolyon’un İspanya’yı işgal ettiği dönemdeki zulümü anlatan bu eserde kurşuna dizilen bir köylüyü anlatıyor “hikâyeci”. Yüzleri ve duyguları netleştirilerek İspanyolların birer insan oldukları buna karşılık Fransız askerlerinin tek tip, acımasız birer emir kulu oluşları vurgulanmış. Köylünün beyaz gömleği yerdeki lambanın ışığını öyle bir yansıtmış ki lambadan daha beyaz ve parlak olmuş. Saflığı, masumiyeti çağrıştıran bu beyazlık […] Goya bu resmi elbette öyle kafasına estiği bir anda yapmadı. İspanyol ulusal kimliğine hizmet edecek bir propaganda afişi gibi, politik amaçla yapılmış bir eser bu. Goya gerçekte savaşa katılmadı ve buna benzer sahnelere de tanık olmadı. Olayların bitişinden 6 yıl sonra, 1814’te yaptığı bu eser için ispanyol hükümetinden para istemesi zannediyorum “business is business” boyutunu anlamak için yeterli.” (Ayıp sanat olur mu?)

  

Hani bazen bir fotoğrafçı istemeden müthiş bir an yakalar ya, Edward Hopper da Fransız devrimini takip eden bu dönemde yaşayanların görmediği bir şeyi gördü: Boşluk’u! Uçurumu’u! Belki de kendisine rağmen, istemeden gördü bu Uçurum’u. Yüz milyonların duraksamadan içine atladıkları bir uçurum… Peki ama ne ile neyin arasındaki boşluktu bu? Uçurumun iki yakasında ne vardı? Yok’luğu mümkün kılan Varlık ne idi?

Kentleşme, teknik ilerleme ve endüstriyel üretim İnsan’a zehirli bir hediye vermişti: Boş Zaman. Boş Zaman bildiğimiz Zaman gibi değildi. Boş Zaman can sıkıntısının ve korkunun toprağıydı. Modernlik trenleri, demir yolları ve telgraf telleriyle hız getirmişti. Ama bu hız yüzünden doğal Zaman’dan yani Güneşten, Ay’dan, Yağmur’dan uzaklaşıyordu insanlar. Yağmur artık bereket değildi, şık takım elbiselerin ıslanması, eteklerin çamurlanmasıydı. Doğa ile fikrî bağı kopuyordu İnsan’ın. Onu besleyen artık Toprak Ana değil maaşını veren fabrika müdürüydü. Doğal felaketler değil ekonomik krizlerdi yeni korkusu, yüksek fiatlar ve işsizlikti…

“İnsanlar mevsimlere bağlı olarak yaşıyorlardı tarım devrinde. Bir mevsimde ekilir, bir başka mevsimde hasat edilirdi. Hasattan sonra ürünler satılır, düğünler yapılırdı. Kuzuların bile bir doğma mevsimi vardı. Ekonomik ve sosyal yaşam doğadan alıyordu ritmini. Hatta güneşten, aydan… Denizciler bile yıldızlara bakarak okyanuslara açılıyordu. Kısacası müzikten daha hızlı dans edilmezdi!

Oysa fabrikalar, trenler, telgraf telleri ve bir saniyede gösterdiği 20 fotoğraf karesini seyirciye hareket diye “yutturan” sinema insana Zaman’ı kontrol edebileceği hissini verdi. Çünkü Zaman’ın “kontrol altına alınması” gerekiyordu 3 vardiya 24 saat işleyen fabrikalarda, para piyasalarında, asla geç kalmayan trenlerde… “Yaratılmış vakit” algısı yerini “üretilen vakte” bırakıyordu. Vakit artık bir nimet değildi, vakit nakitti(!)   ( Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?)

Not: Tablo örneklerinde boşluk duygusu veren üç Ayrıntı’ya dikkatle bakmanızı rica ediyorum (Büyütmek için üzerlerine tıklamanız yeterli):

  • İç mekân – dış mekân ayrımı (duvar, pencere ve perdelerin kullanılışı)
  • Resimlerdeki insanların vücut dili
  • Bazen çatıların bazen yan duvarların kasıtlı olarak çerçeve dışı bırakılması

İşte Edward Hopper bir bebeği dokuz kadının bir ayda doğurabileceği(!), insanların Zaman ile sapık bir ilişki içine girdikleri o yılların çocuğuydu. Ama her gerçek sanatçı gibi o da bir şeylerin farkına varıyordu. İnsanlar teknoloji sayesinde ürettikleri Boş Zaman’ı öldürebilmek için bekleme salonlarında, barlarda, kahvelerde, tatil kasabalarında vakit geçirmek zorundaydılar. Çünkü öldürülmezse bu Boş Zaman insanları ölmekten beter ediyordu. Neden böyle dayanılmazdı bu Boş Zaman? Neden insanlar sakince arkalarına yaslanıp vaktin geçmesini bekleyemiyorlardı?

Edward Hopper’ın gözünde Cemiyet de bayat ekmek gibi kırıntılara dağılıyor, insanlar bireyleşiyorlardı. Satın alma gücü artan bireyler, bireysel kredilerle aldıkları bireysel evlerde oturmaya başlamışlardı. Bireysel tatil günlerini, hafta sonlarını, yıllık izinlerini doldurmak gerekiyordu. Ah ne dolmaz bir boşluktu bu boş zaman!

“Kamera tekniklerinin henüz çok gelişmediği yıllarda kazayla çekilmiş film parçaları var. Mutlak Korku’nun daha elle tutulabilir olduğu fragmanlar bunlar. Meselâ 1800de sabit kameralarla çekilen trenleri veya süvari taarruzlarını hatırınıza getirin. Trenin veya atlıların ekranı terk ettiği ama kameranın kayda devam ettiği o son bir kaç saniyedeki boşluk ne kadar tahammül edilmez bir boşluktur. Zaman’ı en ölçülmemiş, en kontrolsüz haliyle “görürüz” orada.Bugün Hollywood filmlerinin yüksek temposuna alışmış olan bizler Fransız filmlerindeki “boşlukları” ne kadar can sıkıcı buluruz. İşte bu boşluk o boşluktur.” ( Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?)

Uçurum’un doğuşu

İnsan yaratıldığı günden beri hayatını kolaylaştıracak teknik buluşlar peşinde koşmuştur. Biz internetimizi hızlandırıyoruz da mağara adamları da oklarını sivriltmiyorlar mıydı? Ama buhar makinesinin icad edilişiyle bir kopma noktasına vardı insanlık. Doğal enerjiyi hazır bulduğu nehir kıyılarına kurmak zorunda değildi artık fabrikalarını. James Watt’ın icadı olan buhar makinesi başka mühendislerce geliştirildi. Her geçen gün bu makinenin üretimi, kullanımı kolaylaştı ve ucuzlaştı. Avrupa’da sayıları hızla artan buhar makinelerini gören James Watt sevinmedi: “İcadım henüz mükemmel değil, aşırı ısınmadan dolayı patlayabilir, insanlar ölebilir”. Buhar makineleri birbiri ardına patlıyor, çok sayıda işçi ölüyordu. Ama yeni işçiler bulunuyordu ölenlerin yerine. Havaya uçan bir fabrikanın ve ölen bir kaç işçinin maliyeti, elde edilecek kâr karşısında ihmâl edilebilirdi ve öyle de oldu. Amaç araçları meşru kılıyordu. İnsan da böylece endüstrinin ve ticaretin “gözünde” bir araç haline geldi. Eski Tanrılar için kurban edilen insanlar gibi yeni tanrılar da kurban istiyordu.

İnsan şeyleşirken şeyler insanlaşıyordu Karl Marx’ın dediği gibi. Endüstri’nin “ihtiyaçları“, Piyasa’nın “beklentisi“, şirketlerin “sağlığı“, ulusların “şerefi” ile karşılaştırıldığında İnsan’ın ihtiyacı, beklentisi, sağlığı veya şerefi söz konusu olabilir miydi?

“Tanrım, bana bir Mercedes almaz mısın?
Arkadaşlarım Porche kullanıyor.
Hayatım zor, kimseden hayır yok,
Tanrım, bana bir Mercedes almaz mısın?
Tanrım, bana renkli bir televizyon almaz mısın?
Ödüllü TV yarışmaları beni bulmaya çalışıyor.
Teslimat için her gün 3′e kadar müsaitim.”

Janis Joplin’in bu şahane şarkısı insanların din ile nasıl sapık bir ilişkiye girebileceğini anlatan, dikkate değer bir eser. Teorik olarak maddiyattan sıyrılmış, iman etmiş biri Tanrı’dan otomobil ve TV istiyor!” (Zina da böyle bir şey işte…)

Edward Hopper’in resim yaptığı yıllar Zina’nın da sona erdiği, maddenin ruh, eşyanın mânâ üzerine ezici bir zafer elde ettiği yıllar oldu. Zihinler ve kalpler bulandı. Saf altın ile pislik aynı fiattan müşteri buldu.

İşte bunun için, bu hezimete ve rezalete bakarak diyebiliriz ki buhar makinesiyle, elektrikle, telgrafla gelen bir Özgürlük’e hazır değildik o asırda. Çünkü 16cı, 17ci veya 18ci asrın insanı iradesiyle değil mecburen inanıyordu, korkudan, çaresizlikten inanıyordu. Sabuna tapanlar gibi idrak etmemişti mikropları. (Bkz. Akıl-Vahiy uyumu ve İman Kitabı ) O asra kadar krallar ve sultanlar yağmuru bekleyen bir çiftçi, fırtınadan kaçan bir balıkçı kadar çaresizdiler doğal olaylar karşısında. Teknoloji ya da Para Tanrısı gelmeseydi başka bir tanrıya da tapmaya hazırdı insanlar. Büyü, Hun istilası veya Veba olabilirdi, bir meteor yağmuru olabilirdi…

Ama fabrikalarımız, trenlerimiz, telgraf tellerimizle, makineli tüfeklerimiz ve bombalarımızla kendimiz tanrılaştık… Tıpkı bir tanrı gibi Hiroşima büyüklüğündeki şehirleri yok edebilecek güce ulaştık. Eğer “eski tanrıların gölgesi” krallar ve sultanlar İlâhî Adalet’in de gölgesi olabilselerdi yeni tanrılara direnebilirlerdi belki. Teknoloji Tanrısı’na, Piyasa Tanrısı’na… Ama öyle olmadı. Uçurum çıktı ortaya. İnsan ile Şey arasındaki o doldurulmaz uçurum. Hep vardı ama bu kez İnsan’ı yutacak bir büyüklükte çıktı ortaya.Eskiden insanlar tek tek kötülük yapabilirlerdi. Yaptıklarından ötürü tek tek suçlu olurlardı. Endüstri devriminden sonra bu değişti. Teknoloji aracılığıyla kötülük kabul edilebilir(?) küçük parçalara bölündü. “Ben yapmazsam zaten bir başkası yapacaktı” şeklinde Vicdan uyuşturucu açıklamalar bulundu. Nazilerin toplama kampları, 1915 Ermeni katliamı ve bugün Filistin’i açık hava hapishanesine çeviren İsrail devleti(?) bu sayede mümkün oldu. Vicdanımız emir-komuta zinciri içinde öğütüldü. Savaş meydanında askerler görmedikleri düşmanları(?) öldürme imkânına kavuştular. Makineli tüfek, havan topu ve daha sonraları bombardıman uçakları sayesinde. Barış zamanı olursa buna bürokrasi deniyor. “Biz emir kuluyuz (=Tanrı kulu değiliz)” veya “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” amentüsü ile Kürtçe konuşmak yasaklanabiliyor ya da tesettürlü kızların ödedikleri vergi onlara polis copu olarak geri dönebiliyor meselâ.

Çünkü teknoloji sayesinde zulüm kurumsallaştı. Prosedürlere bölündü. Zulüme ortak olmak için ciddi bilgi ve beceri gerekmiyor artık. Tersine, bir fabrikada somunları sıkan vasıfsız(!) işçiler gibi ne kadar az bilirseniz o kadar iyi. Vicdanî problem çıkarmanız halinde yerinize başkasını koymak zor olmuyor.

İşte bunun için diyorum ki Edward Hopper çok zor bir şeyin resmini yapmayı başarmış bir ressamdır: Olgunlaşma aşamasındaki endüstri devriminin insan hayatı üzerinde bıraktığı izi! Yani Boşluk’u! Bu boşluk insana eziyet eden bir boşluktur ve başa türlü olmasına imkân yoktur. Zira hobilerle, fasıl geceleri, sushi barlar, Fransız şarapları, kişisel gelişim kursları, futbol tutkusu ve bir gecelik aşklar(!) ile doldurmaya çalıştığımız bu Boş Zaman özünde göz kamaştırıcı bir aynadır. Bu boşluk aynasında biri ölümlü ve diğeri ölümsüz olan İnsan’ı yani Ben’i ve Kendimiz’i görürüz. Bu Hakikat ise herkesin tahammül edebileceği cinsten değildir.

 Zaman-Boşluk-Korku ilişkisini kapsamlı biçimde işlediğimiz Korku Matkabı yazısından son bir alıntı ile bitirelim sözümüzü:

“Bu düşünceler ışığında korku ile yüzümüze kapattığımız ellerimiz bize yetmeliydi değil mi? Yemeye, içmeye, tüketmeye yönelik hedonist bir yaşam meselâ. Zira tekdüze bir yaşamda aranan şey hep aynı: Tekrar eden şeylerin BEN’e verdiği rahatlık, güven. Lüks yerlerde tatil, tatil sonrası herkese gösterilen fotoğraflar, indirimli satışlar, ucuza alınan şeylerden konuşmak, onları göstermek… (Tabi “tüketme zevki” yerine sorgulamadan körü körüne tatbik edilen bir din(!) de konabilir, şeklî, folklorik, ritüellerden ibaret bir “din” artık din olmaktan çıkmıştır kanaatimce)

Ne var ki BEN’i rahatlatmak için dört elle yapışılan tekdüze yaşam bir zaman sonra tam ters etki yapabiliyor :

“…Mobilyalarımın değişmeyen şekli, 30 yıldır aynı yerde durmaları, aşınmış koltuklarım, evimin kokusu (zira her ev zamanla kendine özgü bir koku edinir) alışkanlıklarımdan tiksinmeme ve böyle yaşamaktan kara bir melankoli duymama sebep oldu.

Ağlanacak bir şekilde her şey tekrar ediyor. Eve döndüğümde anahtarı kilide sokuşum, kibritlerimi bulduğum yer, ilk çakışımda aydınlanan odaya göz atışım kendimi camdan atma ve bu kaçamadığım tekdüze yaşama son verme isteği uyandırıyor.

Her gün traş olurken karşı konulmaz bir istek duyuyorum boğazımı kesmek için. Yanakları sabunla kaplı yüzüm… hep aynı.. beni bir kaç kez hüzünle ağlattı. (İntiharlar – Maupassant)

Neden böyle oluyor? Neden insan her hangi bir hayvan gibi, yeryüzünü bir eğlence merkezi, kendisini de bir turist olarak kabul edip yaşayamıyor? Bilerek, isteyerek bu yaşamı seçen insanları bir zaman sonra “bir şeyleri aşmak, bir şeylerin ötesine geçmek, TIRMANMAK, YÜKSELMEK(?)” çabasında görüyoruz: Ayakkabıdan şampanya içerken, uyuşturucu ya da alkol komasında, yüksek hızla bir uçurumdan yuvarlanırken… Bu insanlar toplumun geleneklerini, bedenlerinin biyolojik sınırlarını veya fizik kanunlarını delmeye çalışırken neyin delili oluyorlar? Neyi yansıtıyorlar?

 Gerçek şu ki korkudan elleriyle yüzünü kapatan insan aynı zamanda parmaklarının arasından kendini korkutan şeyi görmek istiyor! Okuduğunuz bu basit cümle insanın yeryüzündeki dramının özeti. Acıklı bir durum. Zira parmaklarınızı kaparsanız güvenliktesiniz(!). Aslında kalbinizin derinliklerinden gelen bir ses kendi kendinize yalan söylediğinizi fısıldıyor. Parmaklarınızı aralıyorsunuz. Bu kez karşınızdaki sizi korkutuyor. Yeniden kapatmak istiyorsunuz. Ama daha kapatmadan biliyorsunuz ki yeniden açacaksınız. Parmaklarınızla oluşturduğunuz bariyeri delme arzunuz o bariyerin arkasında kalma arzunuz kadar büyük.”

 Edward Hopper hakkında okunabilecek bir kaç kitap:

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Mehmet Emin Yıldırım Tarih: May 11, 2010 | Reply

    Sanat’ın bu tespitler altında ortaya çıktığını, bu tespitler içinde sancılanan insanların sancılarını içlerindeki umut ile aktarmalarını benimsiyorum.

    Sanat’ın varlığı tarihin tekerrüründe hep böyle konuşabilen insanlar doğuracaktır.

    Her şeyinize sağlık. Teşekkürler…

  3. Yazan:ruhan Tarih: May 17, 2010 | Reply

    EDWARD HOPPER’IN BENDE GÜZEL BİR KİTABI VAR.YILLAR ÖNCE YURT DIŞINDAN ALMIŞTIM.RESİMLERDEKİ DURAĞANLIK VE MUTSUZLUĞU ÇÖZEMEMİŞTİM. YİNE DE YALINLIK BENİ ÇOK ETKİLEMİŞTİ.SİZE TEŞEKKÜR EDİYORUM.BUNU ÇÖZMEME VESİLE OLDUNUZ.ŞİMDİ KİTABA TEKRAR BAKIYORUM (ANLAYARAK).KEŞKE YANIMDA OLSANIZ DA TÜM RESİMLERİ BERABER YORUMLASAK.ÇOK YÖNLÜLÜĞÜNÜZ BENİ HER KONUDA DÜŞÜNMEYE SEVK EDİYOR.BAZILARINA KATILMASAM DA UFKUMU GENİŞLETTİNİZ.YOLUNUZ AÇIK, İLMİNİZ SONSUZ OLSUN.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ara 15, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (6) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin