RSS Feed for This Post

Sosyal Bilimlerin Gücü

ODTÜ’de vakayı adiyeden oldu artık üniversitede yapılan etkinliklere başörtülü kadınları arka kapıdan alma işi. Üstelik başörtülerini GATA tarzı bağlamalarını isteyerek. Sistem şöyle işliyor. Güzel bir etkinlik davetiyesi geliyor önünüze. Mesela ayırımcılığa karşı düzenlenmiş bir dizi seminer. Güzel bir konu, sevdiğiniz konuşmacılar. Gitmek ya da gitmemek işte bütün mesele bu. Neden olmasın deyip azmediyorsunuz. Program günü geldiğinde herkes gibi ön kapıya yöneliyor içeri girmek istiyorsunuz. Sizi bu kıyafetle asla almayacaklarını söylüyorlar. Israr, açıklama isteme bilumum planlar nafile. Sonra eğer okulu biraz bilen biriyseniz daha az denetlenen arka kapıya yöneliyorsunuz. Fırsat bu fırsat içeri ‘sızma’ ihtimaliniz var (yani bu yazıyı yazana kadar vardı) Bazen de birisi insafa gelip sizi GATA tarzı başınızı örterseniz içeri alabileceklerini söylüyor.  Böylece herkesin ön kapıdan içeri girdiği bir programa arka kapıdan girme “şansına” sahip oluyorsunuz. Ne demeli bu duruma ezildik ama yenilmedik mi bilmem. Sistem bu kadar da olmaz dediğimiz yerlerde arka kapılar çıkarıyor ara ara önümüze.
 
İşe iyimser tarafından bakabilir miyim acaba? Belki de bir yasak yok. Bir tür ahlaksız tiyatro oynanıyor. O kampüse girmenin bir yolu var, bir şekilde arka kapıdan girilebiliyor ve herkes bunun farkında. Boyun eğmesen de boyun eğmiş olarak gözükmeni istiyorlar. Yasak olmasa da yasak varmış gibi davranmayı ya da. Böyle bir muameleye maruz kalmanın  üzücülüğünü bir yana bıraksak bile burada gerçek olan aslında yasağın varlığı diyor sonra mantığım. Arka kapıdan giriş ise gerçeği simüle ediyor. Bu okulda gençler başörtülü okuyamıyor. Okula normal bir şekilde ana kapıdan giriş yasak. Ama bir şekliyle de bakarsak bir programa gelen insanlar arka kapıdan girip başını GATA usulü bağladığında sınırlı bir geçiş kazanıyor. Aslında bu bile başlı başına yasaklama yöntemi. Pek çok insan arka kapıdan girip GATA usulü başını bağlaması gerektiğini bildiği bir okula zaten gelmeyi de denemeyecektir. Kampüste dolaşan iki başörtülü hanımın görüntüsünün o kampüste varolamayan belki yüzlerce başörtülü genç kızın görüntüsünü perdelemesi söz konusu olan. Hacettepe’de başörtülü kızlar okula girebiliyor haberini duyuyorum sonra. Hacettepe’de başörtülü kızların okula girebilmesi mi gerçek. Hacettepe’de başörtülü bir hanımın hiçbir zaman öğretim görevlisi olamayacağı mı? Özgür müyüz tutsak mı. Daha mı özgürüz artık yoksa tutsaklığın bir çeşidinde uzlaştık mı aslında. Simülasyon evreni dedikleri de biraz bu değil mi? Gerçek ile simülasyonun artık ayırt edilemeyecek kadar birbirine karışması. Özgürleştik zannederek tutsaklığa razı olmak. Başımızı örterken otoriter laikliğin kisvelerine ikna edilmek. Üstelik bunun kendi tercihimiz olduğuna inanarak.
 
Sonra bu şekilde vuku bulan bir olayı konuşurken duyduğum başka bir şey beni iyice şaşkınlığa düşürüyor. Program çıkışında eve dönerken kampüsten geçen minibüs şoförü başörtülü arkadaşlarımızı arabaya almamış. Minibüs bile durmadı bu okulun içinde bize diyor arkadaşım. Hadi sosyolojinin gücünü biraz zorlayalım o zaman bu yaşananı anlamak için. Muhtemelen bu minibüs şoförü kampus dışında olsa o arkadaşları alırdı. Ama yıllar süren yasak o derece içgüdüsel bir reflekse dönüşmüş ki şoför bu arkadaşların böyle kutsal bir mekana girerken “yasayı” çiğnediğini biliyor. Yasayı çiğnemek büyük suç. Tanrıların gazabını da getirebilir beraberinde. Dolayısı ile insanlar belki on iki yıldır belli bir kisveyi görünce tepki göstermeye, dışlama davranışına alışmışlar. Varoluşuna tahammül edilebilir mekanlar var tahammül edilemez mekanlar var. Yine büyük ihtimalle şoförün başörtülü kadınlara özel bir gıcığı, öfkesi, nefreti yok. Belki o an neden durmaması gerektiğini bile düşünmüyor. Sadece işini yapıyor. Nihayetinde bir bomba fabrikasında kimyasal karışımların oranını denetleyen insan da , bir toplama kampının herhangi bir biriminde gaz odalarına gitmiş kişilerin kıyafetlerini ayıklayan, işe yarayan ile yaramayanı tespit eden adam da işini yapan adamdır. Onlar yaptıkları işin sonuçları ile ilgili değildirler. Önemli olan işini “doğru, verimli yapmak ve nihai hedefe ulaşmaktır”
 
İşini yapan adamın devasa bir bürokratik çark içerisinde, yaptığı işin vicdani sorumluluğu ile alakası minumuma iner. Servis şoförü başörtülü kızı arabaya almamaktadır. Bunun hiçbir duygusallıkla, kinle alakası yoktur. Belki kendi kız kardeşi de başörtülü olabilir. O amirinin dediğini yapmaktadır. Amir de işini yapmaktadır. Çünkü rektörün  kendisinden istediği budur. Rektör yasaya bağlıdır. Yasa bir başka denetim mekanizmasına. Dolayısı ile o başörtülü kızların o yolu yürüyerek gitmesinin sorumluluğu kimseye ait olamaz. Ya da o kadar herkese aittir ki sorumluluk denilen şeyin anlamı kaybolmuştur. Sorumluluk işini yapmak ve hedefe ulaşmaktır.
 
Ne kadar modern bir sistemde devasa bürokratik ilişkilerin yapılan zulmün sonuçlarını kolaylaştırıcı etkilerinden de söz etsek insanların bir de iş dışında yaşadıkları alanları vardır. Yüz yüze insani ilişkilerde merhamet faktörünün devreye girmesi ihtimali çok yükselir. Öyle bir an gelebilir ki sizden istenen sizin insani sınırlarınızı çok aşabilir. Dersine başörtülü öğrencileri almayan bir öğretim görevlisi, kampus önünde eylem yapan kızları coplaması gereken bir polis, başörtüsü yasağının kaldırılmasını engellemesi beklenen bir yargı aktörü bir anda kendi hayatındaki başörtülü annesini, arkadaşını, sevdiği bir yazarı hatırlayabilir ve yapması gereken işin sonuçları hakkında düşünmeye başlayabilir. Bu durumu engellemenin de son derece etkili yolları vardır.
 
İlk adım şeyleştirmedir. Uygulamanız gereken şiddetin objesi sizin hayatınızın bir döneminde karşılaştığınız babaanneniz, komşunuz ya da arkadaşınız değildir mesela. Onlar türbanlıdır. Yemeninin zihinlerde bir karşılığı vardır. Başörtüsünün de. Ama ya türban? ‘Türbanlı’ birçok olumsuzluğun simgesi ama aslında kimsenin ne olduğunu bilmediği bir ‘şey’dir aslında.  Tanım ne kadar muğlak, tartışmaya müsait, birçok şeyi anlatıyormuş gibi gözüküp hiçbir şeyi anlatmayan bir boş gösteren olursa o kadar kullanışlı olur elbette. Türban çağdaşlık karşıtı bir şeydir. Gerçekte ne olduğunun önemi pek yoktur. Ne olmadığı önemlidir. Olmadığı şeyse kıymeti kendinden menkul bir değerdir. Hatta burada gerçeği öldüren bir gerçeklik aleminden de söz edebiliriz. Başörtüsü yerine göre kutsanan bir objedir. Atatürk’ün annesi Zübeyde hanım başörtülü bir kadındır. Maraş’ta ilk kurşun başörtülü bir kadına yapılan saldırı yüzünden sıkılmıştır. Babaannelerimizin Gata tarzı örtülerini de severiz. Onlar başörtülü, gül lokumu sunan, cumhuriyet kadınlarıdırlar. Köylerin tarlalarında çalışan nasırlı elli tülbentli bacılar, evimize temizliğe gelen Fatma teyze, cepheye mermi taşıyan çarşaflı nenelerimiz başımızın tacıdır. Bizim karşı çıktığımız türbandır. Yani ‘çağdaşlık’ karşıtı olan şey. Yani koca bir yalan!
 
İkinci adım şeyleştirilen objeden bir korku evreni türetmektir. Burada sosyolojinin gücü girer devreye yine. Ama bu defa olayı açıklamak için değil kitleleri yönlendirmek için. Bir türban klanı vardır. Bu acayip varlıklar bir anda evlerin bodrumlarından mitoz bölünme ile vıcır vıcır ortaya çıkıp modern hayatın tüm alanlarına nüfuz edebilir, mahalle baskısı kurarak ülkeyi Malezya’ya çevirebilirler. Muhakkak ki tehlikenin farkında olmak gerekir. Laik Cumhuriyetin kazanımları her an tehdit altındadır çünkü. Öyleyse hem demokrasi hem laiklik, çağdaşlık  demek gerekir bir ağızdan. Bir ağızdan söylediğimiz “ilkesel duruş” aslında ilkesizliğin ilkeleşmesidir. Kriz zamanlarında varolan durumu “temiz” kalarak sürdürebilmek için mutlaka bir üçüncü yol olmalıdır.
 
Ve üçüncü adıma geçmenin zamanı gelmiştir. Tehlike arzeden “şeyleri” mümkün olduğunca sınırlamak işini yapan adam ile minumum insani temas ihtimali bırakmak.
Holocaust’un başladığı tarih insanların toplama kamplarına götürüldüğü 1942 li yıllar değildir der mealen Baumann Modernizm ve Holocaust isimli kitabında. Yahudiler gettolara kapatılmaya başladığında Alman komşularının olanı sessizlikle karşılaması ile çoktan sonun başlangıcı başlamıştır. Çünkü Yahudiler Almanların dünyasında bir anlam ifade etmekten uzaklaşmıştır artık. 1940 lı yılların dünyasında faşizme meyleden toplumlar nefret objesi haline getirdikleri hedefi toplumsal hayatın dışına atarak başlıyorlardı işe. Bugün bu süreç çift taraflı işliyor. Başörtülü insanlar bir yandan kamusal hayattan uzaklaştırılmaya çalışılırken bir yandan da toplumsal baskının tepe noktasındaki insanlar adeta kendilerini gettolara hapsediyorlar. Çünkü siz ne kadar hedef kitleyi toplumsal hayatın dışına hapsetmek için uğraşırsanız uğraşın, okullardan, kamu dairelerinden, belli kurum ve kuruluşlardan engellemeye çalışırsanız çalışın, eğer hedef kitle toplumun içinde kolay lokma olacak kadar azınlık değilse, üstelik gitgide toplumun kendisi hedef kitle haline gelmişse bariz bir şekilde getto dışına sızmalar olabilir ve fail ile meful yüz yüze bakıp insani temasa geçebilir. Öyleyse askeriye mensuplarının, yargı mensuplarının, bürokratların, hatta gitgide toplumun elit bir tabakasının ışık sızmayan gettolarda yaşaması varolan sistemin sürdürülmesi için elzem hale gelir. Ordu evinde yer içer, OYAK lojmanlarında oturur, askeri okulda eğitim görür, askeri servisle işe gider gelir, ordu tesislerinde alışveriş eder, askeri kamplarda yaz tatilinizi geçirir girişi çıkışı keskin kurallara bağlı bu alanlarda belli gazetelerin, yaşam tarzlarının, dillerin hayatınıza sızmasına izin vermeden varlığınızı sürdürebilirsiniz. Ya da Balçiçek Pamir’in şahit olduğu gibi lüks sitelerde yaşar bu sitelere yerleşen ‘türbanlı’ komşularınızın siteden atılması için imza toplayabilirsiniz. Böylece gitgide hayatınız iç içe geçmiş gettolar içerisinde devam eden bir yaşam şekline dönerken, gettonun gerçeklik, dış dünyanın ise yanlış, tehlikeli bir dünya olduğu yanılsaması içerisinde aslında tüm ülkenin dev bir getto olması için çalışmak olağan bir yaşam biçimi haline gelir. Açıktır ki getto içerisindeki insanlar ile getto dışındaki insanların temas alanları mümkün mertebe azalmış ve işini yapan insanın ‘nihai hedefe’ ulaşması kolaylaşmıştır.
 
Görünen o ki; Türkiye gibi bir ülke söz konusu olduğunda sosyal bilimlerin gücü olayları açıklamaktan çok toplumu manipüle etmeye daha yatkın hale geliyor. Aktörler, oyunun şekli zaman zaman değişiyor ama ‘kötülüğün sıradanlığı’ değişmiyor.  Olan ise yaşanacak sadece bir hayatı olan ve onurunu, hayallerini korumaya çalışarak saatindeki kumların akışını seyreden  insanlara oluyor.

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:otomatik mandalina Tarih: May 23, 2010 | Reply

    Özlem Hanım,

    Sizin adınıza ve o gün orda o mazlumiyeti yaşayan diğer insanların adına üzüldüm. Keyfinizi yerine getirmez biliyorum, hatta bir çözüm de olmayacak anlattıklarım, ama yine de bir anımı paylaşmak istiyorum.

    Bundan 3 sene evveldi. Odtü’deki son senemdi. Güvenparktaki odtü dolmuşlarını bilirsiniz. İşte onlardan birine doğru ilerliyordum ki önümden genç bir kız geçti. Baştan aşağı siyahlar giyinmiş (rock’çı kızlar gibi), başında ise bandana. Dedim Allahım ne ilginç giyiniyor şu insanlar. Sonra dolmuşa bindim ki o kız da orda, ben de yanına oturdum. Meğer kız başörtülüymüş 🙂

    Arkada oturan ve normal başörtüsü giyen iki kızla konuşmaya başladı bunlar. Ben de yola bakıyorum ama aslında söylediklerini dinliyorum. Rockçı bandanalı örtülü kız oldukça keyifli birine benziyor. Babası “zaptedemiyormuş” bunu, Maltepe dersanelerine gidiyormuş, bu sene öss’ye tekrardan girmek istiyormuş ve odtü’ye de zaten ösym merkezinden form almak için gelmiş, vs.

    Neyse efendim, A1 kapısına doğru geliyoruz. Arkadaki kızlar başörtülerini çıkardılar. Bizim rockçı kız çıkarmadı. (aslında başörtüsünden çok bandanaya benziyor zaten). Arkadaki kızlar çıkarmasını söylüyorlar, bizim kız “yok ya, şimdi görün bak napıcam” diyor. Güvenlik görevlisi dolmuşa bindi, kimlik kontrolü yapıyor. Bizim kızı gördü, “nereye gidiyorsunuz” dedi, o da “ösym merkezinden form alıcam” dedi. Görevli tam iniyordu, döndü kıza “başınızdaki başörtüsü mü” diye sordu, bizim kız da “hayır ben lösemiliyim, o yüzden bandana takıyorum” dedi :-)) Güvenlik görevlisinin yüzündeki pişmanlığı görcektiniz:-))

    Sonra kız daha önce de böyle başörtüsü yüzünden kendini indirmek isteyen güvenlik görevlilerinin elinden kurtulup A1’den rektörlüğe doğru nasıl koştuğunu anlatmıştı 🙂

    Efendim, ben sosyal bilimci değilim. Anlattıklarınız da mantıklı geldi ama yorumlayamam. Fakat pazar günü de daha ciddi bir paylaşım beklememelisiniz benden zaten.

  3. Yazan:özlem Tarih: May 23, 2010 | Reply

    Güzel bir paylaşımdı teşekkür edirim. Hayat hep matem havası ile yaşanmıyor. Böyle espriler, anılar da oluyor pek çoğumuzda allahtan. Tabi yine de o kız o okulu kazansa o okula iki girişten sonra yutturamaz bu numarayı bu da bir diğer gerçek…

  4. Yazan:Umit Erdal Tarih: May 24, 2010 | Reply

    Çok ayıp etmişler diyeceğim, ama biz de bu ayıplara karşı pasif kalmakla sürekli ortak oluyoruz.

    Bir zulme uğradığında, insana birkaç zorbanın yaptıkları koymuyor. Esas insana ağır gelen, çevredeki insanların sessiz kalışı; zorbalığı gördükleri halde hiçbir şey yapmamaları. Minibüs şoförünün davranışı da bu pasif teslimiyet halinin bir süre sonra artık insanın zihniyetini bile dönüştürdüğünü gösteriyor. Çok vahim bir durum…

  5. Yazan:özlem Tarih: May 24, 2010 | Reply

    Merhaba arkadaşlar,
    ben bu yazı ile ilgili ufak bir düzeltme yapmak istiyorum. Aç tavuk kendini darı ambarında görür misali ben Hacettepe’deki durumu da tam doğru anlamamışım. hacettepe’de gençlerin başörtülü okuyabildiğini yazmıştım. Gerçekteki durum ise Beytepe kampüsüne hiç giremiyorlarmış, diğer yerlere bazen bahçeye sokulabiliyor ama derse alınmıyor bazı fakültelerde ise şapka ile okuyabiliyorlarmış. Hacettepe üniversitesine hak etmediği bir özgürlükçülük imajı oluşturmakta az da olsa katkım olmasın diye bu açıklamayı yapma gereği duydum.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin